17 Şubat 2025 Pazartesi

NEHİR GÜLÜ


Bahçedeyiz, parçaları birleştirerek ve yapıştırarak yarattığımız maketin kokusu asılı havada. Yandan çarklı nehir gülüm. Mavi. Kardeşime uçak yaptık, o da uzaktan kumadalı, sen yaptın ama aynı gün değildi sanki? O uçak havalanabilmiş miydi? Mandalina ağaçları üzerinde kısacık bir uçuş hatırlıyor muyum yoksa hafıza hileleri mi o görüntüler?

Neden bana tekne, kardeşime uçak? Neden bu kadar erken?

Güldük mü biz o gün, eğlendik mi? Hatırlamak istiyorum. Bazen yaşamak değil, sadece hatırlayabilmek istiyorum. Eğer hatırlarsam bende  eksik olanın tamamlanması mümkünmüş gibi hissediyorum.

Geçen gün dedim ki kendime, eğer hayatımı yazıyor olsam kitabın adı Nehir Gülü olabilirdi. Yaşam akıp giderken, nasıl donup kaldığımı ve o nehrin kıyısından kımıldayamadığım gibi, yandan çarklı nehir gülüne atlayıp uzaklara da gidemeyişimin hazin ve komik halini anlatmak isterdim.

Epeyce isyankar hissediyorum kendimi ve bu his yalnızca geçmişe karşı değil, hayatın tümüne direnişteyim. Don Kişot musun yahu dediğini, duyar gibiyim sevgili okur ama inan değil, sadece don ve t-shirt belki! 





16 Şubat 2025 Pazar

FARKINDAYIM


Hep yeniden mi hayat? Öyle, öyle ama gerçekten istersek öyle. Ben mi? Bilmem, her yıkılışım yenilenme gibi görünse de, durup arkaya baktığımda asıl olanın etrafında daireler çizdiğimi hissediyorum. Böyle böyle azalıyor ve belki de yine böyle böyle çoğalıyorum. Eksilen Elvan'la kabından taşan Elvan hala aynı evde, aynı bedendeler ama bir başka Elvan  daha var ki O, zaman zaman bize katılsa da ekseriyetle firarda. Bu bölünmüşlük hissi nereye kadar? Nerede hizalanır  şu üçü ve hizada kalırlar mı vallahi bilemiyorum.

Yazmak istediğimi söylüyor yazmıyorum. Gitmek istiyor gitmiyorum. Kendimi ben sandığım şeye düğümlemiş, biri gelsin çözsün diye bekliyorum. Rüyalarım mı? Orada özgürüm. Rüyalarım firardaki Elvan'ın hizmetinde; bilmediğim sokaklarda, hiç adım atmadığım evlerde ve güvenli kucaklardayım. Fakat uyandığımda yine düğüm düğüm içim.

Bazen Ferdi Özbeğen konserine gitmek istiyorum. Bilmem, öyle işte. Onu en ön masadan izlemek, şarkılarıyla kafayı bulmak, belki böylece o düğüm sandığım şeyin sadece yanılsama olduğunu gösterir bana diye bir umut işte saçma sapan.

Şöyle bir bakıyorum da ömrüm korku ve öfkeyle geçmiş.. Çok korktum ben, korktukça öfkelendim. Öfkelendikçe kaçtım. Çok yorgun bir beden, ağrıyan dizler ve un ufak olmuş duygu ve düşünceler torbasıyım. Hayat!

Neyse ya, hadi ben derse gidiyorum, hepimize iyi Pazarlar.



*Sezen Aksu, Farkındayım.

11 Şubat 2025 Salı

İSTANBUL SOVUK


Günaydın,

Eski model, sahile yakın bir binada yaşamanın nimetlerini hepiniz tahmin edersiniz di mi? Fakat bugün eziyetinden bahsedeyim azıcık. 

Rahmetli Atilla Aksoy'a neden yalıda yaşamak yeride yazın sınırlı zamanda tekne turlarıyla yetindiğini sorduğumda, boğaz kenarı rutubetli oluyor demişti. Onun gibi deniz seven birinin rutubete yenilmesine şaşırmıştım. Zira istese değil yalıyı, semti ısıtacak gücü vardı ama haklıymış Atilla Bey, insan yaşı ilerledikçe başka bir noktadan yakalıyor konforu.

Vallahi donduk İstanbul'da. Hatta şöyle söyleyeyim, ciddi anlamda plan program iptal edip evimde kalmayı, daha da abartıp kedim ve kahvemle yatak odama dönmeyi seçtim. Yani Elvan bugün yorgan, battaniye altından bildiriyor.

İstanbul sovuk. Hem hiç hatırlamadığımız kadar kafamızın içini donduracak denli soğuk. İki çorap, iki uzun kolluyla ancak normal ısıdayım. Kedim deseniz sürekli farklı kuytular arıyor evde. 

Sabah sokaktakilere bakmaya indim, canım sıkıldı. Keşke hepsini toparlayıp eve doldurabilsem. Şimdi bişiler okur, azıcık evde ertelenen işlerle ilgilenirim. Fakat konu şu ki hava soğuk!




8 Şubat 2025 Cumartesi

TO BE DEYZE OR NOT...

 

Deyze Turizm Hayırlı Cumartesiler diler. 

