30 Haziran 2024 Pazar

PAZAR PART TWO

Benim masallar diyarındaki turlarım, babasız bir kız çocuğu olmama rağmen beş parasız kalacağımı bile bile arkeoloji okumak isteyişim, sanata merakım, edebiyata ilgim hep travma belirtisiymiş desem? Hasta adamları iyi kılma hırsım, annemin ve babamın iyileşmeyen yaralarına çaresizce yaptığım pansumanlarmış meğer diye eklesem bence şaşırmazsınız. Hatta birileri bana "biz sana normal değilsin demiştik " bile derler.

Oh be. Yaşasın anormal ben:) Ne güzel bir özgürlük alanıymış arkadaş "ben bu kadarım" demek. Ne derin mutlulukmuş kendine azıcık iyi davranmak. Evet evet, profesyonel yardım almam gerektiğinin farkındayım. Berbat terapist denemem beni yıldırmamalı zira Bağdat Caddesi'ndeki gencecik bir kadından ne bekliyordum ki zaten? Onun işi kendisini aldatan kocasına ağıt yakan kadınla, kıçındaki selülite dertlenen ablayla benimle değil. Benim ağıtım kendime.

Bütün bir Pazar gününü kısacık bir yürüyüş dışında evimde geçirmek bana iyi geldi. Yıkanmak, çamaşırları toplamak, akşam yemeğimi organize etmek ve okumak. Elimdeki kitaptan bir cümle gelsin mi? Böylece neden bu sulara döndüğümü anlarsınız.

"Travmatize olmuş bir anne, kalbini çocuğuna açamadığında, çocukla olan yaşamı kendisi için sürekli bir stres kaynağı haline gelir. Çocuk annesinin hayatını mahvettiği yönünde gizli bir suçlulukla yaşar, en ufak şeyler sürtüşmeye neden olur."*

Velhasıl akşam güzel bir film izlemeliyim ki kafamın içini yakan aydınlanmalar, anlamlandırmalar uyumama izin versin. Pazar gününün akşama doğru yuvarlanan saatlerinden sevgiler, hürmetler...

*Travma, Bağlanma ve Aile Konstelasyonları, Prof Dr. Franz Ruppert

BALTALAR ELİMİZDE UZUN İP BELİMİZDE BİZ GİDERİZ ORMANA HEY ORMANA....

 

HERŞEYİ VE HERKESİ ALSINLAR GÜNÜN AKIŞINDAN AMA SABAHLARI ELLEMESİNLER. BANA YETER.

Bu sabah kuş sesleri kulaklarıma dolarken, gözüme yeşilin yavaş yavaş değişen tonları ilişti. Yemyeşil, baharın tamamlandığını ve yaza geçişe hazır olduğumuzu fısıldadı inceden.

Evet, hazırız. Burhan kazıya, ben İstanbul'a sıkı sıkı bağlanarak geçireceğiz mevsimi.  Sadece İstanbul'a da değil, kendime de sıkı sıkı bağlanarak geçecek bu yaz. Niyetimi açıkça söylüyorum ki yer gök duysun. 

Varım ve buradayım.

İnsanın inceldiği, kırılıp dağıldığı yerler üzerine çok yazdım. Benim canımı yakanları işaret eden yüzlerce cümle çıkartabiliriz yazılarımdan. Bir o kadar da kendime ettiklerimi anlattım, anlattım, anlattım... Ne suçlayarak hakkım olan özüre kavuşabildim, ne de kendimi yiyip bitirerek yeni bir başlandıca erdim. Güzel olan beklentimin manasızlığını gördüm. Normallik ve yetişkinlik hakkındaki dayatmaların, kabul gören kriterlerin anlamsızlığını da gördüm.

Dün Burhan'ın aldığı açmaları gömerken "benim normal olmadığımı düşünüyorlar" dedim. Burhan "çok mu önemli senin için? " diye sordu."S.. kimde değil!" dedim. Burhan da "bildiğim kadarıyla senin s..kin yok!" dedi.

Kahkahayı bastık. Çünkü ikimiz de böyle konuşmayız normalde, hele de birbirimizle. Ama bazen sansürsüz, anormal sınıfında ve canlı olmak ağır basıyor, iyi geliyor düşünmeden konuşmak.

Benim bu sabah içimden geçen olgun insan tanımı şöyle: kalbini ve zihnini doğru yer ve zamanda tereddütsüz kullanabilen, eşyanın tabiatı gereği bedenine iyi bakıp, onu doğru yönetebilen varlık.

Yarın 1 Temmuz 2024. Elvan'ın en sevdiği bayram, Kabotaj Bayramı. On gün sonra da doğum günü. Ne mutlu bana, iyi ki doğmuşum. Madem doğmuşum, o halde yaşayayım gitsin değil mi?

Kendi doğum günümde size ormanda öğrendiğim en gizli bilgiyi vereyim mi bu sabah?

Ne anladım biliyor musunuz hayallerime kavuşmayı gerçekten istemediğimi, aslında düpedüz ne istediğimi bilmediğimi, belki hayallerimin bile  olmadığını... En önemlisi içimde, özümde saklı olan parçamla henüz tanışmadığımı ve aslında bütün öfkemin, kaybedişlerimin hırçınlığının, durmadan savunmada kalmamın altında yatanında o derine gömülü parçama özlemim olduğunu anladım. Onu geri istediğimi, onu kimseyi, hiçbir şeyi istemediğim kadar istediğimi anladım. Ben bana yeterdim. Yeterdim de ben pek bir kaybolmuştum. Elvan neredeydi?

Belki de bu yüzden gitmek, göçmek anlamsızdı ve bu sezişle İstanbul'dan gidişimi mümkün kılmak için dağları delmedim. Aynı sebeple Naci anlamsızdı çünkü kendini sevmeyen parçasını, kendini sevilesi bulmayan karanlığını görmüştüm. Bu yüzden akademik dünya çabama değmezdi, bu sebeple belki de en anlamlı şey balkonda oturup deniz kuşlarını dinlemek ve yeşilin bana zamanı haber veren tonlarına göz süzmekti.

Hayat basitti: insan kendine dolanıktı. İnsan hayatı değil, ötekileri değil, kendini çözmeliydi. Kendi kendine dolandığı, hatta doğmadan evvel ana baba silsilesinin onu içine sakladığını dolanıklıktan kurtulmalıydı. Ancak böylece yaşam anlamlı ve doyurucu olabilirdi.

Bu anlayış ve kavrayışla eski yaşantımı ardımda bırakıyorum. Elimde balta, önümde orman. Çıkışa az kalmışken diyorum ki bir tek ağaç kesmeden, baltayı ayağıma indirmeden yeniden başlayacağım. 

Bak gör daha neler neler yapacağız Elvan.





29 Haziran 2024 Cumartesi

SİZE ASLA DÖNMEM UYKULU GÜNLERİM

 

Dayım gideli kırk bir gün oldu. İsteyerek gitmedi. Beni terk etmedi, sadece çok hastalandı ve öldü. Artık kocaman kadınım ve beni seçmeyenle, gitmek zorunda kalanı ayırabiliyorum. Yine de gözyaşlarımın sel olmasını engelleyemiyorum. Dayım henüz  buralarda, hissediyorum. Hala uçurtmalarla, oltalarla ve uçan balonlarla gülümsüyor bana. 

Dayıcım, çok özleyeceğim seni.

Bugün dayıma verdiğim sözü layığıyla tuttuğum nefis birgün oldu. İki kişilik yaşıyorum ben; erken giden sevdiklerim için de nefes alıyorum. O yüzden bugün araba kullandım, sanki birgün dayımı evden alıp boğaza götürebilecekmişim gibi.... Yarın sahilde kitap okuyacağım, sanki bir yalının rıhtımında yaşıyormuşum gibi.. 

Ben kesinlikle yaşayacağım. Ben Elvan Eti, ölmeden önce mutlaka yaşayacağım. "hayat dolu, kanlı canlı kadındı be, nasıl gider?" diyecekler ardımdan:)

Ağzına sıçacağım bu Dünyanın! Asla eski hayatıma dönmeyeceğim. 

KUZEY RÜZGARI ÇOK TEŞEKKÜR EDERİZ.

 

Günaydın,

İstanbul'da nefes almak kolaylaşmışsa eğer elbette sebebi kuzeyden esen rüzgardır. Geçen sene Haziran nasıldı hiç hatırlamıyorum ama Ağustos'da telef oluşumuz dün gibi. Hem İstanbul yanıyordu, hem de ay sonu gitmiş olmamıza rağmen Bodrum berbattı. Neyse, Ağustos'u vakti gelince konuşuruz şimdi aylardan Haziran.

