11 Aralık 2024 Çarşamba

KIMILDAMAK, SEVGİYE EĞİLMEK


Her zaman sezgisel olarak bildiğim ancak kelimelere

dökemediğim şeydir kımıldamanın büyüsü.....

Ben kımıldadığımda yaşamın hareketlendiğini, harekete katıldığımda canlılığımın arttığını biliyorum. Öyle derinde, o kadar içimde ki hayata dair kayıtlar,  tek sorun kelimelere dökmek.

Ritim diye birşey var gezegende. Bizi korkutsa da fırtınalar ve dev dalgalar, onların bile, hatta özellikle onların inanılmaz bir ritmi, kusursuz işleyen evrensel matematiği var. İnsan hiçbir şeyin önünde eğilmese bile bu tılsıma secde edebilir. Zaten doğaya bakarsanız yaratılmış herşey birbirine eğilir. Çiçekler otlara, otlar ağaçlara, ağaçlar rüzgara....

İnsan peki, insan neye eğilir? Ya da neye eğilirse bu kusursuz ritmin içinde yuvasına dönebilir, kendi içine yerleşebilir?

İnsan sevgiye eğilmeli... Edebiyattan, kişisel gelişim masalından veya İsa'dan yola çıkarak değil, kendinden başlayarak sadece ve sadece sevgiye eğilmeli.

Kendimizi sevmiyoruz. O kadar uzun yıllar önce özümüzle ayrılmış ki yollarımız, yedi yirmi dört can cana yaşadığımız "ben" kim, bilmiyoruz. Bir adı var doğru, ona seslenildiğinde cevap verdiği de doğru ama asıl olan, o kıyafetin içinde kuytuya köşeye sinmiş sırasını bekleyen, sesi kısılmış, göremez, duyamaz hale gelmiş olan kim, işte onu hatırlamıyoruz.

Bize kabul görmenin bedeli ödetiliyor. Annen, baban, kocan, evladın, patronun, komşun sevsin diye halden hale, kılıktan kılığa gire gire insan yolda yitiriyor kendini. Bana öyle olmuş mesela, yolda, kim bilir hangi hikayenin kaçıncı kavşağında öksüz bırakmışım kendimi. Bilsem neredeyim, gidip alacağım kendimi ama  hatırlayamıyorum.

Ben anladım. İnsan önce kendini bulmalı. Alıp eve getirmeli. Bi güzel karnını doyurup, banyoya sokup yıkmalı. Ona giymekten mutlu olacağı pijamalar vermeli ve birkaç gün dinlendirmeli. İnsan bir kaseti geri sarar gibi sakince kalemi takmalı yuvaya ve geri sarmalı. Sonra da teybe takıp durdura durdura dinlemeli kendi hayat şarkısını. 

Kendimizi yitirdiğimiz yer, içimizdeki kuşların sus pus olduğu andır, insan o anı, kuşları kaçırtanı bulmalı. 

Sonra kuşları eve dönmeye ikna etmeli. İnsan ancak bu şekilde eve dönebilir.


7 Aralık 2024 Cumartesi

YENİ YIL YAKLAŞIYOR

 

Günaydın,

Hepimize güzel bir hafta sonu olsun. 

Son iki haftadır adını bilemediğim, aslında içinde ne ettiğimi de pek bilemediğim biçimde koşuşturuyorum. Galiba bu hem hoşuma giden, hem de azıcık yoran temponun başlama noktası Çanakkale'deki zeytin hasadı oldu. Oradaki yenilenme, yeni birşeyler öğrenme bana iyi geldi. İçinde olduğum ortamda uyumlu ve işe yarar hissetmek atıllık, kendine öfke gibi duyguları sakinleştirdi. Sonrasında Konya'da da benzer sakinlikte vakit geçirince arada seyahate çıkmak gerektiğini anımsadım muhtemelen. İnsanın tazelenmesi, mekan değiştirmesi duygu ve düşüncelerini de berraklaştırıyor. 