Ne kadar zahmetliymiş insanın gözlerini aralaması ve daha da zormuş tüm gördüklerinden sonra aynı yolda mıhlanması. 

Ben buyum; gören ve gözleri kanaya kanaya yaşamak zorunda kalanım. Hainliği, sevgisizliği, tercih edilmeyen olmayı, arkada bırakılmışlığı ve daha aklınıza ne geliyorsa insanın kendisini yetersiz, eksikli ve kurban gibi hissetmesine  çanak tutacak hikayelerin çoğunu yaşadım bin şükür!

Şimdi soruyorum kendime aynı seriden kahramanlık hikayesi çıkmaz mıydı, çıkartamaz mıydım diye? I ıh, çıkmazdı, çıkamazdı çünkü benim aşağı çekenim,  senden olmaz diyenim çoktu. Sadece onları gören, karanlığa alışmış gözlerim vardı.

İyilik cezalandırılır der büyükler. Öyle düşünmüyorum, bence insanın kendine ettiğine ayması cezaların en büyüğüdür. Bizi iyilik yaptığımız veya yaptığımızı zannettiğimiz insanlar değil, onların işine gücüne koşarken kendimizi ihmal ettiğimiz akılsız parçamızın uyanışı cezalandırır. Ceza olarak hissettiğimiz uyanıştır. Dolayısıyla insan kendinin ödül ve cezasıdır, ki Küçük Prens'de açıkça söyler gezegende tekbaşına yaşayan hakim "hiçkimse yoksa kendini yargıla!"

Burası, işte tam burası benim patinaj çektiğim yer. Bitmedi mahkemem anasını satiim, yargılaya yargılaya bi hal olup, karar alamadım gitti!

Eskisinden daha hızlı toparlandığım ve ne eskiye, ne de ana dair olur olmaz cephe açmadığım doğru. Doğru ama yetersiz. Bir sonraki hamle?

Bugüne kadar sadece ruh ve zihin sağlığımla sınanmış olmak yetemeyince şimdi bedenim ses veriyor. Adım atamadığım, gerçek kılamadığım her hayalim tek tek önüme çıkıp hesap soruyor. Beni de es geçtin diyen onlarca parlak fikir, onları yeşertmediğim baharların hesabını soruyor.

Ya akıllı bir deyze olacağım ya da mızmızlanarak süremi doldurup gideceğim... Bilemedim. 

24 Ocak 2025 Cuma

GÜNEŞ ÜLKESİ - III - DAHAB

 

Beklemekten başka çare olmadığına ikna, ezberlerimle sarmaş dolaş, biraz sıkıcı fakat kendi içimde güvendeydim. İçim dediğim yer tam olarak neye benziyordu derseniz, tanımı zor. Orada da güvende olmak dışında neşeli, yaşama dair pek bir canlılık kalmamıştı aslında. Hayat kısa devre yapan telefon hattıydı yaratıcıyla aramda. 

Uzun zamandır arıyordum. Aslında kendimi bildim bileli arayıştaydım. Aramayı iş edinenlerden, öğrenmelere doyamayanlardandım. Belki bulur gibi de olmuştum zaman zaman ama bence ben aramanın büyüsüne kaptırmış, yolculukları hadinden fazla sever olmuştum. 

Yine yola çıkıyordum. Güneş Ülkesi'nden davet almış, ufacık çantamı sakince toplayıp uçağımın kalkacağı kapıya yetişmiştim. Pandemiden sonra ilk ülke dışı uçuşumdu. Havalimanında sağıma soluma bakarken başım dönmüş, hani neredeyse bir kabuktan diğerine koşarken paniklemiş yengeç gibiydim. Etrafımdaki herkes farklı ülkelerden geliyordu ve bulunduğum noktayı düşünürsek gayet normaldi. Ancak neredeyse herkes ve tabii bende dahil Ortadoğu insanıydık. Kendi gerçeğine şaşırıp kalmış  çocuk gibi öylece hafif iç bulantısıyla izliyordum bekleme salonunu. Arada durup, yüzümü buruşturmuyorum inşallah diyerek ağzımı burnumu kontrol ediyordum. Hiç bilmediğim yerden selamlanmıştım, selamın aleyküme ne diyorduk diye  ezberlerime baktım. 

Uçağa binince sakinleştim. Sonuçta ne güzeldi yahu, yepyeni bir coğrafya açılıyordu önümde. İnsan yeni bir senenin ilk ayında daha ne isteyebilirdi ki?

Tam planlandığı gibi uçtuk. Amerikalı bir turistin ağlama krizi ve iki holigan İngilizin hafif yüksek sesi yok sayılabilirse gayet güzeldi başlangıç. Havalimanı ekşi sözlükte milletimin ağlaya zırlaya anlattığı yere hiç benzemiyordu. Gayet ferah ve makuldü, hiç zahmet çekmeden  bavulumu kapıp çıktım.

Elif'in beni alması için yolladığı şoför elinde Dahab tabelasıyla bekliyor ve gülümsüyordu. Gülüyordu ama otuzikiden epeyce az dişiyle tuhaf bir gülümsemesi olduğunu kabul edelim.  Eksik dişli ama gayet güleç abiyle arabaya binip çöllere çıktığımızda neden o kadar rahattım sahiden bilmiyorum. Korku, endişe, kaygı gibi hislerimin İstanbul'da kalmış olması tuhaftı. 