Haftaya deniz sezonunu açmak gerektiğini düşünüyorum zira rüzgar kesildiğinde bizler evde duramaz olacağız. Ada vapuru saatlerine baktım fena değil. Akşamüzeri gidilip, akşam son vapurla eve dönmek makul olabilir. Bir de Caddebostan Plajı var aklımda, çünkü arkadaşlarım işe gitmeden evvel yüzüyorlar ve herkes gayet memnun.

Bugün direksiyon dersimiz var. En son bayramdan önce koltuğa oturduğum düşünülürse araya yine fazla zaman girmiş. Bakalım neler olacak? Bir yandan sevdim araba kullanmayı ve getirdiği özgürlük alanını, öte taraftan İstanbul ve şu an yaşadığım hayata gereksiz buluyorum. Yine de yani satacaksam da önce öğrenmem gerektiği kesin, kaldı ki hoşuma da gitti. Bakalım, göreceğiz.

Şimdi gitmem lazım. Cumartesi gününe heyecanlı ve hevesli bir giriş yaparak uzun ve güzel hafta sonuna hazırlanayım:)

28 Haziran 2024 Cuma

YENİ DÖNEM HAZIRLIK SÜRECİ HAKKINDA

 

Güvensizlik yaratılmaya çalışılıyor. Pandemide korkuyu ve tek başınalığı deneyimlememize zemin hazırlayanlar şimdi herkesten, herşeyden, özellikle de kendimizden şüpheye düştüğümüz yıpratıcı bir atmosfer peşindeler.

Kazanamayacaklar. Biliyorum çünkü insanlar hem kendilerine hem de birbirlerine nerede hata yaptıklarını sormaya başladılar. Yok yok, iletişimi güçlendirmek için falan değil, yine en bencil yerden soruluyor bu soru, kendi yaşamlarını daha iyi kılmak adına ama olsun, eskiden gündemimiz değildi.

Kadınlar, özellikle kadınlar isyanda. İnsanlar yaşamda sonsuza kadar varlık göstermeyeceklerine uyandılar. Günü kullanırken içinden geçtikleri olayları, olaylarla kurdukları bağları ve duygularını konuşmaya başladılar. Belki benim algıda seçiciliğimdir ama bir grup var ki, kıyam etmiş ve gümbür gümbür geliyor.

Yaşımla alakalı olabilir derdim fakat dün akşam derse Berlin'den genç bir kadın katıldı. Uzun zamandır tanıdığım tatlı bir kadın ve tek derdi çocukluğunda sevilmemiş olmak. Oysa çok güzel sevebilen biri olduğunu ben biliyorum. Ne tuhaf değil mi? Galiba az sevilenler veya hiç sevilmeyenler maruz kaldıkları acımazsızlığı bertaraf edebilmek için iki üç kişilik sevebiliyorlar. Ama kendilerini değil, diğerlerini.... 

Kendilerini, kendimizi sevmekte tutuğuz. "Sen sevgime değmezsin", "haketmiyorsun", "görünmezsin" ve benzeri sözlü veye davranışla iletilen mesajlar öyle kemiklerimize işlemiş, o kadar kabullenmişiz ki, tüm cümleleri paramparça edip, kalan sağlam harflerle yeni cümleler kurmazsak öleceğiz. Koca ömür otizmli bir çocuğun pervaneye bakakalması gibi yanımızdan geçip gidecek.

Oysa ben yaşamak istiyorum! 

Elvan olarak tüm samimiyetimle şimdi ve burada canlı, katılımcı ve samimi bir şekilde varlığımı ortaya koymak ve yaşamak istiyorum. Bu denli hakkım, böylesine insanca bir talep neden onca yıl hasır altı edilmiş sahiden bilmiyorum. Herkesin memnuniyetini kendi mutluluğumun önüne barikat gibi yığışımın altındaki travmayı da ancak şimdi kabullenebiliyorum.

Farkına varmak iyileşmek değil, sadece yeni hasarları bir yere kadar önleme gücü var, o kadar. Gerçek iyileşme, şefkatli bir tedavi süreci gerektiriyor. Fakat piyasada böyle bir doktor olmadığından, olsa bile henüz erişim sağlanamadığından pek çok insan kişisel gelişimcilerin ve bol bol ilaç yazan tıp şebekesinin elinde oyuncak oluyor. Veya daha fenası bağımlılıklar yaratıyoruz. Tıpkı yalnız bırakılmış bir çocuğun parmak emerek kendini sakinleştirmeye çalışması gibi içki, yemek, uyuşturucuyla avunuyoruz. Ama neden? İnsan bir kartal gibi kendini parça pinçik edip yeniden ayağa kalkamaz mı?

Bence olur. Yeni dönem derslerimi tamamen bu doğrultuda yapmaya karar verdim. Hem kendi toparlanışıma, hem de öğrencilerimin kendileriyle bağ kurup yeniden ne kadar sevilesi olduklarını hatırlamalarına yardımcı olacağım. Başarı odaklı değilim ama niyetimi bulmuş olmak hoşuma gitti doğrusu:)

O halde gelsin bakalım hafta sonu.







27 Haziran 2024 Perşembe

GÜN SONU

 

Bazen günbatımının güzelliği ve sarmaşığa değer rüzgar sesi dışında herşey anlamsızlaşıyor. Biraz sonra derse gireceğim. Bütün gün travma, bağlanma ve aile konstelasyonları hakkında okuma yapmış biri olarak yoganın bağlanma kökünü anlatarak dersi açacağım.

Neden yoga? Yoga bizi kendimize, bizi ötekileri, biz, hayata bağlar da ondan. Kendimize bağlanmamış ve bir nedenle ayrışmışsak nasıl sevebiliriz? Bizi kim sever?

Dersi böyle açacağım. Bugün ters köşe günü. Nefesin gücünü anlatacağım. Belki haftaya da güneşin tılsımından bahsederim?

Bi soru bırakayım mı buraya? Kendini seviyor musun?

26 Haziran 2024 Çarşamba

BEKLEMENİN BEKLENMEYEN ETKİLERİ ÜZERİNE SABAH SABAH

 

Dün göz doktoru kontrolünden sonra Kadıköy'deki alış veriş sanırım bana fazla geldi. Çünkü akşam eve döndüğümde migrenden beter bir başağrısı vardı. Önce açlıktan, susuzluktan zannettim ama yemek yedikten sonra da devam edince, anladım ki gün ortası saatlerde evde olmalıyım. Sıcak kimseye iyi gelmez ama bende gerçekten yıkıcı bir etki yapıyor. Evde parol dışında sadece vitamin hapı olduğundan bir tane parol ile sakinleşmeye çalışmak gerçekten zorladı. Çenemi, omuzlarımı, şiddetli ağrı karşısında kasılan alnımı ve yüzümü gevşek tutmakta çok zorlandım. Bir ara acillik olur muyum diye panikledim. Neyse ki serin su, gevşeme egzersizleri derken uyuyakalmışım. 

Ağrı nasıl korkutuyor insanı, ne kadar çaresiziz bedenin arızaları karşısında. Pandeminin hayatımıza girişiyle birlikte güçten düştüğümü hissediyorum. Geçen yaz uzun uzun suda kalmanın iyileştiriciliğini saymazsak insanın içi ve dışı birbirine paralel olarak ivme kaybediyor.

Kötülerin ve kötülüğün bunca güç kazanması hepimize pahalıya patladı. Etrafımda herkes birşeyler kaybetti. Kimi kariyeriyle, kimi sağlığı ve hatta canıyla ödedi başa çıkamadığı yaşamın bedelini. Bir de tuzu kuru olup, herşeye uzaktan bakanlar var ki, onların çoğu şükürler olsun benden uzak. İster istemez yolları ayırıyor insan. 

Bende pandemiden nasibini alanlardanım. Taşınmalar, iş değişiklikleri, ağrıyan bacak, hastalanan aile bireyleri derken zaten zar zor edindiğim rutin uçtu gitti. Şimdilerde elimde kalan sabah kahvesi ve klavyem. Elbette Thedora'm var bir de:)

Yeniden hareketlenebilir miyim? Bir kez daha aktif olarak hayatın içinde olur muyum gerçekten bilemiyorum. Geriye dönüp baktığımda sinema festivalini iple çeken, bir arkadaştan diğerine koşan, etrafına hayat dağıtan o kadın ben miydim emin olamıyorum. Gerekli miydi ondan da emin olamıyorum. Dönemi için belki ama şimdi hayır.

Erken kabul edilmiş bir emeklilik, çabuk vazgeçmişlik denebilir içinde durduğum hale. Beklemek bana bir yandan durmanın güzelliğini, yavaş ve koşturmadan da yaşanabileceğini öğretirken, öte yandan tembelleştirdi. Sanırım ben tembelleşme kısmını sevmedim. Şimdi yavaş yavaş yeniden mutfağımı kuruyor, ders vermeye başlıyor ve kendimizi uzun yürüyüşlere çıkartıyorum. Böyle böyle beklemekten vazgeçip yeniden, bu kez seçtiğim tempoda hayata karışacağıma inanıyorum.

