Yeni kariyerime doğru hamle yaptığımdan habersiz kahvemden son yudumu aldığım an Senem sesleniyor "hadi" ve başlıyoruz yaymaya. Yaymak denilince malum akla ilk gelen yayılıp oturmak olsa da biliyorum ki buradaki anlamı tamamen farklı. Hadi diyorum içimden, yayalım bakalım!
Böylece yaygıcılık serüvenim başlıyor.
Çalıştığımız bahçe yaklaşık dört dönüm, deniz seviyesinden çok yüksek olmayan bir düzlük. Ağaçlara gözü gibi bakan babaları ölünce malı mülkü paylaşamayan iki kardeşin ihmalinden bakımsız kalmış. Nasıl olduysa Mehmet Usta'nın ısrarlarıyla bu sene zeytini toplatıp sıktırmaya razı olmuşlar. İşte ben o hiç tanımadığım rahmetlinin kızlarına yaygı seriyorum şimdi.
Zeytinlere "kız" diyorum ben, çünkü erkeklerin bunca kıymetli özelliği bünyelerinde barındırdığı doğada görülmüş iş değil. Dolayısıyla zeytinin doğası gereği dişi olduğunu düşünüyorum.
Yaygıcılık aslında balıkçılığı anımsattı bana. Neden derseniz yaygıcının yaygıyı zeytini silkilecek ağacın altına özenle yerleştirmesi, ki bu işi iki kişi yapıyor ve birden fazla yaygı yerleştiriliyor, aslında balıkçıların ağ atmasıyla aynı şey. Ağ, yaygı. Zeytin, palamut, yaygıcı, balıkçı gibi düşünülebilir. Çünkü zeytinin yaygıya düşmesiyle, balıkların ağa doluşması aynı şey olduğu gibi, yaygının toplanma tekniği ile ağın çekilmesi de neredeyse aynı!
Ah Erol Hocam ya, neler neler öğretmiş bana, kendi deniz aşkını öyle içten aşılamış ki tüm metaforlarım denizden. Yeri cennet olsun.
Diyeceğim şu ki hangi hayattan olduğunu bilmediğim balıkçılığımdan olsa gerek, ellerim hiç yadırgamadı yaygıcılığı. Bir iki saat sonra üstüm başım, halim tavrım, şevkim artık ne varsa hepsiyle, yaygıcı olmuştum.
Çok severek, keyifle çalıştım. Bir çocuk merakıyla dinledim anlatılanları, yapılan işi seyrettim ve nihayetinde taklit ettim. Öğle molası olduğunu anlamadan akıp geçti zaman. Hava yavaş yavaş ısındı. Sabah ayazının yüzümü sızlatan serini yerini öğle güneşine bıraktı. Apartmandaki dairede yazı kışı ucundan yaşayan bedenim, günle akmanın şaşkını olmuştu.
Sofranın eksiğini anlatsam vah vah edersiniz ama öyle güzel yorulmuştuk ki, o azlık bana bolluk gibi geldi. Daha da güzeli fazlasıyla yetti.
Akşama kadar çalışacak gücü toparlar toparlamaz eteğimizi silkip kalktık. Yeniden yaygılar yayıldı, silkilen ağaçların yaygısı toplanıp yapraklar kuzulara, sıkıma gidecek zeytinler çuvallara diye ayırmaya devam ettik. Bu arada Senem iri ve kusursuz olanlardan sofralık zeytin kurmak için de ayırıyordu. Bana da tek tek gösteriyordu hangisi alınır, hangisi alınmaz. En ilginç olanı neydi biliyor musunuz? Kurdu içindeydi zeytinin. Dışarıdan bir canlı değildi kurt, zeytin kendi içinden çıkartıyordu onu yiyip bitireni. Ne metafor ama!
Buna benzer çokça düşünce zihnimi yalayıp geçse de hiçbirine uzun uzadıya takılmadım zira elimdeki işin hareketi parmak uçlarıma öğle bir neşe salmıştı ki, başka birşey olsun, parmaklarımla arama girsin istemiyordum. Düşünceler geldi ve gittiler, hiçbiri kalmadı, hiçbirinin avucumdaki güzellik yanında kıymeti yoktu.
İlk gün tıpkı Londra'daki Portre Galerisi'ndeki gibi kafayı bulmuştum. O vakit sanattan zonklayan başım, şimdi doğanın ihtişamından zonkluyordu.
Eve dönüş yolunda Mehmet Usta bize güzel çalışmamızın ödülü olarak çukulata ısmarladı. Yaygıcılığım ilk rızkına kavuşmuştu. Ardından eve geldik, soba yakıldı, banyoya gidilip paklanıldı ve dünyanın en güzel tarhana çorbasını kaynattık. Ekmek, tarhana, keçi peyniri ve sofralık şarap. O andan sonra birkaç kelimelik muhabbet ve saf sevinç kalmıştı sadece. Saat dokuzu az geçmişti ki hepimizin gözleri ağırlaştı. Ertesi sabaha hevesli, bilmediğim bir yorulmanın şaşkınlığıyla uyuyup kaldım.
Gün aydınlanırken bu defa azda olsa bildiğim yerden başladım sabaha. Sofra bezini bulup serdim, kahvaltıya bir gün evvelden bildiğim zeytini, peyniri, salçayı çıkarttım. Mehmet Usta önce kedilere, sonra ağıla gitti. O sırada Senem de uyandı ve bize öğle kumanyasını hazırladı. Fırında karnabahar, köz biber, bakla... Of of... Zeytine mi gidiyorduk, şölene mi?