Yaklaşık bir saat süren zifiri karanlık yolda, kedi gözleri dışında tek gördüğüm dağların belli belirsiz silüeti ve Büyük Ayı takım yıldızıydı. Gözümü yıldızlardan alamıyor ve fonda çalan Mısır alaturkasının sıkı bir işkence olmasına aldırmamaya çalışıyordum.

Elif beni evin önünde karşıladı. Elif güzel sarılır. Şu hayatta tanıdığım öyle elinin ucuyla değil, essahtan sarılan nadir insanlardandır Elif. Kucaklaştık ve mis gibi temizlenmiş dairemizden içeri girdik. Az sohbet ve güzel bir çaydan sonra uyuduk. O gece ne bir rüya gördüm, ne de uykum bölündü. Sabah olduğunda gayet dinç ve neşem yerinde uyanmıştım. Heyacanlı ve aynı zamanda yumuşacıktı bedenim. Bildik sularda olmadığımı anlamıştım evet ama güvendeydim.

Sahi ben neredeydim?

İlk iki gün gerçekten bilemedim nerede olduğumu. Hayat, tanımadığım  ipliklerden dokuduğu yumuşacık şalını atıvermişti omuzuma ve ben öylece Elif'i takip eder olmuştum. Rehberin adımları acelesiz, sesi işbirliğine açık olunca ne kadar da kolaydı yeniyi  hemencecik benimsemek. 

Beğenmiştim Dahab'ı. Daha ilk anda, ilk bakışta tanıdık hissetmiş, söylesene tam olarak neyi tanıdık dersen bilemeyeceğim yerden beğenmiştim. Beğenmiştim işte.

Kaldığımız evin avlusu çok güzeldi. Sadeliğe hasret ruhum, hani bıraksanız orada öğlece güneşe ve yıldızlara bakarak aylarca durabilirdi. Çünkü içim ısınmıştı kilimlere, yastıklara, palmiyelere. Hiç filmlerde gördüğüm gibi değildi dağlar. Evet hala yabancıydı bana ama öyle sert ve ulaşılmaz değil de daha çok istersen gelebilirsin der gibiydiler. Herşey mümkün, aslında hayat güzel hissi ılık ılık damarlarımda dolaşıyordu. Her attığım kulaçta pullarını döken bir balık gibi bildiğim hayatın ezberlerini döküyordum. Sanki beni büyük balık yutmuştu da şimdi tam da burada midesi bulanmış ve sindiremediği  ruhumu kusuyordu. Çok şükür dedim, çok şükür beni çiğnememiş!

Yüzerken dönüp dönüp Elif'e bakıyor, resiflere kadar gidip dönsem de o büyülü ve derin sulara doğru yüzemiyordum. Çocuk merakı gelmişti üstüme ama yetişkinin öğrenilmişlikleri hala arkamda duruyordu.

Her yediği mi lezzetli olur insanın? O mütevazi, hatta hafiften salaş ve gösterişten uzak mekanlardan çıkan tabaklara her defasında hayret ediyordum. Sadece yemeklere mi? Havanın ağır gelmeyen ısısına ve tertemiz kokusuna ne demeli? 

Daha ilk sabah, ilk kahveyle selam verdim İsis'e. Geldim, buradayım dedim. Kalbimde, alnımda, tam tepe çakramda şefkati vardı. Üzeri gümüş iplikçiklerle parlayan denize ve beni bir an bile yalnız bırakmayan sokak köpeklerine durup durup sarılmak geliyordu içimden. Buzları çözülüyordu dona kalmış yerlerimin. 

Hemen ikinci sabah yine koşa koşa gittim güneşin doğuşunu izlemeye. Yalnız da değildim. Benden başka hayranları vardı gündoğumunun. Özellikle sokak köpekleri hiç kaçırmıyorlardı bu anı. Dünya'nın dört bir tarafından gelmiş ve sabah sporunu yapan dalgıçlar, öylesine nefes almaya çıkan turistler, akşamdan kalma gençler ve gizemli bir kadın. Hep birlikte izliyorduk. Kimsenin bir diğerini duymadığı, yumuşak sesleri vardı sabahın. Hafif serin ama üşütmeyen rüzgar, usul usul yükselen güneş ve biz.

Nicedir güzelliğinden ve görkeminden etkilendiğim ve hakkında öğrenmelere doyamadığım güneşle nihayet, üstelik onun ülkesinde göz göze gelmek inanılmazdı. Yaşadığım şeyi uydurmadığıma ikna olmak için birkaç sabah tekrarlamam gerekti ama kesinlikle atmıyorum; Mısır Güneş'in anavatanı bu gezegende.

Herşey büyülüydü Dahab coğrafyasında. Kullanmadığım, uzun zamandır itimat etmediğim ve körelmiştir artık dediğim duyularım canlanmış gibiydi. Kokulara, renklere, seslere dikkat kesilmiştim. Ama yetmezdi tabii, hayat bir kere eteğinden dökmeye başlamıştı hediyelerini. Ertesi gün Mısırlı bir kadının ses atölyesine davetliydi Elif. Gider miyiz birlikte dedi, tabii gideriz dedim. İyi ki de gittik. O beklenmeyenin sürprizi diyebileceğim birkaç saati galiba ayrıca anlatmalıyım. Sadece şunu söyleyebilirim, şarkı söylemek lazım.