Reçel ve turşu yapmayı özledim:) Sonbahar burnumda tütüyor desem?




24 Haziran 2024 Pazartesi

FAİLİN KOKUSU SARMIŞSA HAVAYI, SOLUMA ELVAN


Çok acı çektiğim bir dönem hatırlıyorum. Kabuk bağlamış yaralarımdan kan fışkıran, tadilat diye başlattığım değişimden yıllar süren bir hafriyat yarattığım korkunç bir dönem.... Bitti mi? Eh, aslında evet bitti ama geriye kalan sessizlik en az sürerken verdiği kadar hasar yarattı içimde.

Tercih edilmeyen, göze alınmayan, olduğu haliyle kabul görmeyendim. Takdir edersiniz ki hazmı kolay birşey değildi yaşadığım. 

Öldürmeyen şey güçlendirir derler ama bence bazen paralize ediyor insanı, taş kesiliyorsunuz. İçinin görünmezliği, ruhunun küskünlüğü dışarı sert bir kaya görünümüyle yansıyor. Karar mekanizmamın tamir edilemez şekilde bozulduğunu, dışarıdaki hayatı sürdürebilir olsam da, içeride en ufak parçama kadar yaralandığımı o zaman da biliyordum, şimdi de biliyorum.

Hayat neden durup durup aynı yerden soluksuz bırakır anlayabilmiş değilim. Özgül'e sorarsam  harita meselesi diyor; Chiron Koç'ta!

Öyle olsun bakalım, Chiron Koç'ta olsun. Binlerce hayattan birinde de bunu seçmiş olayım anasını sattığımın. Bir sonrakine daha makul bir seçim umuduyla yaşayayım bitsin gitsin?

Bütün bunlar Temmuz geliyor diye biliyor musunuz? Hayat doğumgününü sevemeyenlerden yaptı beni. Annemin de bu konuda payı büyük sağolsun. O kadar fazla tekrar etti ki bana hamileyken ne kadar mutsuz olduğunu ve doğumumun berbatlığını sonunda ikna oldum hiç yaşamamış olmam gerektiğine. Sayesinde öyle soğudum ki doğmuş olmaktan, hayatın en az balkona gelen karıncalar kadar benim de hakkım olduğuna zerre ikna değilim.

Bunca zaman sonra neden canım sıkıldı bilmiyorum. Belki de dün geçmişte kalan bir olasılığın nefesini hissetmek, gayet mümkün bir hayatın yanımızdan akıp geçmesine çocukça gücenmek yeniden dağıttı beni. Ama geçer, panik yok. Herkes beni görecek, sevecek diye bir akitle gelmedim buraya, elbette birileri sevmeyecek, istemeyecekti. Birileri evimi inşa ederken, yamacımda dururken, diğerleri çatımı yıkacaktı. Tam da bu değil miydi var olma hallerimiz.

Bir insan diğerini bıçaklar ve ölümüne sebep olursa hakkında suç duyurusu mümkünken bir insan diğerinin hayata inancını, neşesini söküp alırsa onu kimseye şikayet edemiyoruz değil mi? 



DÜNDEN KALANLARLA BU SABAH

 

İstanbul'u özlemişim. Boğazın kendine has kokusunu, rüzgarı, şehrin binalara teslim olmamış birkaç seyre değer arazisini ve elbette mücevher gibi yalıları, dönem apartmanlarını.

İnsanın eşiyle dostuyla uyum içinde geçirdiği günler yalnızlık hakkında zihnini bulandırıyor desem yeridir. Çünkü yalnız kalmayı özletmeyen türden arkadaşlıklar da var. Konuşurken kelimelerimizi seçmediğimiz, aynı ayna aynı şeye el uzattığımız, bir öneri geldiğinde hiç yadırgamadan onayladığımız. Yani bana keyif veren sadece İstanbul Boğazı değildi, orada sevdiğim insanlarla olmak da önemliydi.

Mutlu bitirdim Pazar gününü. Uzun zamandır ne Garipçe'ye düşmüştü yolum, ne de Kilyos'a. Hatta Kilyos'da bir festivale katıldığımı plajı görünce hatırladım! Aslında güzel eğlenmişim de haberim yokmuş:))

Maalesef Garipçe'nin garip insan profili hiç değişmemiş ama bakir görüntü yerini haftada iki gün insan kazıklama mekanlarıyla güzelce değiştirmiş. Yukarıdaki Ceneviz kalıntılarına giriş kapatılmış. Yine de ayakkabılarımı çıkartıp dalgaların tadını çıkartarak kahvemi içtim. Zira Garipçe'yi alıp koynuma sokacak değilim di mi? Kahvemi içip, ruhumu dinlendirip hoşçakal dedim gitti.

Boğazın serin sularına bakarak yürümekten tutun, Sarıyer'de Sandberk Hanım Müzesi önündeki lokalden şehri izlemeye kadar varı yoğu özlemişim. Hele Tarabya, hele Büyükdere.... İnsan görmeyince lafını etmese de yeniden karşılaşınca geçen zamana hayıflanıyor.

Bebek... Bebek'den geriye fazla birşey kalmamış. Bir zamanlar favori semtlerimdendi. Yazık olmuş güzelim mahalleye. Yer gök kahve satan dükkanlarla dolu. Oysa Bebek Otel'de New Orleans'dan gelen müzisyenleri dünlediğimiz günler dün gibi.... Badem ezmesi mi? Elbette artık gram altın fiyatı olmuştur :) Neyse ki dükkan kapalıydı da öğrenemedim.

Sadece ufak bir not düşmek istiyorum düne dair.

Sarıyer'den Tarabya'ya geçerken bir an için tam orada çok eskilerden biriyle yaşadığımı hissettim. Adeta varlıklarımızı hissettim. Ya geçmişte ya da gelecekte veya şu an paralel evrende biz ikimiz bırak birbirinden haberdar olmayan iki insan olmak, huzur ve keyifle yürüyorduk o sokakta. Alış veriş yapıyor, Boğaz'da yüzüyor, kahve içip, rakı balığa gidiyorduk. Şu an olduğumuzdan azıcık daha yaşlıydık ve evimiz tam oralarda bir yerdeydi... İmkanlı birşeyi imkansız kılan hiçkimseye küfür etmeden sadece fark ettiğim şeye gülümseyerek ve azıcık da ürpererek Büyükdere'yi ardımızda bıraktım. 

Neden böyle hissettim gerçekten bilmiyorum. 

Ve bu sabah. Haftanın en serin, en tatlı saatlerinin içindeyim. Sabah doktor randevum vardı iptal ettim. Pazara çıkmak, arabayla ilgilenmek gibi işler de var, bakalım yapacak mıyım? 

O halde başlasın mı yeni hafta? Sevgiler...


23 Haziran 2024 Pazar

PAZAR GÜNÜ, SABAH.

 


İyi Pazarlar Ahali,

Çok şükür ter içinde değil, sadece az uyumuş olarak uyandım. Biraz sonra duş alıp çıkmam lazım zira bugün çok sevdiğim iki arkadaşımla kendimize boğaz ısmarlamaya karar verdik! Madem İstanbul'dayız o halde bakalım yüzyıllar boyu İstanbullu neden yazı boğazda geçirmekte bu kadar ısrarlıymış?

İşin şakası bir yana, galiba iki üç sene önceydi yine aynı ekip Tarabya'da kahvaltıdaydık, ki çok sevmeme rağmen Etiler'deki derslerim bitti biteli Bebek taraflarına yolum olsa olsa iki üç kez düşmüştür, oradan kalkıp arabayı biraz daha Emirgan'a doğru bıraktıktan sonra uzun güzel bir yürüyüş yapmıştık. İşte o zaman Kireçburnu'ndan yüzenleri görünce "itin beni suya" diye delirmiştim:))) Bugün napıyoruz dersiniz? mayomuzu çantamıza atıyoruz:)

İşte budur!

Gelecek haftanın yapılacaklar listesini düşünerek veya olup olmayacağı şu an beni aşan işlere odaklanarak Pazar günümü yesem daha mı iyiydi?

Ne diyeceğim biliyor musunuz? Bize bizden başka düşman yok. O halde bize bizden gayrı dost da yok. Hele şu ruh sıkıştıran günlerde.... Lütfen ben size hatırlatayım, siz de bana "hayat kısa, kuşlar uçuyor"

Yani bugün paranızın yettiği, fizik koşullarınızın el verdiği en tatlı şeyleri yapın. Lütfen. ben dün bir marketten üzeri çiçekli bardak aldım, üstelik aşırı ucuzdu. Zaten pahalı olsa nasıl alayım:) Sonra yere dökülmüş iki begonvili de içine koyup gün boyu onun güzelliğine baktım. Belki ufacık birşeydi ama bana istersem her anı, yaşamımın her santimetrekaresini nasıl güzel ve huzurlu kılabileceğimi hatırlattı bana. Hoşuma gitti.