İkinci gün ne traktöre binerken tedirgindim ne de bir önceki günün ayazı vardı. Ya ben pek sevmiştim bu işi ya da doğa bana kıyak geçiyordu. Yukarı çıkınca emin oldum ki hava daha yumuşaktı bu sabah. Hiç zaman kaybetmeden başladık çalışmaya. Bir gün öncenin çuval sayısını geçebilecek miydik bakalım?
Hep birlikte çalışmanın ne garip bir büyüsü vardı. Az konuşuluyordu ama kelimeler zaten pek gerekli değildi. Hepimiz tertemiz bir zihinle pür dikkat zeytinlerle meşguldük. İpek nam ı diğer zeytin kraliçesi önüne yığılı zeytinlerle bizi beklerken biz yaygı işi biter bitmez yaprakla meyveyi ayırmaya onun yanına koşuyorduk. Arada bir ağaçtan da silktik Senemle zeytinleri, hatta küçük, yumuşak uçlu tırpana benzer taraklarla taradık zeytin kızın saçlarını. Bu taraklar gerçekten çok yumuşak, düşmeye gönlü olan meyveyi alıyor daldan ama dala zarar ziyan olmadan.
Ağaçlardan biri beni çok etkiledi. Koskocaman, üstü meyve dolu olan bu ağaçta dokunsan düşecek halde zeytinden tut, daha bir hafta on gün dalda kalmak isteyenine kadar hepsi yan yanaydı. Bir tür noel ağacı gibi birden fazla renkte meyvesi vardı. Mürdümler, morlar, lacivert ve siyahlar. Sadece bu ağacın bile kendine özel öykü kitabı olabilirdi ve aslında olmalıydı. Olmalı mıydı? Belki gerek yoktu, zeytin ona el sürene hikayesini anlatmıyor muydu? Okumaya gönlü olana yaprak yaprak açılmıyor muydu?
İkinci gün efsane bir öğle yemeğine oturduk. Önümdeki bazlamanın yarısını yemişsem Allah affetsin, ki yedim! Açık havadan mıdır bilmem pek tatminkardı hem ruhum, hem midem. Lokmalarımın tadını çıkarta çıkarta çiğnedim. Elimdeki kaseye doldurduğum sebzelerin rengi, kokusu ve tadı inanılmazdı. Salça, zeytinyağ ve domatesle yaratılan tılsımlı lokmalardı yuttuğum. İçimde birşeyler güçleniyordu, yemek yemekten fazlasıydı hissettiğim.
Öğleden sonra daha da hızlandık. Ertesi gün yağmursuz son gün olacaktı ve arazi çamurlanmadan ne kadar çok zeytin silkersek o kadar iyiydi. Gerçekten güzel çalıştık. Birara kendimi dev bir zeytin yaygısı üzerinde buldum. Telefondan bir türkü açtım kendime ne hikmetse; "bülbülüm altın kafeste" ve oturdum zeytin tanerinin ortasına. Başıma zeytinler yağarken düşündüm; neden bu hüzünlü türküyü seçmiştim? Besbelli çok gelmişti mutluluk, üstelik beklemezken gelmişti. Mutlu olmayı az, kederi, endişeyi fazla bilen zihnim telaşlanmıştı yabancı sularda. Fakat başaramadı beni bulanığına çekmeyi, başaramadım çok şükür. Arkadan hemen bir ses geldi İbrahim'den "ooo bizim yaygıcı çalgıcı olmuş!" Hep birlikte bir kahkaha, bir şenlik hemen toparlandım, hemen geri döndüm yaşamın kıyısına, çabucak çıkıverdim daldığım karanlığımdan.
Akşama doğru son ikisi bir aradamı içip, çuvalları traktöre attık ve yavaş yavaş eve dönüşe geçtik. Ertesi gün burada olmayacağımı bilmek canımı sıksa da tam puan almıştım zeytincilerden ve Allah ömür verirse seneye yine gelecek, yine yaygıcı çalgıcı olacaktım.
O akşam Elif ve Hokan beni almaya aşağı köye geldiler. Yatılı misafir olduğu evden annesi babası tarafından alınan çocuk gibi aklım oyun arkadaşlarımda kalarak çıktım yukarı eve. Hokan ve Elif muhteşem bir sofra hazırlamışlardı. Bu çok güzel yemeği bolca neşe yükleyerek keyifle yedik. Ne tatlı bir tesadüftür ki zeytin yaygısı toplarken hep palamut vardı aklımda ve hasat dönüşü yemeğimiz de palamut olmuştu.
Şu kısacık zaman diliminde yaşamın, ben çomak sokmadıkça kendi yatağında akan bir nehir olduğunu idrak ettiğim ılık sularda çimmiş, ne verildiyse bayıla bayıla, teşekkür ede ede almıştım. Uzun uzadıya oturacak, hala sindiremediğim güzelliği layığıyla anlatacak gücüm kalmadığından erken yattım.
Senem bana mevsimin en güzel iki gününü yaşatmış, hayatımda aldığım en güzel iltifatı yapmıştı: "olduğun yere çok yakışıyorsun"
Uykuya dalarken sadece bu cümle vardı aklımda, kalan yaşamda olduğum yere yakışmak istiyordum çabasız bir çabayla. Belli ki zeytin hasatından fazlası vardı hikayemde, insan olarak neyi hasat etmeliydim? Ne ektiğimizin farkında mıydık? İki günlük hasattan beş aylık ödevle dönmüştüm eve, uyanır uyanmaz başlamalıydım düşünmeye.