Dahab insana unuttuklarını hatırlatan, kendini denizle, toprakla, güneş ve ayla ritim tutturmuş hissettiren bir yer midir derseniz, bence kesinlikle evet. Sırf bu yüzden, gezegenin yaşayanı, canlısı olma hissi Dahab'ta çok güçlü kucaklıyor insanı. Elbette tatilde olmanın, ev sahibinin yumuşaklığının ve her yediğimizin içtiğimizin lezzetli oluşunun algıda payı büyüktür ama yine de omuzları indirip, beklentisizce günü yaşamak tarifi kolay olmayan bir his.

Dahab'ta oldukça güzel bir otelde geçirdiğimiz gecenin de ayrı güzelliği vardı. Günbatımını plajda izlemeyi çok özlediğimi fark ettim. Ve tabii Ay yükselişini de. O gece Elif'le yemeği hafif kaçırmış olsak da geriye yumuşacık bir plaj ve denizin huzur veren görüntüsünün yanı sıra Elif'in bir günlük kaçamağımıza damga vuran şeker pembesi elbisesi kaldı. Elif'in cazibesi ses atölyesi gibi ayrı bir yazıyı haketse de şunu yazmam şart; kesinlikle dayatılan estetik anlayışının dışında bir kadın Elif ama cazibesi neredeyse başımıza belaya sokuyordu:)) Zira dişil enerjinin cazibesiyle ezbere bağlanmış güzellik ölçüleri arasında hiçbir bağlantı yok. Bunun en canlı kanıtı da Elif bence. Tatil boyunca biriktirdiğimiz en sevimli anılardan biri şüphesiz Elif'in cazibesiydi. Otelden eve dönerken bindiğimiz aracın şoförü hala rüyalarında Elif'le duş almıyorsa bende Elvan değilim! Üstelik Elif kesinlikle masumdu. 

Sonraki günlerde Dahab'ın gün doğumlarını tıpkı Bodrum'da yaptığım gibi büyük bir hevesle izlerken her defasında denizin ve rüzgarın aniden hareketlenmesine ve coğrafyaya özel bu gizemli duruma hayran oluyordum. Eğer güneş bu denli etkiliyse şu ucu bucağı belirsiz Kızıl Deniz üzerinde, kimbilir neler olmaktaydı bedenimin her yanını dolaşan kanımda?

Bilimkurgu filmlerinden sahneler geliyor aklıma, hani güneş veya ışık hüzmeleri insanı olduğu yerden alıp kendine doğru yükseltir ya, tam olarak öyle işte, insan güneşi izlerken ışığa sokulmak, yanaşmak istiyor.. Hatırlayamadığım ritüelleri olmalı güneşin. Anımsıyordum, seziyordum ama ayrıntı yoktu zihnimde. Sadece ona bakmam, onu hissetmem ve ilk ışıklarını mümkünse alnımın, kalbimin önünde karşılamam gerekiyordu, bu kadarını anlamıştım. Bi haller de olmuştu bana aslında çünkü uluorta selamlıyordum güneşi ve benim için bu ritüelin bir adı bile vardı Surya "Ra"maskar.

Garip garip hisler, ışık oyunu mudur yoksa bir tür galaktik kontak mı bilemediğim görüntülerle yarı masal yarı gerçek izledim durdum güneşi.

Tekrar gerçeğe dönersek akan gündelik hayatta kendine has, ülkemde bilmediğim bir vicdanı ve acıta acıta göze sokulmayan seçimleri var Dahab'ın. Mesela tüm özel araçların yerli ve turistler tarafından taksi olarak kullanılabildiği, en pahalı yerlerde insanların sokak hayvanlarıyla yan yana oturabildiği ve hayvanların siz vermediğiniz takdirde yemeğinize musallat olmadığı fantastik bir yer. Hatta şöyle söyleyeyim Elif'in kendiliğinden gelen ve eve yerleşen bir kedisi bile vardı orada, adını Bukedi koyduk. Yumuşacık huyu olan, kucak seven, sadece çok açsa yemeği verilene dek yaygara yapan bir Mısır kedisi.

Herkes kendinin sahibi Dahab'da. Üst baş önemsiz. Mücevher yok. Fakirlik dilencilik değil, varlıklı olmak da bir gösteriş konusu değil. Bolca doğal ürün ve lezzetli şaraplar var mesela. Kadınlar, çocuklar ve sokak hayvanları güvende. Sarkıntılık, yakaran dilenciler falan yok. Aksine erkekler göz kontağı konusunda çekingen, ip bilezikler satan çocuklar da oldukça sakin ve rahatsızlık vermeyen türden.

Benim ilk ziyaretimden ilk dökülenler bunlar olsa da bir süre sindirdikten sonra tekrar tekrar yazar ve ilk yakaladığım fırsatta oraya dönerim gibi geliyor. Zira ne güneşe doydu ruhum ne de denize. Üstelik Musa'nın dağına tırmanmadan döndüm, geri gidip o işi halletmem lazım.