O halde şahane bir Pazar dileyerek ayrılıyorum. Öperim yanaklarınızdan.




22 Haziran 2024 Cumartesi

DEĞİŞMİŞ HAYATIN İLK SABAHI OLABİLİR Mİ?

 

Günaydın,

Dün gece uzun zamandır denk gelmediğim güzellikte bir Ay manzarası izledim. En son geçen yıl Eylül'de Aspat böyleydi. Büyülenmiş, bakakalmıştım gökyüzüne. O gece de tamamen bir tesadüftü, bu gece de öyle oldu. İnsan beklemeyi bıraktığında hayat eteğindeki güzellikleri silkelemeye başlıyor.

Neredeyse iki senedir oturduğum evin neresinden bakarsam bakayım apartmanların ardında kaldığını düşündüğüm Ay, meğer belli saatte onu dakikalarca izleyebileceğim muhteşem bir aralığa geliyormuş! Sadece kendi gelse iyi, bu defa birbirinden pamuk bulutları da taşımış yanında ve öyle bir gökyüzü şöleni yaptılar ki sormayın gitsin. 

İçimden bir ses "Elvan, sen şu an sadece sezsen ve bilmesen de birşeyler sonsuza kadar değişti. İyidir, kötüdür o kadarını sana şimdi söyleyemem ama birşeyler değişiyor, hem de tam şu anda" dedi.

İnandım.

Gece boyunca bilinçaltım kustu durdu. Rüyalarım adeta paralel evrendeki olası yaşamıma yolculuk gibiydi. Kaçırdığımı sandığım, yeterince tutunmadığımdan yakındığım herşeye orada sıkıca tutunmuş versiyonumu gördüm ve şu kadarını söyleyebilirim O kadın hiç memnun değildi. Yaşadığı strese belli ki değmiyordu. Şaşırdık mı? Hayır.

Uçsuz bucaksız arazilerde uzun keyifli sofralar kurmayı dilerdim. Her canım istediğinde denizde olabilmeyi, yıllarca hiç üzülüp sıkılmadan işimi yapabilmeyi isterdim. 









21 Haziran 2024 Cuma

EKİNOKS

Tam olarak ne olduğunu henüz bilmemekle birlikte bu gece, tam şu an ben bu satırları yazarken birşey veya herşey sonsuza kadar değişiyor. Yüzyıllardır izlemediğim güzellikteki Ay manzarasına sadece ve sadece tesadüfen iki gün önce balkonumu temizlediğim ve düzenlediğimden ve yine sadece ve sadece bu akşam balkonda film izlemeyi seçtiğimden tanıklık ediyorum.

Bulutların resmi geçidini sükunetle selamlayan Ay'dan gözlerimi alamıyorum. Her ne ise şu an olmakta olan ne iyi, oh be dedirtti bana. 

Bu Ay bu gece uyutmaz:)


....THAT COULD FLY


Dayatmalardan, sözde iyilik adına yapılan düzenlemelerden, kimbilir belki de insanlığın mütemadiyen sürü halinde yaşamak istemesinden hiç haz etmiyorum. Duygum kişisel memnuniyetsizlikle sınırlı da değil, Dünya Tarihi'ne bakınca birlikte, elbirliğiyle ortaya konan çok az iyi iş olduğunu görüyorum.  Etrafımdakilerin çoğu hır gür ve haklılık, kazanç, menfaat uğruna ziyan olmuş hayatlar. 

Çekirdek ne ise kabuk da o oluyor. 

İçten içe özgün olmayı arzulayan herkesin tıpkı sürüde olanlar gibi ortak kaderi var, yalnızlaştırılıyorlar. Bir dönem dehalarıyla, yetenekleri ve ortaya koyduklarıyla parlasalar, alkışlansalar ve kabul edilmişcesine kıymet görseler de filmin sonu hep aynı; intihar, münzevilik, taşlanma veya yoksulluk.

Herkes uçsuz bucaksız gökyüzünde süzülmeyi arzularken, bunu başaranlara, kanatlarını fark edip yükselenlere önce sanki bizden çok farklılarmış gibi tanrı muamelesi yapıyor, sonra ilk fırsatta tek tek yoluyoruz kanatlarını. İnsanın doğası iyi değil. Son yapılan antropolojik araştırmaların açıkça ortaya koyduğu gibi ( Burhan bahsedince baktım ve inanamadım ) biz homo sapiens, neanderthalleri yok ettik! 

Habil ve Kabil olayı buradan gelen bir mit belki?

Bu sabah avucumda kahve kupasının sıcaklığı, zihnimde önümüzdeki günlerde yapmam gerekenlerin listesi ve hesabımdaki sınırlı parayı düşünerek başlıyorum güne. Aynada kürek kemiklerime bakıyorum, bir zamanlar kanatlarım olduğunu, hiç kullanmasam bile hala orada olduklarını düşünmek hoşuma gidiyor. Sonra tekrar balkona dönüp El Greco'nun tablolarını anlatan kitaba bakıyorum. Bizans hayranı Giritli. Kalk sen Venedik'e git, oradan İspanya'ya geç ve Avrupa sanatını yön ver! Allah aşkına bu işler iki ayakla, sürüye dahil olarak yapılacak işler mi? Olamaaazzzz. Elbette El Greco da insanın, homosapiens'in kanatlı versiyonuydu; Homo sapiens that could fly*

Yaş almak kelimenin her anlamıyla ağırlaşmak demekmiş. Kiloda, hareket etme becerisinde ve hatta hissedip düşünmekte yavaşlamak ve ağırlaşmakmış... İnsan bu amansız yükten yalnızca bir çift kanatla firar edebilir ki o da kanatlarını yoldurmadıysa, yolmadıysa ve olduklarına inanırsa:)


* uçabilen




19 Haziran 2024 Çarşamba

AKŞAM

 

Günün geceye, rüyanın kabusa asılı kaldığı uçurum bu saatler. Güneş kimbilir hangi denize top misali yuvarlanıyorken, içim alev almasın diye kocaman bir bardakla suya tutunuyorum. 

Zihnimin ileri geri salınımını kontrol etmek için çabaladığım, bahçede toprağa oturduğum vakitteyiz. Köklenmek istemediğim onca yıldan sonra, ipini kopartmaktan korkan uçurtma misali kendimi toprağa sıkı sıkı yasladığım alacakaranlık. Ağaçların gölgesini geçmişin hayaletlerinden ayıramadan, yaşam sanki şu an burada baştan sona izleyip bitirmem gereken bir filmmiş gibi kafama doluşan anılarıma bakıyorum. Onlar sakinleşene kadar yapabileceğim tek şey nefes alıp vermek.

Kaçmanın, huzursuzlanmanın faydasız olduğunu bilerek nefes alıyor, nasıl olsa duracak tüm görüntüler diyerek nefes veriyorum. Oturduğum toprağın tatlı serinini, kirpiklerimi gıdıklayan rüzgarın dostça dokunuşunu hissettiğimde gayrı ihtiyari bir tebessüm yayılıyor yüzüme. Saç diplerimin gevşediğini, çenemin yumuşadığını fark ediyorum.

Artık içim serin. Bir günü daha alev almadan, yanmadan ve yakmadan yolculamanın huzuruyla oturduğum yerden doğrulup, ehlileşmiş tarafıma bir kadeh şarap ikram ediyorum. 

Ayetel Kürsi okuyorum gecenin karanlığına, şarkılar mırıldanıp bahçemin şiirini dinliyorum uykum gelene kadar.

ÖĞLE

 

Yaklaşık kırk metrekare mutfak. İki kapısı var. Biri yatak odası, banyo ve antreye açılan ön kapı, diğeri  hemen hemen aynı büyüklükteki  bahçeye çıkılan arka kapı.  Arka kapının üzerindeki saçaklık art nouveau, üzerinde mavi mor çiçek desenleri var. Fazla geniş değil ama yağmurlu havalarda altında ıslanmadan kahve içilebilir.

Sarmaşıklarla kaplanmış tuğla duvarların devamındaki ferforjelere hanımelleri öyle bir dolanmış ki, dışarıdaki hayat görünmez olmuş. İki sıra karşılıklı dizilmiş bel boyu ortancalar deniz gibi içimi serinletiyor. Neredeyse hepsi mavi, eflatun ve mor. Tam ortancaların yanında, sağ tarafta yetmişli yıllardan hatırladığımız beyaz demir masa ve sandalyeleri duruyor. Rüzgar daracık bir koridor bulup estiğinde mis gibi lavanta kokusu doluyor burnuma.

Bu bahçe benim dünyaya katlandığım, bütüne katılmayı reddettiğim yer.