Velhasıl şehirdeki yaşama akşam derslerini eklemenin katkısı da büyük oldu. Bir yandan dersler, öte yandan yapılacak işler listesi derken yılun son ayı hareketlendik. Ne güzel, kimsenin kımıldamakla ilgili sıkıntısı yok çok şükür.

Yeni seneye dair kararlarım yok ama arzularım var. kendimde, yaşam biçimimde, etrafımda iyi kılmak istediklerim, üzerinde düşünmek ve çalışmak istediğim konular var. Bakalım bütün bunlar nasıl, ne hızla mümkün olacak, ne kadarını oldurabileceğim?

Bırakmak istediklerimi bırakıp, eklemek istediklerimi ekleyebilecek miyim? Göreceğiz.

Bugün mü? Evimi toparlayacağım ve kendimle ilgileneceğim. Ya siz?

30 Kasım 2024 Cumartesi

"KÜN" DEDİM OLMADI!

 

Olmak, bilmek, öğrenmek, uyanmak... Fiil mi? Her manaya çekilebilen bu fiilleri neden içime çekip onlara hükmedemiyorum? Hani ben ol dersem olacak, bildim desem bilecek, gözümü açınca uyanacaktım?

Olmuyor. Oldurmaya çalışmanın manasızlığı artık gözüme batmayı bırak, gözümü oyuyor.

Durmak, damıtmak, hasat etmek kelimeleri dönüyor zihnimde. Belki o dönüşten mide bulantım, belki de yaşadıklarımın hazımsızlığından.

Nicedir, ama uzun bir zamandır ilişkilerim beni doyurmaz oldu. Ruhumun açlığına çare bulamaz, bedenimi oradan şuraya sürükler oldum. Yoruldum. Sıkıldım. Bıraktım. Vazgeçerim sandım. Sadece eksik kaldım. 

Haksızlığa sessiz kalınmasından, hiç düşülmemiş gibi ayağa kalkılmasından, "ah ya, geçmiş olsun" cümlesine erinilmesinden bezdim. Halden anlamayan, hali tavrı ancak paralel evrende makul olan en yakınlarımla mesafelenmek zorunda kaldım.

Ne kendimi olanı olduğu haliyle kabule ikna edebildim, ne diğerlerini. Bırakmanın tek çare olduğuna neredeyse iknayım.

Ve bu sabah öğrendim ki KÜN Arapçada "ol" iken eski Türkçe'de "gün" imiş, "güneş ışığı" imiş. Tevekkeli değil boşuna uğraşmışım oldurmaya, ışıkmış eksiğim.


29 Kasım 2024 Cuma

KAN KOKUSU ALMIŞ GİBİ UZUYOR DİŞLERİM TIRNAKLARIM.

 

Tek tek söksem dişlerimi, taşlara sürte sürte törpülesem de tırnaklarımı olmuyor, defalarca kafasını koparttığım öfkem her çaresiz hissedişimde beni ele geçiriyor. Üstelik beni bu hale düşüren hep aynı tuzak, avlayan hep aynı avcı oluyor. İnsan yedi kat ele değil, yakın bildiğine almıyor gardını.

Dayım öldü benim. Hala içime sinmiyor ölümü, hala daha fazla ne yapabilirdim diyor içimdeki ses. Ben kendi muhasebemde hata ararken, birilerinin kendilerini aklamış, üstüne haklı çıkmış olmalarına inanamıyorum. 

Ailem açık yaram benim. 

28 Kasım 2024 Perşembe

KONYA

 

Konya hakkında çok yazdım, hatta bence yeteri kadar yazdım. İlk gidişimden başlayarak bolca Mevlana hikayesi ve Selçuklu mimarısı güzellemesi yaptım. Fakat Konya şaşırtmaya, beni sürprizlerle şımartmaya hiç ara vermedi. Başka sunacak neyi kalmış olabilir ki, bildiğim yere gidiyorum desem de, hep bir bilinmezi vardı ona olan ilgimi tazeleyen.