Bi de ricam olacak, aman sağda solda Dahab çok güzel demeyin, oralarda bizden birilerini görmemek ne yalan söyleyeyim bana pek iyi geldi:))







23 Ocak 2025 Perşembe

GÜNEŞ ÜLKESİ -II- SÜZÜLMEK, DEVŞİRME BİR TAŞ GİBİ ( Bodrum Günlüğü, sansürsüz notlar )


Aslında yüzmüyorum daha çok süzülmek, belli belirsiz kımıldamak yaptığım. Bulutları, denizin sathındaki hareketlerini izliyorum. ÇOCUK heyecanı var üzerimde. Sabah, kasabadaki turistlerden ve hatta yerlilerden erken, emekli kale müdürü Oğuz Amca ve Cengiz Kaptan’dan geç varıyorum sahile. Arşipel’in başka denizlere asla değişmeyeceğim, insanı sıkmadan kucaklayan kollarındayım.


Fırtına bulutları küme küme dizilmiş gökyüzünde. Tam tepemdekiler pamuk yığınıyken az ötedekiler gri dumanlı tül perde. Güneşin ilk ışıklarıyla sudayım. Kaleyi seyrederek yüzüyorum. Unuttuklarımı hatırlamak ister gibi, gözlerimi ayırmadan bakıyorum taş duvarlarına. Neyi unuttuğumu merak ediyorum. Vaktiyle ellerimle ördüğüm duvarları şimdi aşamıyorum. 

Seziyorum; benim sırrım, hazinem taş duvarların arkasında.

Uzun zaman önce ağzına çaput tıkadığım çocukluğumun üç günde güvende hissetmesini beklemiyorum. Yavaş yavaş sokuluyorum geçmişe, zihnimin konuşmasına fırsat vermeden seyrediyorum gündelik yaşamı. Kale sadece sembol. Karaada, tekneler, rüzgarın önünde koşan bulutlar, Göktepe hepsi ipucu; içine neşemi, gözyaşlarımı ve beni ben yapan her şeyi gizlediğim, evime uzanan yolu gösteren işaretler.

Kale duvarına yerleştirilmiş devşirme taş ya da sürüsüne geri dönmüş kurt gibiyim. Hem bir parçası olduğum, hem de hala kımıl kımıl huzursuzlandığım tüm bu bildik kokular ve renkler yeterince sabır gösterirsem benimle konuşur mu? Kabul edilir miyim buralarda? Ben bunu bekleyebilir miyim? Sabredersem evimin yolunu hatırlar mıyım?

Arşipel'in bu kıyısına ne sebeple  gelip, hangi bahaneyle ayrıldığımızı ve içinde yaşadığım hayata ne vakit tıkıştırıldığımı merak ediyorum. Hangi duvardan söküldüm, temellerim nerede benim? Oraya dönmek, orayı görmek istiyorum.

Ertesi Gün

Ne hissettiğimden hatta bir şey hissedebildiğimden emin değilim. En belirgin duygum öfke. Uzun zaman önce ezberletilen bir şiiri gibi kırgınlığım. Ezberden okuyorum fakat ne hakkında olduğunu bilmiyorum. Dudaklarımdan dökülen kelimeler, kulaklarıma yabancı. 
Diğerlerine ulaşma çabamdan vazgeçtim. Artık herkesin bir yerlerde takılıp kaldığını, farklı sebeplerle donduğunu ve bunu çözemeyeceğimi biliyorum. Benim derdim kendi takılmışlıklarım. Hayatı su arkına ve bize verilen zamanı akıp geçen suya benzetirsek, yolumu tıkayan, beni yavaşlatan çalı çırpıyı temizlemeye çalışıyorum.

Dün sabah ağlayarak, bu sabah şarkı söyleyerek yüzdüm. İki sabah arasındaki tek benzerlik güneşin doğuşuydu demek isterdim ama değildi. Güneş her sabah aynı noktadan doğmadığı gibi, her doğuşunda aynı şekilde parlamıyor. Bunu bilmek için sabah erken kalkıp onu uzun uzun beklemek ve sonra an be an izlemek gerekiyormuş. Yoksa bu bilgiyi nasıl paylaşabilirdim ki?

Dün sabah beni hüzünlendiren ve gözyaşlarımı denize karıştıran ışıklar nasıl içimi yıkadıysa, bu sabah aynı şeyi müzik yaptı. Çeşmenin başında kah yıkanıyor, kah kana kana su içiyorum. Geçmişin çeşmesindeyim fakat akan su taptaze. 

Babamı düşünerek yüzdüm dün sabah. Ona dedim ki içimden “eğer gittiğin yerde, var olduğun boyutta şu an kalbimin en derin yerinde seni hatırladığımı sezebiliyorsan ne mutlu. Gözlerim gözlerin, hissettiklerim hissettiklerin olsun.”
Bişi demedi, sustu sandım. Ama konuşması için bir beden lazımmış. Kaptan Cengiz’in anlattığı hikayeyle selamladı beni babam. 

                                         Surya/RA Namaskar

Sabah gözümü açtığımda saat altıydı. Terlemiştim. Rüyamda eski sevgilimi eşek sudan gelene kadar dövdüğümden epeyce bitkin uyandım. Bizimki de ne hikayeymiş arkadaş! Aradan geçen bunca yıldan sonra hala yenişememiş olmak ve gece gece insan dövmek nedir? Nasıl bir açık hesaptır ki ne zaman azıcık gevşesem, kusuyor zihnim hazmedemediklerini.