Mutfaktaki kocaman tezgah aynı zamanda masa olarak kullanılıyor. Hiç bir kavanoz dolapların içinde değil, hiç birinin şekli şemali diğeriyle aynı değil. Kurtulmuş biberiye, adaçayı, kabak ve patlıcanlar sarkıyor tavandan. En sevdiğim yeşil cam damacanalar duruyor kapının kenarında. Bir de içi serin kuyu suyuyla dolu küp. Bahçede bir kuyu ve tulumba olduğunu söylemiş miydim?

Kuyunun cini var. Suda yaşayan, utangaç bir varlık. Bazen onunla kahve içiyorum. En derinden ilginç hikayeler anlatıyor bana ve ben de en derinimde kalan hikayelerimi susuyorum ona. Tulumbadan su çekerken hep çok dikkatliyim, rahatsız olsun istemiyorum.

Kalbim kafesinde huzursuzlanınca kuyunun kapağına uzanıp gökyüzüne bakıyorum. Kuşlar geçiyor gözbebeklerimden, bulutlar, uçaklar.. İçime saklanır gibi saklanıyorum evime, içimde dolanır gibi adımlıyorum bahçemi.

Saat öğleden sonra iki. Kuyu Cini, ben, hatta ortancalar, hanımelleri ve lavantalar az sonra  uykuya dalacağız. Uyandığımızda hala bahçede olduğumuza sevinip, akşam yemeğini hazırlamak üzere mutfağa gireceğim. Radyoda neşeli yaz şarkıları çalarken bir bardak viskimi doldurup, insanın ayak tabanlarını en mutlu eden zemin pişmiş toprak olan diye geçireceğim içimden.








SABAH

İnsanlar ve davranışları üzerine düşünmeyi bırakıp, yeniden çiçeklerle, rüzgarla ilgilenmeliyim. Sahi söylesene canlılık niçin bu kadar korkutur bizi? Ben söyleyeyim; canlı olursak acı çekebileceğimizi, hatta acı yaratabileceğimizi biliriz.. Acı çekmenin yaşama dahil olmadığı hayatlar arzularken canlılığımızı büsbütün yitirir, hatta bazen zalimleşir ve ötekinin canını yakarak canlılığı dolaylı hissetmenin peşine düşeriz. 

Olan bu.

Bugün güveleri evimden göndermeliyim. Zira en sevdiğim bademli incirden başlayarak bir işgal planı yürürlüğe koymuşlar. Ama olmaz. Özene bezene kavanozlara doldurduğum zor gün erzağımı veremem.

Arabanın anahtar pili bitmiş. Dilerim ucuz birşeydir. Kazanmadan harcamak kadar asap bozucu az şey var şu dünyada.

Hayatım, içine giremediğim, "motor" sesini duyamadığımdan mütevellit başlatamadığım beklerken eskimiş eylemler silsilesi. Ömrümü kostüm ütüleyip makyaj tazeleyerek ziyan etmiş, arada sırada onun bunun suflörü olmaktan bıkınca kıyıda köşede uyuya kalarak harcamışım  hissetmek nedir yahu?

Sahip olduğum hiç ama hiç birşeyi azımsıyor değilim. Dün Burhan'a da söylediğim gibi Dünya'nın binbir acısından neredeyse hiç nasiplenmemiş aç uyumamış, evsiz kalmamış, savaş ve işkenceye takınlık etmemiş biri olarak tüm serzenişlerimi şımarıklık, zihin huzursuzluğu, kıçına rahat batmak olarak isimlendirebiliriz. Evet, evet, iki parça ıslak pamuk arasındaki fasulye tanesiyim ben. Vakti geldiğinde toprağa ulaşamamış ve şimdi iki pamuk arasında kartlamış her fasulye gibi çaresiz hisseder haldeyim.

Bedel ödenmemiş bir yaşamdan ne bekliyordum ki?






17 Haziran 2024 Pazartesi

GEÇEN YAZ NE OLDU?

 

Ormandayım. Her yanımda ağaçlar var. Neredeyse gökyüzüne değdiklerini hissediyorum. Uzun, sağlıklı, sarılsam kollarımla kavrayamayacağım kadar kalın gövdeliler. 

Kadife gibi ayaklarımın altındaki örtü, tatlı bir serinlik üflüyor yüzüme bastığım toprak. Huzur içinde miyim? Değilim. Korku? ı ıh. 

O halde günaydın.

Uzun ama upuzun yıllar boyunca sadece başkalarının iyiliğini düşünerek, BOYUNA POSUNA BAKMADAN HERKESİ İYİ KILABİLECEĞİNE İNANARAK yaşayan bir kız varmış. Diğerlerine, özellikle de talihsizlikler içinde yol almak zorunda kalmış biricik annesine hizmet ederek ve bolca fedakarlık yaparak sevileceğini zanneder, sabahtan akşama kadar gözlerini kulaklarını dört açıp en ufak yardım çağrısını kaçırmamaya dikkat kesilirmiş. Yorulurmuş, gerilir ve bazen yardım ihtiyacını dile getirirmiş ama öyle zamanlarda o kadar şiddetli bir yalnızlıkla, kendi köşesine terk edilmekle cezalandırılırmış ki, bunu mümkün olduğunca göstermemesi gerektiği zamanla öğrenmiş.

Günler geçtikçe o kadar kafayı sıyırmış ki diğerlerine yardım konusunda  listesine kimseli çocuklar, kediler, kuşlar, köpekler ve bitkiler de dahil olmuşlar.

Şu bahsettiğimiz kız var ya, işte o, sağdan sola koşuşturup elindeki yapılması gerekenler listesine yetişmeye çalışırken, günler de boş durmuyor ve birbiri ardına hızla akıp gidiyormuş.

O sene yaz çabuk gelmiş. İnsanlara nefes aldırmayan sıcak, değil koşuşturmaya, uzanıp rahatça uyumaya bile izin vermiyormuş. Kız ve erkek kardeşi uzun yıllardır yollarının düşmediği kıyı kasabasına gitmeye ve yeni bir başlangıç mümkün müdür bakmaya karar vermişler. Daha doğrusu kardeşi gitmek istemiş ve kız da elbette eşlik etmiş.

Kasabadaki günler ve geceler eğer iyi bir yerden bakmak istemezseniz şehirdekinden bile bunaltıcıymış. Kimse uyuyamıyor, yemek yiyemiyor, hatta konuşmakta bile zorlanıyorlarmış.

Haftalar birbirini kovalamış. Kızın kardeşi oturduğu yerden etrafı eleştirmekten ve memnuniyetsizliğini dile getirmekten sıkılınca şehre dönmek için bir bahane uydurmuş.. Kız ve kedisi kasabada kalmışlar.  O ikisi her sabah erkenden uyanıp, balkondaki kaktüsün boyunu yavaş yavaş geçen begonvili izliyor ve kahvelerini içerek günün en güzel saatine eşlik ediyorlarmış. Balkonun yerleri o çok eski filmlerdeki küçük taş kırığı bloklarla döşeliymiş. Siyah, beyaz ve pembe kırıklı bir tür mozaiğe benzeyen taşlarla. Kız hem bu taşlara çıplak ayakla basmayı çok seviyor, hem de kedisinin sabah serinde taşlara uzanıp mutlu olmasıyla kendini iki kat keyifli hissediyormuş.

Her sabah Dünya'nın en güzel töreni gibi başlayan günlerde hayat denize gitmekle devam edip, kıza neredeyse tüm vazifelerini unutturmuş..

Mevsimin yazdan sonbahara dönüşünü suyun ısısıyla hissetmek kızın ruhuna o kadar iyi gelmiş ki, eğer birkaç günlüğüne şehre gitmeseymiş  aslında şu yaşadığı hayat hiç uyanmak istemeyeceği bir rüyaymış. Ama ne yazık ki şehre gitmiş. Şehirde kaldığı sürede ne kadar anlaşılmadığını, istediği kadar çabalasın bazı olayları ve kişileri katiyen daha iyi olduğuna inandığı bir hayata ikna edemeyeceğini açıkça görmüş. O hiç yapılmaması gereken ziyaretten geriye yol boyunca ağlayarak dönmüş.

En kötüsünün henüz yaşanmadığını da birkaç gün geçmeden görmüş. Kardeşi tarafından verilen direktifler, şehre aynı anda gelen iki eski ve kıymetli dost ve yan kapıda yaşayan akıl hastası bir komşuyla hayatının en ağır sınavı eşikteymiş.... Üstelik görmezden gelemeyeceğiniz bir aile dostu olan komşu yıllarca teyze dediği biriymiş.  Bütün bunlar az diyorsanız sadece bizim kızı değil tüm kasabayı perişan eden su problemi de tüm olan ve olacakların en zirve noktasıymış.