Bunca yıldan sonra turist değilim Konya'da. Elbette türbe ziyaretini hala seviyorum ve kesinlikle önceliğim ama artık eşim dostum  da var  bu şehirde. Onları görmek, beraberce çarşı pazar gezmek veya öylece evde oturmak benim için kafi. 

Belki bu sebeple anlatabileceğim Konya bitti. Mevlana'nın sözlerinden, Şems'den anladıklarım anlatılamaz hale geldi. Sadece şunu söyleyebilirim müthiş bir belediyecilik var şehirde. Anadolu'nun ortasında yükselen bir değer olmaya aday Konya. Dev kütüphaneleri, Selçuklu'ya hakkı olan itibarı iade edişiyle Konya ilerleyen yıllarda tıpkı Eskişehir gibi bolca konuşacağımız şehirlerden olacak.

Et yemekleri sevenlerin gurme şehri olur mu bilemem, çünkü etten pek anlamam ancak değerlerini canlandırmak ve yeniden görünür kılmak için hevesliler. Hiç kolay değil bir şehre kaçıp gitmiş ruhunu iade etmek ancak mümkün. Eğer yeterli çaba gösterilir ve doğru projelendirme yapılabilirse neden olmasın?

Benim orda yaşayan iki kıymetli insanım bu konuda canla başla çalışıyorlar. Adnan Küçük ve Celaleddin Berberoğlu. Her ikisi de işinde gücünde, örf ve adetinde inançlı insanlar. Bana sorsanız sadece Konya'nın değil, ülkenin aydınlık yüzünü temsil ediyorlar. Çünkü seküler kesimin de, muhafazakarların da bilmediği bilmek istemediği bir yerde duruyorlar, makul ve uzlaşmacı zeminde.

Onlarla görüşmek bana hep üçüncü ve orta yolun mümkün olduğunu gösteriyor. Kendimizi ararken yürüdüğümüz yollar ve yolda olma biçimlerimiz farklılık gösterse de çok iyi biliyoruz ki niyetimiz bir. Amaç anlamak ve anlatmak, amaç konuşarak hatta bazen susarak diğerini kendi penceremizden bakmaya, o manzarada birlikte hissedip yeniden değerlendirmeye davet etmek. Bu sebeple seviyorum zaman zaman Konya'da olmayı. Hr defasında şansıma şükrediyorum hayatın beni onca dükkan arasından dedemin dükkanına götüren planına. Velhasıl benden Konya yazısı çıkmaz bu saatten sonra. Olsa olsa bu kadar.

26 Kasım 2024 Salı

HASAT -III-

 

Yeni kariyerime doğru hamle yaptığımdan habersiz kahvemden son yudumu aldığım an Senem sesleniyor "hadi" ve başlıyoruz yaymaya. Yaymak denilince malum akla ilk gelen yayılıp oturmak olsa da biliyorum ki buradaki anlamı tamamen farklı. Hadi diyorum içimden, yayalım bakalım!

Böylece yaygıcılık serüvenim başlıyor.

Çalıştığımız bahçe yaklaşık dört dönüm, deniz seviyesinden çok yüksek olmayan bir düzlük. Ağaçlara gözü gibi bakan babaları ölünce malı mülkü paylaşamayan iki kardeşin ihmalinden bakımsız kalmış. Nasıl olduysa Mehmet Usta'nın ısrarlarıyla bu sene zeytini toplatıp sıktırmaya razı olmuşlar. İşte ben o hiç tanımadığım rahmetlinin kızlarına yaygı seriyorum şimdi.

Zeytinlere "kız" diyorum ben, çünkü erkeklerin bunca kıymetli özelliği bünyelerinde barındırdığı doğada görülmüş iş değil. Dolayısıyla zeytinin doğası gereği dişi olduğunu düşünüyorum.