Ama biliyorum, ben düşündüklerim değilim. Ben yaşadıklarım da değilim. Ben, bütün bunların çok daha fazlası ve bütünün eşsiz parçasıyım. Biliyorum çünkü aynı sabah gün doğumunu izlerken Mısır’ın kutsal güneşiyle selamlaşıyorum. 

Her sabahkinden erken vardım sahile. Hemen soyundum, taktım kulaklığımı, açtım müziği. Deniz sakindi. Ne rüzgar vardı, ne insan. Sadece yüzerken çıkarttığım sesi duyuyordum. Ben ve deniz. Birden mutlu hissettim. Duygulandım. Karşı dağın eteklerindeki bembeyaz evlere baktım. Muhtemelen herkes uyuyordu. 

Babamı düşündüm. Bütün kalbimle şu an burada, bir zamanlar onun da çok severek yüzdüğü sularda, üstelik tıpkı onun gibi erkenden denizde olduğumu bilmesini diledim. Belki başka bir boyuttaydı, belki yeniden bedenlenmişti. Her nasıl yürüyorsa o işler tam da öyle olmasına razıydım. Onu özlediğimi, burada olduğumu ve mutlu hissettiğimi bilsin istedim. Belki bir kuş cıvıldar başının üzerinde gülümsetirdi onu, ya da rüzgar kitabının sayfalarını karıştırırdı? Artık hangisi uygunsa dedim içimden, beni bilsin, biri onu çok sevdi, hala da seviyor hissetsin yeter.

Sonra dağın arkasından aydınlanan gökyüzünü fark ettim. Güneş doğmak üzereydi. En son nerede ne zaman gündoğumu izlediğimi anımsayamadım. Tüm dikkatimi doğmakta olan güneşe, aydınlanan güne verdim. Sanki ilk kez gündoğumu gören biriydim. Gözlerimi hiç kırpmadan, başımı başka yöne çevirmeden beklemeye başladım.  Ilık Eylül denizinde belli belirsiz kımıldayarak bekledim. Bekledim. Tüm benliğimle babamı düşünerek ve güneşi izleyerek öylece keyfine vardım anın. Güneş gözlerimin içinden kalbime aktı sanki. Ciğerlerimdeki buzu çözdü, iki kaşımın ortasına yerleşti. Bir iki damla yaş süzüldü yanaklarımdan. Neden bilmiyorum, sanırım yaşamak iyi geldi. Özlem bile olsa, sahici bir duyguya öyle hasretim ki. 

Kaptan Cengiz

Sabahları yüzmeye geliyor kör kaptan. Bazen eşi, bazen komşusu tatlı bir hanım eşlik ediyor ona. Çok konuşuyor. Durmadan anlatıyor. Ona yakalanmamak için usul usul çıkartıyorum sandaletlerimi ve sessizce giriyorum suya. Çünkü günün en güzel saatini susarak yaşamak istiyorum. 
Babam, ben ve güneş kavuştuktan sonra gittim kaptanın masasına. Çok tatlı, ufacık bir anısını anlattı babamla ilgili. Buraya geldiğimden beri ilk kez babamdan bahsediyor biri. Kulak kesildim.

“Çok akıllı adamdı. Köylülere kök boya yapılacak bitkileri toplatır, yünleri boyatır ve kendi çizdiği halıları dokuturdu” dedi. “Özellikle Konya Ladik. O dönem çok satan halılardandı ve bana satmasını istedim. Çünkü onun halılarını beğenen ve almak isteyen bir tüccar vardı ve biz arkadaşız diye alış verişi benim yapmamı istemişti. Sordum kaça verirsin bana Konya Ladik dedim. Yüz lira dedi. Peki üç tane alsam? O zaman tanesi yüz elli dedi. Şaşırdım. Ama neden diye sordum. “Eğer bir tane isteseydin kendine aldığın ve arkadaşım olduğun için uygun fiyata verecektim ama belli ki sen birilerine aracısın. O halde ticaret olarak düşünmeliyim.”

Kaptan Cengiz’in babamla yaşadığı bu hikaye acaba neden o sabah gelmişti kulağıma? Yoksa babam beni duymuş ve dostla ticaret yaparken nazik ve dikkatli olmayı mı hatırlatmıştı? Kim bilir?

                                      Işık ve Suyla Dans

Bugün dünden kalan en ufak bir düşünce, ufacık bir his olmaksızın vaftiz havuzuna girer gibi usulca girdim suya.  Sevinçliydim, gün doğumu yakalamıştım. Yıllarca neredeyse bir kez bile güneşe bakmamış ben, nedense dün sabahtan sonra mutlaka gerçekleştirmem gereken bir ritüele rahip olarak atanmışım gibi heyecanlandım. 
Ra’nın gözü. Göz göze geleceğimiz an için mutlu bir yunus gibi sıçraya, yuvarlana yüzüyordum. Dönüp dönüp yükselen güneşe baktım, tek bir saniyesini bile kaçırmamak için dikkat kesilmiştim.

23 Eylül 2023

Bu sabah yüzmeye gitmedim. Belki yine bana iyi gelenden kaçıyorum…. İnsan ne saçma bir labirent!