Akrep Tutulması çok kalın bir sınav kağıdıyla gelmiş. Yalnız ve çaresiz olmayı, etrafındakilerin o hizmete bu kadar hevesli oldukça sadece daha da talepkar olacaklarını ve her zaman yaptığı gibi koşulsuz destek verdiği sürece onu seveceklerini, aksi takdirde onların nazarında ederi olmayacağını kıza güzelce anlatmış. Anlatmış  ama o anlayış ve anlayış öyle hazmı kolay bişi değilmiş. Bedeli ağırmış. Fakat ödeme planı dışında hayata düşen beklenmedik faturalara bir yenisi eklense ne olurmuş?

Bilinen tüm iyilikler, iyi kılma çabaları tuzla buz olurken, en yakını sandığı kardeşi tarafından tüm kristalleri bir anda kırılan kız, acısından varı yoğu tutuşturmuş. O an yakınında olan ve belki de hayatının en kıymetli karakteri, tek dostunu bile yakıyormuş neredeyse.

Ne denizle, ne içki, ne de başka şeyle soğuyamadan günlerce alev alev dolanmış. Saçını söndürse eteği, gözlerini kapatsa ciğerleri tutuşuyormuş. Acıdan ölmek mümkün mü sorusuna dev puntolarla almış cevabını. Fakat ölmemiş. Birkaç hafta sonra zerre sakinleşmemiş ateşini de bavula tıkıp şehre dönmüş. 

Yaşadıklarıyla, uğradığı haksızlıkla yenişmesi günler, haftalar hatta aylar sürmüş. Hayat dilencilik etmek, beni gör, beni sev çığlıkları atmak için ne kadar da kısaymış. İnsanın sevmesi gereken, güvenmesi gereken kişi sadece kendisiymiş. Ancak o zaman diğerlerine kırılmak, onlardan hakkımız olduğuna inandığımız takdiri beklemek anlamsızlaşıyormuş.

Kız anlamış. Sadece sindirmek, bütün bunları elleriyle inşa ettiği gerçeğiyle yüzleşmek zaman alacakmış. Gerekeni vermemek kadar, gereğinden fazla vermenin de sorun olabileceğine uyanmak hazmı kolay bişi değilmiş.

İnsan en derin korkusuyla yüzleşmeden ayağa kalkamazmış. O gece kız yatağının altındaki canavara bakmak için örtüyü kaldırmış. Fakat orada bir canavar yerine mini mini bir çocuktan başka birşey bulamamış. Şimdilerde o ikisi kol kola el ele gezmekteler. Kendilerine yepyeni bir yaşam kurabileceklerine inanarak nefes almaya çalışıyorlar. Başarırlar mı bilemeyiz ama denemekten başka çareleri olmadığı da çok açık.

Ben ikisine de, hatta kızın kedisine de mutlu bayramlar demek istiyorum. Hayattayız nihayetinde:)








16 Haziran 2024 Pazar

TUHAF BİR SABAH

 

Kan akışımı hissedemiyorum ellerimde, sanki kanım bütün bedenime pompalanıyor fakat dirseklerimdeki engeli geçip ön koluma, parmaklarıma ulaşamıyor. Rüzgarın oturduğum yerde esmeyip, karşı köşede çiçekleri uçurması, sonbaharın Eylül'de değil, Haziran'da kuruyan ilk yaprakla girizgah yapması tuhaf.

Tuhaf bir sabah.

İYİ BAYRAMLAR

 

Hayat bütün korkularımızı yaşatmadan bitmiyor, gitmiyor. Dayım hastaneye düşmekten korkardı, tam istemediğini yaşadı. Son iki gecesini hastanede geçirdi. Üçüncü geceye gücü kalmamıştı. Ben ailemin yokluğuyla sınanmaktan korkardım, belki bu yüzden kendimi hiçe saya saya titrerdim üzerlerine ve bu sabah yoklar!

Ben mi? Yaşıyorum. Onlar? Yaşıyorlar.

Çok sıkıldım benden kolay vazgeçilmesinden. İşe yaradığım sürece sevilip, fikrimi, daha fenası duygumu söylediğimde tartaklanmaktan. Artık gücenmiş ve kırılmış olmaktan da yorgunum. Ortada ölüm yok diyorum kendime, sadece birileri beni istememiş. Tıpkı benim de birilerini istemeyebileceğim gibi.

Ailemin beni gözden çıkarttığı ikinci bayramın sabahında,  kendimle baş başalığımla daha ahenkli olacağım günlere doğru ivme kazandığım yerdeyim.

Bayramlardan ne olursa olsun nefret etmemeye çalışacağım. Dünya'da yeteri kadar nefret var.

Hepinize İyi Bayramlar


11 Haziran 2024 Salı

ORMANDA NELER OLDU VOL.II


Ormana girerken en çok istediğim şey yeniden hissedebilmekti. Dışarıda izin verilmeyene, baskı ve zulümden baş kaldıramayana ormanda alan açmak istedim. Öyle kendi halime bırakılınca ne zaman acıktığımı, ne vakit uykumun geldiğini merak ediyordum. Kendimi adeta dedektif gibi izlerken yataktan hangi duyguya tutunarak kalktığımı veya hangi ezberin beni yastığa geri bastırdığını anlamak adına gözümü kulağımı dört açmıştım. 

Uzunca bir vakit gelen gidenim olmadı. Ana şalteri kapatılmış gibiydim. Bedenimin his kaybı can yakıcı boyutlardaydı ama can acım yoktu. Sadece ruhum, o bu eksikliği derinden yaşıyordu. Canlılığımdan, verdiğim tepkilerin gerçekliğinden emin olamıyordum. Aslında ben uzun zamandır yaşadığım hiçbir şeye anlam veremiyordum. Kendi hayatımda canlılığını yitirmiş ve  görevlendirilmiş bişi idim de acaba o şey ne idi?

Haftalar haftaları kovaladı. Kardeşimin doğum günümde verdiği kuş lokumum bitmiş, ağzım yavaştan acılanmaya başlamıştı. Dışarıdaki Dünya ılık ılık akıyordu ve uzun zamandır olmadığı kadar da yumuşaktı eyvallah da içimdeki dikilitaş milim oynamıyordu.

Orman metaforu bir anlamda çok işe yararken, öteden beriden yol alıyor muydum hiç bilememiştim. Pek çok insanla aram açıldı. İnsafsız, empatiden mahrum ve nasıl da merkezlerine sıkı sıkı tutunuyor olduklarını gördükçe, yıllar boyu kendime yaptığım, her ihtiyaç sahibiyle öncelik tahtımı tacımı bırakıp fırladım tüm anlar, her olay içimi cayır cayır yakıyordu. Bir tür kundakçıydım ve geri dönüp baktığım her sahne ben onu yok edeyim diye tutuştururken, dönüp beni yakıyordu!

Bütün kış içim soğumadı. Dayımı uğurlarken avuçlarıma doldurduğum samimiyet ve merhamet hariç, ellerimden çekilen hayatı an be an hissetmek dışında canlılığım şüpheliydi. Dayımın yolculuğu, ölümü bile benim varlığımdan gerçekti. Bedenim yaşama böylesine kapandıysa acaba bu nerede olmuştu? Ve kimbilir bilmeden, istemeden kimlerin canını yakmıştı?

İşte ormanda bunlar oluyordu. Çıkışa günler sayarken çıkıp çıkamayacağımı bilmezken geri dönüp baktığımda kendimi olsa olsa balkonu bir uçtan öte uca yürümüş karınca gibi hissediyorum.

Bugünlük diyeceklerim bu kadar.


10 Haziran 2024 Pazartesi

ORMANDA NELER OLDU VOL.I

 

Geçen sene aşağı yukarı bu zamanlarda elli yaşıma hazırlanıyordum, hazırlanıyordum derken neredeyse hiçbir şey yapmıyor, bir kaya parçası gibi varoluş, varlığımın anlamı üzerine kös kös düşünüyordum. İnsan tatmin olmadığı, memnun olmadığı düzeni değiştirmekte neden böylesine acizdir sorusu benim hazırlanamayışımda gizliydi; sadece düşünüyordum. 

Eylemsiz nasıl olacaktı acaba o değişim, dönüşüm?Hepimiz severiz, sevmesek bile sıkı sıkı tutunuruz bildik alanımıza ve kader kurbanı olmayı tatlı tatlı kucaklarız hezeyanlarımızla. İşte meselemiz!

Biliyorsunuz ormanda geçen sürenin sonunda üç seçeneğim vardı. Çok şükür birini elemiştim; eski düzene dönmeyeceğimi biliyordum. 

Kaldı bir ay ve iki seçenek. 

Ormanda yaşamaya devam edeceksem, bu nerede ve nasıl olacaktı? Yeni bir işleyişi olacaksa hayatımın acaba onu nasıl başlatacaktım? Kirlileri makineye atmak en yaşam pırıltısı veren eylemimken, kendime yemek yaparken dahi böylesine lütufkar iken, ben nereden, nasıl ve hangi itki ile ivmelenecektim?