Yaygıcılık aslında balıkçılığı anımsattı bana. Neden derseniz yaygıcının yaygıyı zeytini silkilecek ağacın altına özenle yerleştirmesi, ki bu işi iki kişi yapıyor ve birden fazla yaygı yerleştiriliyor, aslında balıkçıların ağ atmasıyla aynı şey. Ağ, yaygı. Zeytin, palamut, yaygıcı, balıkçı gibi düşünülebilir. Çünkü zeytinin yaygıya düşmesiyle, balıkların ağa doluşması aynı şey olduğu gibi, yaygının toplanma tekniği ile ağın çekilmesi de neredeyse aynı!

Ah Erol Hocam ya, neler neler öğretmiş bana, kendi deniz aşkını öyle içten aşılamış ki tüm metaforlarım denizden. Yeri cennet olsun.

Diyeceğim şu ki hangi hayattan olduğunu bilmediğim balıkçılığımdan olsa gerek, ellerim hiç yadırgamadı yaygıcılığı. Bir iki saat sonra üstüm başım, halim tavrım, şevkim artık ne varsa hepsiyle,  yaygıcı olmuştum.

Çok severek, keyifle çalıştım. Bir çocuk merakıyla dinledim anlatılanları, yapılan işi seyrettim ve nihayetinde taklit ettim. Öğle molası olduğunu anlamadan akıp geçti zaman. Hava yavaş yavaş ısındı. Sabah ayazının yüzümü sızlatan serini yerini öğle güneşine bıraktı. Apartmandaki dairede yazı kışı ucundan yaşayan bedenim, günle akmanın şaşkını olmuştu. 

Sofranın eksiğini anlatsam vah vah edersiniz ama öyle güzel yorulmuştuk ki, o azlık bana bolluk gibi geldi. Daha da güzeli fazlasıyla yetti. 

Akşama kadar çalışacak gücü toparlar toparlamaz eteğimizi silkip kalktık. Yeniden yaygılar yayıldı, silkilen ağaçların yaygısı toplanıp yapraklar kuzulara, sıkıma gidecek zeytinler çuvallara diye ayırmaya devam ettik. Bu arada Senem iri ve kusursuz olanlardan sofralık zeytin kurmak için de ayırıyordu. Bana da tek tek gösteriyordu hangisi alınır, hangisi alınmaz. En ilginç olanı neydi biliyor musunuz? Kurdu içindeydi zeytinin. Dışarıdan bir canlı değildi kurt, zeytin kendi içinden çıkartıyordu onu yiyip bitireni. Ne metafor ama!

Buna benzer çokça düşünce zihnimi yalayıp geçse de hiçbirine uzun uzadıya takılmadım zira elimdeki işin hareketi parmak uçlarıma öğle bir neşe salmıştı ki, başka birşey olsun, parmaklarımla arama girsin istemiyordum. Düşünceler geldi ve gittiler, hiçbiri kalmadı, hiçbirinin avucumdaki güzellik yanında kıymeti yoktu.

İlk gün tıpkı Londra'daki Portre Galerisi'ndeki gibi kafayı bulmuştum. O vakit sanattan zonklayan başım, şimdi doğanın ihtişamından zonkluyordu. 

Eve dönüş yolunda Mehmet Usta bize güzel çalışmamızın ödülü olarak çukulata ısmarladı. Yaygıcılığım ilk rızkına kavuşmuştu. Ardından eve geldik, soba yakıldı, banyoya gidilip paklanıldı ve dünyanın en güzel tarhana çorbasını kaynattık. Ekmek, tarhana, keçi peyniri ve sofralık şarap. O andan sonra birkaç kelimelik muhabbet ve saf sevinç kalmıştı sadece. Saat dokuzu az geçmişti ki hepimizin gözleri ağırlaştı. Ertesi sabaha hevesli, bilmediğim bir yorulmanın şaşkınlığıyla uyuyup kaldım.