28 Eylül 2023

Yıllardır yüzmediğim kadar yüzüp, konuşmadığım kadar konuştum kendimle. Ne bu kadar hoş sohbet bilirdim kendimi, ne de bu denli ağırbaşlı. Hoşlandım zihnimin konuşmaya can atan ve susmaya hevesli dengesinden.

Fistolu etekleri oluyor bazen denizin. Bazen de uzun, ipekli elbisesi. Her durumda yüzüm eteğinde. Öpe koklaya izliyorum güneşin yükselişini.
Gün doğumu bende son zamanlarda. Ben bekliyorum onu dağın önünde. Kollarımı açıyorum doğuya bakarak, ışıklarının tam alnıma ve kalbimin ortasına geldiğini hayal ediyorum. Öyle bir arzu ve düş gücü ki hissettiğim, sahiden inanıyorum; bir sabah kalbimdeki
buzlar eriyecek ve hiç susmamacasına şarkılar söylemeye başlayacağım. İşte o zaman suyun içinde gizli gizli dans eden bacaklarım ve kollarımla sokaklarda, caddelerde, hayatın tam ortasında hoplayıp zıplayacağım.

Çocukluğum var benim bu limanda. Şişeye konmuş, açık denize bırakılmış anılarım. Yaşadıklarım, hayal ettiklerim. Sevdiklerimin ayak izlerine basıyorum. Mendirekte gitar sesleri, Raşid’de içilmiş kırk sene hatırlı kahvelerimiz var. En sevdiğim sesler mİ? Onlar da burada; kalenin arka kapısında şakıyan bıldırcınlar. Ağaçlara saklanıp ortalığı şenlik alanına çeviren serçeler ve günbatımına çok yakışan kargalar. Bir de mandar sesi. 

Oraya dönmem gerekiyor. Taşları kırmak dökmek değil, duvarın arkasını görmek istiyorum. Kalbime usul usul üflenen rüzgarların, bedenime değen lodos dalgalarının biraz daha sürmesi gerekiyor. Kalbimin açılması için zamana ihtiyacım var. Zamanın en değerli yerinde durmalıyım, şimdide.


Devam Edeceğim....






22 Ocak 2025 Çarşamba

GÜNEŞ ÜLKESİ -I-

İçim kararmıştı. Gölge uzun, güneşten kaçışım ezberdi. Öyle ki ışık sadece kelimeydi ve ben neden saklandığımı unutmuştum. 

Günler tekdüzelikle birbirine bağlanırken, o gün Güneş Ülkesi'nden davet aldım. Aldığım gibi kabul ettim. Şimdiye kadar sergilediğim tavırdan oldukça farklıydı bu durum zira kararsızlık hayatta en iddialı olduğum alandı. Ama hiç tereddütsüz bir evet çıkmıştı ağzımdan.

Son güne kadar çıkabilecek her aksiliğe razı, yine de gayet hevesle hazırlandım. Sonuçta bir yıldız, üstelik gezegenim üzerinde epeyce etkili bir yıldız davet etmişti beni. Yani gidemesem bile o daveti almıştım ya zaten halihazırda fazlasıyla mutluydum.

Şimdi siz neyin nesi oluyor yıldızdan davet almak falan dersiniz, biraz anlatıyorum o zaman, ama biraz.

Bundan çok çok uzun yıllar önce kıymetli bir dostun yazlığında balkonda tekbaşıma oturuyordum. Günbatımıydı. O vakitler ev arkadaşı olduğum Külkedisi aramıştı. Telefon konuşmamız sırasında içinde bulunduğumuz ruh hali nedeniyle birkaç kez, "evrene gönderelim, evren bizi duysun" gibi laflar etmiş olmalıyız ki, daha yerime oturmadan sokaktaki çalılıktan "evren sizi duydu hanımefendi" diye seslendi biri. Şaşırmıştım. Zira görünürde kimseler yoktu. Sokak tarafına doğru başımı uzatınca benden yaklaşık yirmi yaş büyük ama oldukça dinç ve güleryüzlü o adamı gördüm. Üzerinde basit plaj şortu ve beyaz tişört vardı. Bak ne gariptir o zaman da bilmediğim yerden hareket etmiş ve balkondan inip adamla sohbete başlamıştım. Bana kitabını hediye etmek istediğini söyledi; Küçük Prens 3 Einstein 0. Kitabın adı buydu. 

Uzatmayalım, kitabı aldım, ertesi sabah gün doğumunda yoga yapmak üzere sözleştik. Bir yabancı ve ben sabah körü sahilde buluşacaktık! Hiç Elvanlık davranışlar değildi bunlar. Velhasıl o vakitler gündoğumu beni sadece görsel anlamda etkileyen birşeydi, o da ucundan. Fakat sohbet ilginçti. O sohbette bana Siriuslu olduğum, babam tarafından gezegene getirildiğim söylendi, sene iki bin sekiz. Haaa dedim içimden demek ben bu sebeple kendimi hiç evde, yuvada hissedemiyordum. Bak sen! Ama yetmezdi, başka başka açılımları da olmalıydı bu buluşmanın ve oldu da. Ustamla Ergun Bey tanıştılar. Pek hoşlanmadılar birbirlerinden. Sonra Ergun Bey bir arkadaşımın dayısı, kelli felli avukat, hatta Kalamış'dan mahallelimiz çıktı ve inanılmaz hikayesiyle beni şaşırttı. Tam bir ferrarisini satmış bilge duruyordu karşımda.