Hayatım boyunca uyuşturucu kullanmamış olmakla içten içe övünüp, pek çok yakınımı da zayıf bulmuşken, travmalarımı giyinip, masal dünyasında saklanmam uyuşturucu değil ise ne idi?

En zor yüzleşme insanın kendisiyle olanmış. Şöyle boydan gösteren bir aynanın karşısına geçip "ayna ayna söyle bana yuttun mu attığım yalanları?" diyebilmekmiş.

Belki de bu yüzden kendimden başka yüzleşmek istediğim hiçkimse kalmadı. İsteyen herkes bunu tekbaşına yapmalıymış, mis gibi anladım.

Bir sabah aniden İtalya veya Yunanistan kırsalında ya da deniz kenarında bir evde rüzgar sesiyle uyansam, yepyeni bir dil, bilmediğim gelenekler, denemediğim yemekler ve etrafta geçmişimden olmayan yepyeni insanlar yaşsaydı acaba sevinir miydim? Gerçekten bilemiyorum, insan nasıl sevinir? Sevinç hala gezegende ikamet etmekte midir?

Anlatmışımdır belki, geçenlerde Burhan'la balkonda otururken ve elbette hayatlarımız hakkında konuşurken "yanlış durakta inmişim de bir sonraki otobüsü bekliyor gibiyim" demiştim. Dünya benim için hep yanlış durak hissiydi. Ne gezegene, ne bir aileye, ne de kendi içime yerleşebildim. Arkasındaki yapışkanlı kağıt çıkartıldıklatan sonra yerine düzgün yapıştırılmamış sticker gibi hissediyorum. Söksen sökülmez, düzeltsen düzeltilmez..

Yani ormanda işler iyi gitmiyor. Burada kalırsam delirip gideceğim. O yüzden kalan sürem için bir sudoku, ne bileyim işte kendime ve etrafa takılmadan devam edebileceğim bir uğraş bulmalıyım.

Geçen yaz günde iki saatimi suda geçirerek ve tüm kalbimle bir balinanın gelip beni yutmasını dileyerek günü kurtarmış hissediyordum ya aslında içten içe bunun pek makul olmadığını biliyordum. Sonuçta bir an geliyor sudan çıkıp kuruyordum ve  o an çok hazindi... İnsandım ben yahu, insan. 

Tepemde martılar uçarken, denizin kokusu burnuma, kahvenin tadı damağıma yerleşmişken neden bu denli hüzünlü hayat hiç anlayamıyorum. Ormandan çıkacak mıyım inan bilmiyorum....



9 Haziran 2024 Pazar

SATÜRN

 

Kendimi eğlendirmekten hatta gülümsetmekten aciz zamanlarımda bile arkadaşlarıma, aile yetmeye çalıştığım günlerim olmuştur. Onlar memnun olursa bana da bulaşacak ufacık bir yaşam kırıntısını bu kadar dolaylı yoldan aramak sanırım olsa olsa bir benim aklına gelir:) Velhasıl kaç sofra kurmuş, kaç kahvaltı organize etmişimdir bilemem ama en favori hikayelerimden biri Satürn hayalimdir.

Esra adı lazım olmayan büyükçe bir hastanenin satın alma sorumlusu arkadaşımdır. Bir dönem onun iş çıkışında uzun yürüyüşler yapardık. Her ikimiz de delice yorgun olsak da ne yapar eder gözümüze kestirdiğimiz parkuru bitirirdik. Fakat nadiren de olsa bazen Esra dev bir parça çikolata ile gelir ve başka bir yöntem var mıdır acep diye düşünürdük.

Günlerden birgün, yine Esra dev çikolatalarla kapıma dayandığında "hadi bak bi hayal kuralım nasıl iyi gelecek" dediğimi hatırlıyorum.

"Esra düşün ki öldük, beden kaygısı kalmadı, bizi yeni bir deneyim için Satürn'e bıraktılar. Halkaya oturmuşsun, bacaklarını sallandıra sallandıra uzaya bakıyorsun. A o da ne? Yanında ben varım! Elimde kabak çekirdeği, uzatıyorum sana ve birlikte çitleye çitleye uzay boşluğuna bakıyoruz." Nasıl?

Esra buna dakikalarca gülmüştü. Ama inanmıştık aynı zamanda. Çünkü mümkün, sonsuza dek bu gezegene mıhlanıp kalacak değiliz. Bize yedi kat gök ve yedi kat yer ve hatta yetmiş iki alem müjdelenmiyor mu? O halde kim bilebilir belki Satürn o alemlerden biridir?

Şimdi gözlerimi kapatıp, halkaya oturuyor ve çekirdek çitlemeye başlıyorum. Bakalım yanımda kim gelecek bu defa?

KAYITSIZ PAZAR

 

Her sabah uyandığımda yatağın aynı tarafından kalkıyor ve aslında bir gece önce yatarken "kendime "yarın diğer taraftan kalkayım" demiş oluyorum. Neden bu kadar basit birşeyi bile yapamadığıma gelince, işte orasını pek anlayamıyorum. 

İkinci hamlem kahve yapmak üzere mutfağa gitmek oluyor. Aslında önce ılık limonlu su içmek istiyorum ama onu da yapmıyorum. Kortizol seviyemin epeyce yüksek olduğunu bile bile kahvemi demliyor, hatta bir taneyle yetinmeyip, ikinciyi içiyorum.

Güne balkonun serininde kuşları dinleyerek ve karşı apartmanı saran sarmaşığı izleyerek başlamak istiyor ama nedense elimdeki telefonu diğer odada bırakamıyorum. Bir gözüm hep onda oluyor, bundan hiç hoşlanmıyorum.

Yeterince erken uyanmama rağmen kalkıp sahile inmiyor oluşumu, bacaklarımdaki tüm sorunlar için aslında yürümem gerektiğini bile bile neden akşamüzerine ve sonra yine bir diğer sabaha erteliyor ve gerçekleştirmiyorum.

Gün boyunca gayet makul miktarlarda ve oldukça temiz beslendikten sonra neden yatmadan kısa bir süre önce manasız bir yiyecek bulup illa geveliyorum?

Bayıla bayıla aldığım, bi de üstüne organik kremleri kullanmak konusundaki istikrarsızlığıma ne demeli? Veya besin takviyeleri konusundaki düzensizliğime? Birgün keten tohumlu yulaflı galeta pişirirken, ertesi gün ekmek arasına zeytin sıkıştırıp yememi nasıl tanımlamalıyım?

İnsanları bana, hissettiklerime, yaşadıklarıma karşı kayıtsızlıkla itham eden ben acaba kendime karşı en kayıtsız değil de neyim? Ben kendimi bu denli yok sayarken onlardan var saymalarını beklemek gerçekçi mi?

Velhasıl elimdeki matematik neresinden bakarsam bakayım sağlıksız. Zaman zaman ufacık iyi kılma başarısı göstersem de genel tablo sevimsiz.

An itibariyle kucağımda kocaman bir Pazar günü var ve ben onunla ne yapacağımı hiç ama hiç bilemiyorum. Amin

8 Haziran 2024 Cumartesi

SEKİZ HEZEYAN İKİBİNYİRMİDÖRT, İSTANBUL

 

Merhaba. Günaydın bana ve yazdıklarıma göz atmaya uğrayan sana,

Hayat ne tuhaf; ne zaman bir hikaye kurgulamaya kalksam içine gerçek, ne vakit gerçek, kendi gerçeğim hakkında yazmaya başlasam içine hayal gücüm karışıyor. 

Dünya'daki iyi yazarların tek bir ortak özelliği olduğunu düşünmesem de bende olmayan ve onlarda olan şeyin kesintisiz yazma arzusu ve disiplin olduğunu görebiliyorum. Yazmayı elbette arzuluyorum ama çalı çırpıyı temizlik amaçlı yangin çikartan çiftçinin alanı ve rüzgarın yönünü hesapladığı gibi akılla hesaplayarak başlayamıyorum yazmaya. Beni genellikle öfkem, öfkemin arkasında saklanan kırgınlıklarım tetikliyor. Bu yüzden kundakçı gibi hissediyorum; birden harlanan ve değdiğini küle dönüştürüp, aynı hızla sönen alevler kelimelerim. 

Yazmak söz konusu olduğunda çocuğum. Yetişkinden ev ödevi vermesini bekleyen, kendi başına yeteneğini kontrol edemeyen ve bu yüzden de kağıttaki bir yetenek mi, yoksa boş iş mi bilemeyen ufacık bir çocuk.