Gün aydınlanırken bu defa azda olsa bildiğim yerden başladım sabaha. Sofra bezini bulup serdim, kahvaltıya bir gün evvelden bildiğim zeytini, peyniri, salçayı çıkarttım. Mehmet Usta önce kedilere, sonra ağıla gitti. O sırada Senem de uyandı ve bize öğle kumanyasını hazırladı. Fırında karnabahar, köz biber, bakla... Of of... Zeytine mi gidiyorduk, şölene mi?

İkinci gün ne traktöre binerken tedirgindim ne de bir önceki günün ayazı vardı. Ya ben pek sevmiştim bu işi ya da doğa bana kıyak geçiyordu. Yukarı çıkınca emin oldum ki hava daha yumuşaktı bu sabah. Hiç zaman kaybetmeden başladık çalışmaya. Bir gün öncenin çuval sayısını geçebilecek miydik bakalım?

Hep birlikte çalışmanın ne garip bir büyüsü vardı. Az konuşuluyordu ama kelimeler zaten pek gerekli değildi. Hepimiz tertemiz bir zihinle pür dikkat zeytinlerle meşguldük. İpek nam ı diğer zeytin kraliçesi önüne yığılı zeytinlerle bizi beklerken biz yaygı işi biter bitmez yaprakla meyveyi ayırmaya onun yanına koşuyorduk. Arada bir ağaçtan da silktik Senemle zeytinleri, hatta küçük, yumuşak uçlu tırpana benzer taraklarla taradık zeytin kızın saçlarını. Bu taraklar gerçekten çok yumuşak, düşmeye gönlü olan meyveyi alıyor daldan ama dala zarar ziyan olmadan.

Ağaçlardan biri beni çok etkiledi. Koskocaman, üstü meyve dolu olan bu ağaçta dokunsan düşecek halde zeytinden tut, daha bir hafta on gün dalda kalmak isteyenine kadar hepsi yan yanaydı. Bir tür noel ağacı gibi birden fazla renkte meyvesi vardı. Mürdümler, morlar, lacivert ve siyahlar. Sadece bu ağacın bile kendine özel öykü kitabı olabilirdi ve aslında olmalıydı. Olmalı mıydı? Belki gerek yoktu, zeytin ona el sürene hikayesini anlatmıyor muydu? Okumaya gönlü olana yaprak yaprak açılmıyor muydu?

İkinci gün efsane bir öğle yemeğine oturduk. Önümdeki bazlamanın yarısını yemişsem Allah affetsin, ki yedim! Açık havadan mıdır bilmem pek tatminkardı hem ruhum, hem midem. Lokmalarımın tadını çıkarta çıkarta çiğnedim. Elimdeki kaseye doldurduğum sebzelerin rengi, kokusu ve tadı inanılmazdı. Salça, zeytinyağ ve domatesle yaratılan tılsımlı lokmalardı yuttuğum. İçimde birşeyler güçleniyordu, yemek yemekten fazlasıydı hissettiğim.

Öğleden sonra daha da hızlandık. Ertesi gün yağmursuz son gün olacaktı ve arazi çamurlanmadan ne kadar çok zeytin silkersek o kadar iyiydi. Gerçekten güzel çalıştık. Birara kendimi dev bir zeytin yaygısı üzerinde buldum. Telefondan bir türkü açtım kendime ne hikmetse; "bülbülüm altın kafeste" ve oturdum zeytin tanerinin ortasına. Başıma zeytinler yağarken düşündüm; neden bu hüzünlü türküyü seçmiştim? Besbelli çok gelmişti mutluluk, üstelik beklemezken gelmişti. Mutlu olmayı az, kederi, endişeyi fazla bilen zihnim telaşlanmıştı yabancı sularda. Fakat başaramadı beni bulanığına çekmeyi, başaramadım çok şükür. Arkadan hemen bir ses geldi İbrahim'den "ooo bizim yaygıcı çalgıcı olmuş!" Hep birlikte bir kahkaha, bir şenlik hemen toparlandım, hemen geri döndüm yaşamın kıyısına, çabucak çıkıverdim daldığım karanlığımdan.