Velhasıl o hikaye orada kaldı. Ben Ergun Bey'in asistanlık teklifini nazikçe reddedip yoluma gittim. Yoluma mı gittim? Belki de bir kez daha yolumu kaybettim?

Bunu neden anlattım, çünkü o rivayete göre Sirius adındaki yıldızdan gelerek Dünya'da bedenlenmiştim. İyi de niye? Başkaları da olmalıydı ama kimdi onlar? Neredeydiler?

O seyahatte çok yakın dostum Jasmin'in babası vefat etti, zaten civarda olmamın sebeplerinden biri de ona destek olmaktı. Blog okuyucuları belki hatırlar, onların vedası için Balıkçının Kızı ve Paslanmaktan Korkan Şövalye adındaki hikayemi yazmıştım. Ve ne ilginçtir ki arkadaşımın babası şu yıldız, galaksi konularına hiç uzak değildi. Üstelik cenazesinde benim etkin bir rolüm olmuştu. Şimdi düşünüyorum da acaba aynı yıldızdan mı gelmiştik?

Bütün bunların üzerinden yaklaşık on beş yirmi yıl geçtikten sonra Bodrum'da uzun kaldığım, bugünden yaklaşık on beş ay önceki tatilde hiç böyle şeyler düşünmezken güneş tekrar görünür oldu... Fakat bu defa onunla ilgili algım bambaşkaydı, zira sadece doğanın seyredilesi güzelliği olmadığını, çok daha fazlasını barındırdığını sezmiştim. Yine de adını koyamıyordum.

Her sabah koşarak gündoğumu izlemeye gider oldum. Üstelik tam güneş doğmadan az evvel suya giriyor ve onun dağın ardından yükselişini çocukça ve hiç tanımadığım bir sevinçle, sanki birbirimizi vaftiz ediyormuşuzcasına bekliyordum. Bazı sabahlar yataktan kalkmakta tereddüt ettiğimde bile ne yapıp edip vazifeli gibi yetişiyordum gündoğumuna. Böylece haftalar geçti.

Tuhaf bir sıcaklık, hatta neredeyse içten içe genişleyen mutluluk hissediyordum. Güneşi alnımın ortasında ve kalbimin önünde algılayarak ona uzun uzun bakıp gözlerimi kapatıyor ve ışık oyunlarının güzelliğine inanamıyordum. O tukuvazlı, turunculu renk cümbüşünde görmüştüm İsis ankını. Büyüleyiciydi.

İstanbul'da Ela ile birlikte ilgilendiğimiz, bir süre evimde baktığım kediciğin adıydı İsis ve gezegende en uzun tapınım gören tanrıçaların neredeyse en kudretlisi. Zaten kediciğe de bu dirayetinden yola çıkarak İsis demiştim.

Öyleyse elde var kara kedi İsis, Siriuslu olmak, İsis Ankı ve Gündoğumu ve veya güneş.

Yavaş yavaş puzzle tamamlayan biri gibi güneşin peşine düşmüştüm. Nerede olursam olayım iki arada bir derede güneş kültü hakkında okuyor ve filmi geriye sardıkça bildiklerime hayret ediyordum. Gizemli fakat eşsiz bir oyuna davet almış gibiydim. 

Duydunuz mu hiç, daha sonra Doğu Roma'nın başkenti olarak bilinecek olan KONSTANTİNOPOLİS 'in kurucusu I. Konstantin ölüm anındaki vaftiz törenine kadar Güneşe tapardı? Anadolu'nun en büyük değerlerinden olan Mevlana Celalettin Rumi'nin entellektüel anlamdaki tüm bilgisini, ezberini sıfırlayan ve onu bambaşka alemlere davet eden Şems idi. Tebrizli Şems. Tebriz'in Güneşi.

Peki Atatürk'ün en önemli projelerinden birinin adı? Güneş Dil Teorisi.

Ya Masonların muhakkak bir kutsal kitabın üzerine bağlılık yemini istemelerini neye bağlamalıyım? Neden illa biri değil de hepsi makbul?

Yanıldığımı düşünmüyorum. Bence boşuna değil bütün o sevgi, ışık ve birlik lafları. Ama neyi sembolize ediyorlar? Bir yere kadar açık olup, sonra gizlenen bilgi ne? Buralarda hem yeniyim, hem  heyecanlı.

Bunca lafı etmemin nedeni de Güneş Ülkesi'nden henüz dönmüş olmam. 

Size göre bütün bunlar tevafuk olabilir, belki de haklısınızdır ama ben öyle olmadığına her an daha da iknayım. Kocaman ve büyüleyici bir sistem var ve siz ona kavuşmayı yürekten istediğinizde usul usul aralanan perdeler var. Vaktinden önce gelen delilikle sınanmamak ve günlerce karanlıkta kalıp aniden ışığa ulaşan biri misali gözleri kaybetmemek için usulca yürünmesi gereken bir yol var, hissediyorum. Maddeden manaya, Dünya'dan güneşe, dışarıdan içeriye...

Ne dersiniz?

Devam edeceğim....