Akşama doğru son ikisi bir aradamı içip, çuvalları traktöre attık ve yavaş yavaş eve dönüşe geçtik. Ertesi gün burada olmayacağımı bilmek canımı sıksa da tam puan almıştım zeytincilerden ve Allah ömür verirse seneye yine gelecek, yine yaygıcı çalgıcı olacaktım.

O akşam Elif ve Hokan beni almaya aşağı köye geldiler. Yatılı misafir olduğu evden annesi babası tarafından alınan çocuk gibi aklım oyun arkadaşlarımda kalarak çıktım yukarı eve. Hokan ve Elif muhteşem bir sofra hazırlamışlardı. Bu çok güzel yemeği bolca neşe yükleyerek keyifle yedik. Ne tatlı bir tesadüftür ki zeytin yaygısı toplarken hep palamut vardı aklımda ve hasat dönüşü yemeğimiz de palamut olmuştu.

Şu kısacık zaman diliminde yaşamın, ben çomak sokmadıkça kendi yatağında akan bir nehir olduğunu idrak ettiğim ılık sularda çimmiş, ne verildiyse bayıla bayıla, teşekkür ede ede almıştım. Uzun uzadıya oturacak, hala sindiremediğim güzelliği layığıyla anlatacak gücüm kalmadığından erken yattım.

Senem bana mevsimin en güzel iki gününü yaşatmış, hayatımda aldığım en güzel iltifatı yapmıştı: "olduğun yere çok yakışıyorsun" 

Uykuya dalarken sadece bu cümle vardı aklımda, kalan yaşamda olduğum yere yakışmak istiyordum çabasız bir çabayla. Belli ki zeytin hasatından fazlası vardı hikayemde, insan olarak neyi hasat etmeliydim? Ne ektiğimizin farkında mıydık? İki günlük hasattan beş aylık ödevle dönmüştüm eve, uyanır uyanmaz başlamalıydım düşünmeye. 






18 Kasım 2024 Pazartesi

HASAT -II-

 

Bu defa köydekilerle konuşup karar vererek çıktım yola, sadece ormanın kıyısındaki sessizliğin tadını çıkartmayacak, aşağı köyde kalıp Senem ve Mehmet Usta'yla zeytin hasatına gidecektim. Çünkü ağaçlarımın ilk zeytinlerini toplamaya yetişememiştim ve eksikleniyordum. Oysa ağaçları dikeli henüz iki yıl bile olmamıştı ve zaten beklediğimiz birşey bile değildi meyve vermeleri ama insanım nihayetinde, zaman zaman kapılıyorum böyle "eyvah kaçırdım" hissine.

Köye uzun bir yolculukla vardık. Yolda işler vardı halledilecek, yolcular vardı uçağa yetiştirilecek, uçaktan alınacak. Eve ulaştığımızda akşam olmuştu. Biraz sohbet ve şömineleri yakma faslı sonrası odalarımıza dağıldık. Ateşi dinleyerek uyuyakalmışım.

Ertesi gün sakin geçti. Nasıl geçti, ne ettik  bilmiyorum. Bir ara arazide dolanıp ağaçlarımı sevmeye gittiğimi biliyorum o kadar. Saate bakmayı gerektirmeyen günlerde insan afallıyor, sanki büyük bir baskı kalkıyor omuzlardan ve içerisiyle dışarısı arasında yeniden bağ kuruluyor. İçimdeki hayvanın sesini, ihtiyaçlarını daha iyi duyuyorum kırsalda. Açsa besliyorum, kokuyorsa yıkıyorum, uykusu gelirse de yatırıyorum. 

Kendini duymanın vahşiliği eşsiz.

Oralardayken belki daha vahşiyim fakat akışta hissediyorum. Kırılganlıklarım, şehrin konforuna dair rutinlerim anlamını yitiriyor. Hiç beceremediğim kadar eyvallah kafası geliyor. 

Pazar akşamı Mehmet Usta ve Senem yemekten sonra beni  aşağı köye, evlerine götürdüler. En son ne zaman köy evine misafir olmuştum hatırlamıyorum.

Bana oturma odasına yatak açıldı. İki çekyat, bir masa ve sobadan ibaret odam. Çarşafımı yaydık, yorganımın altına saklandım ve sabahı sabah ettim! Her zaman yadırgarım yerimi, ilk gece hep zorlanırım uyumakta. Fakat o gece endişe de ettim çünkü sabaha hasat vardı ve zaten rutinimin dışında  efor sarfedecektim, buna uykusuzluk eklenirse ne olurdu halim?

Birşey olmadı. Kalkıp üzerimi giyindim, yatağımı topladım ve evin sabah işlerini seyrederek sobanın kenarına iliştim. Mehmet Usta çoktan kalkmış, girişteki sobayı yakmış ve kedilerin yemeğini vermişti bile. Burada yirmiden fazla irili ufaklı kedi var ve evinde kaldığım çift onlara bakmaktan hiç gocunmuyorlar. Az ilerideki ağılda besledikleri keçi ve koyunlar kadar kıymetli bu hanede kedi nüfusu. Senem'in tavana astığı kavunlar ve çiçek saksılarının altında öyle fantastik bir manzara ki bu hayvanların kahvaltısı, görmeliydiniz.

Biz Senem'le sofra kurarken, Mehmet Usta ağıla gitti. O gelene kadar herşey tamamdı ve en son Senem'in tavsiyeleriyle üstüme başıma bir kat esvabımı daha giyince hazırdık yola çıkmaya.

Kolay değildi arazi için giyinmek. Bir defa çift çorap şart. Sabah ayazına değmemek için hırka, zeytin dallarına takılmamak için de eşarp şart. Çok şükür hepsi verildi.

Arabayı zeytine geldiğimiz köyde dar bir sokağa bırakıp, oradan traktörü aldık. Söylemeyi unuttum, Mehmet Usta'nın seksen yaşındaki anası da bizimle geliyordu. O hemen traktörün kasasına yerleşti. Bir an rüya görüyorum sandım çünkü genç bir kadın kadar çevik atlamıştı kasaya. Ben mi? Ben Senem'i bekledim. Önce O, traktörün tekerinin üzerine zıpladı sonra aynı onun bastığı yerlere basarak ben öteki tekerin üzerine çıktım.

Tanrım çok yüksekti! Tutunacak yer yok gibiydi ve bir şekilde düşmeden zeytinliğe varmalıydım. Vardık. Vardık ama ilk kez traktöre bindiğimden çok kasılmış, tedirgin olmuştum. Buna rağmen hoşuma gitmişti traktör tepesi. İnsan kral gibi hissediyor azıcık yerden yükselince.

Ve işte zeytinlerin arasına geldik. Bir aile daha var bizimle hasatta çalışacak. Uzaktan gülümsüyorlar. Yanlarına gidiyoruz. Küçük tuhaf bir soba tütüyor yanlarında. Benden haberdarlar, beklenmedik biri değilim. Hemen ikisi bir arada kahvemi tutuşturuyorlar elime. Fazla soru sormadan adım ve işimle yetinip, çabucak alıyorlar aralarına.

"Sen yaygıcısın" diyorlar kahvemi içerken, "olur" diyorum neye evet dediğimden habersiz. 

Ben bundan böyle yaygıcıyım önümüzdeki iki gün. Bakalım nasıl şeymiş şu yaygıcılık?