Anlatmak istediklerimin listesini yapmalı ve mesela her sabah listeden bir karakter seçip uzun uzun onu anlatmalı. Her yazdığımın içine kendimi sokuşturmamalı. Sevdiğim kelimelerden bir sözlük yapabilirim mesela. Sonra sevdiğim semboller var, onları da uzun uzun anlatabilirim.

Hayattaki tek gücüm, hayal gücüm ve en büyük tuzağım hayal kırıklıklarım ya, belki onları devşirip, havalandırabilirim. 

O halde gelsin ilk deneme....

Bin dokuz yüz kırkların sonu. Anadolu'dayız. Mevsim kış, yer gök göz alabildiğine kar. En yakın köy atla yarım saat uzaklıkta. Ev demeye dilimin varmayacağı bir dam.  İçerisi sıcak. Kundaklanmış bir bebek uyuyor sedirin üzerinde. Ondan az büyük ablaları sobanın yanında sessizce oynuyorlar. Biri hala bezli. Anneleri pencere kenarına ilişmiş, dışarıyı seyrediyor. 

Ev dışarısı kadar sessiz.

Genç kadın Mazhar Osman'ın ilk ebelerinden. Cumhuriyetin gençlik yıllarında düzenlenen şık bir baloda subay olan eşiyle tanışıyor. Uzun yıllar önce de yolları kesişen ve birbirlerini anımsayan iki genç, balodaki danstan sonra hiç ayrılmamaya karar veriyorlar. Bu dam Şark hizmetine geldikleri şehirde ailelerine tahsis edilen ev.

Herşeyin farklı işlediği yeni yaşamlarında beslenmeden, yıkanmaya, oyundan, uykuya adeta yeniden biçimlendiriyorlar hayatı. Evin babası erken gidiyor görev yerine ve bazen günlerce geri dönmediği oluyor. Ev halkının acil ihtiyaçlar için düşünülmüş kah çalışan, kah işlemeyen bir telefon var. Siyah, ahizesi ağır ve sağ tarafındaki kolu çevirerek santrale bağlanan telefon eski hayatlarından buraya ışınlanan tek şey sanki.

Günler geçtikçe uçsuz bucaksız kar manzarasına, yeri yönü bilinmeyen bir uğultu eşlik etmeye başlıyor. Yalnızca genç kadının duyabildiği sessizliğe çok benzeyen bu kimsenin duymadığı sessizlik nasıl oluyorsa yalnızca onun kulaklarına doluyor. Zamanla sessizlik uğultuya, uğultu yankıya ve sonunda genç kadının kulaklarında çınlayan karşı konulmaz bir çağrıya dönüşüyor bilmiyoruz. 

Evin duvarları kafes artık, dışarı çıkıp sesin geldiği yöne bakmaya başlıyor kadın.

Ses dağdan geliyor. Genç kadın öylece dağın büyüsüne kapılıp gidiyor. Dakikalar saatlere saatler günlere dönerken, gece gündüz ayırt etmeksizin bakmaya devam ediyor. Dağ en görkemli, en masum haliyle öylece dururken, kadın da tıpkı onun gibi mıhlanıyor olduğu yere. Yorgunluktan bacakları sızlayana, elleri, yüzü donma noktasına gelene kadar bakıyor, dalıp kalıyor karlı dağın göz kamaştıran zirvesine. 

Bu haliyle ökseye yakalanmış ama çırpınmayan saka kuşuna benziyor.

Yaşı en fazla beş, hadi altı olsun Zeren'in. Zeren aç. Kardeşleri aç. İlk birkaç gün o minicik elleriyle kardeşlerine yetmeye çalışıyor Zeren ama  eteğine yapışıp dil döktüğü annesi dağdan gözlerini ayırıp onlara bakmıyor, Zeren'i duymuyor. Altlarını değiştiriyor, saçlarını okşuyor kardeşlerinin. Altı yaş çok erken annelik etmeye ama Zeren zorunlu anneliğiyle baş başa kalıyor sessizliğin ortasında. Sonra arada bir onları yoklamaya gelen doktor Amca'yı hatırlıyor. Telefona uzanıyor ufacık elleri ve santrale Doktor Amca'yı bağlamaları söylüyor.

Öğleden sonra geliyor Doktor Amca. Zar zor içeri alıyor annelerini. Anne zayıflamış, üşümüş. Donuk bakıyor gözleri. Hiçkimse yok onlara yardım edebilecek. Anneyi hemen iyileştirmek gerekiyor. O sırada babaya haber veriliyor. Günler sürüyor genç kadının toparlanması. Birkaç gün sonra hava karardığında uyumak için eve girmeyi kabul ediyor. Sonra yavaş yavaş gözlerini ayırabilir oluyor sevdasından.

Dağa sevdalandı diyor yöre halkı. Ağsı Dağı çarparmış böyle ona uzun uzun bakanı. Söker alır yüreğini, bedeni kabuk gibi bırakırmış uluorta.

Aradan geçen uzun yıllardan geriye Zerin'den bana bu kısa şark hikayesi geliyor. "Annem Ağrı Dağı'na sevdalanmış, dağ tutması diyordu köylüler. Efsaneye göre nice can gitmiş böyle ayazda." Neyse ki bugün adını hatırlayamadığı doktor Amca varmış da Zerin yeniden çocuk olabilmiş. 

Dinlediğim en hazin, en çarpıcı hikayeydi dağa sevdalanan kadının öyküsü. Mutlaka yazacağım. Yoksa yazdım mı?














7 Haziran 2024 Cuma

BİZİM İNSANIMIZ NEDEN ÇOK ÇİRKİN?

 

Parçası olduğum toplumdan kendimi ampute edip ayırabilmeyi çok isterdim. İkiyüzlü, cahil ve daha pek çok olumsuz sıfatı fazlasıyla hakeden bunca bireyin aynı coğrafyaya tepiştirilmesine ve artık nasıl bir karmam varsa benim de tam ortalarına bırakılıverişime söyleyecek söz bulamıyorum.

Türk toplu yaşam terbiyesi olan bir canlı değil. Eğitilebilir de değil. Öğrenim eh öyle veya böyle olabilmekte ancak eğitim namümkün.

Ana dilimde konuşup anlaşamadığım insanlarla, sinir stres içinde yuvarlandığım İstanbul'da kapana sıkışmış fareden halliceyim. Gidemiyor, kalsam koşulları daha olumlu kılamıyorum. Neresinden tutacağımı şaşırdığım b.ka bulanmış zaman diliminde bitse de gitsek tadında uyuyor, aynı lezzette gözümü açıyorum.

Toplumun tamamı depresyonda mı yoksa bu anlasızlık bana mı özel ondan da emin değilim. Vaktiyle gitme kararı almış herkesi ayakta alkışlıyor, kendim için parmağımı kımıldatamıyorum.

Son gidişimde Bodrum da dar geldi bana. Aynı yoz, sevimsiz insan grubu orada daha da gözüne batıyor insanın. Sürekli kıyafet, yemek, içmek üzerinden hayatı anlamlandırmaya çalışmayı, masadan biri kalmaya görsün onu yedi kat dibe batırmayı, haklıyı değil güçlüyü seçmeyi ve daha nicesini içim almıyor... 

Şu an bile kalkıp sahile inebilecekken balkonaki sandalyemden kımıldayamıyor oluşum çok trajik. Nedir insanı böylesine kıskıvrak bağlayan? Bazen bütün kötü insanlara ben mi denk geliyorum diye canım sıkılıyor. Belki benim içim kötü? Belki ben kendime Çekiyorum olumsuzlukları? Bilsem vallahi yapmam.

Ama insanımız çok kötü... İkiyüzlü, kindar ve cahil... Tam istenildiği kıvama gelindi bence. Linç kültürünü de eklersek yeme yanında yat.....




5 Haziran 2024 Çarşamba

TANIK

 

Günaydın Selma,

Pazartesi öğlene doğru şehre döndüm. Son iki gece Çanakkale'de kaldık. Geçen yıl dikilen ağaçlarımı görmek istedim. Çok şükür iyiler.  Biliyor musun anne baba olmak gibiymiş dikili ağaç sahibi olmak; insan yağmur mu yağdı, çok mu sert esti rüzgar hiç umursamadığı kadar umursuyor. Mesela orman yangını haberi duyunca başka türlü acıyor insanın kalbi. Çünkü an be an verilen emeği, her bir ağaçla kurulan bağı artık biliyor ruh. Anlayacağın börtü böcekle diyaloglarıma artık ağaçlarımı da ekledim. 

Bu ağaç dikme işinin bana iyi geleceğini tahmin ediyordum fakat hesapta onları özlemek, daha sık görme arzusu yoktu. Şimdi evladımı Tanrıya emanet etmiş gibiyim. Onları gerçek anlamda sadece Allah koruyabilir ormanın kıyısındaki kuytuda.

Şehir sıcak. Benim ev dersen, öğleden sonra yangın yeri. Neyse ki sabah serininde kalkıp güne terlemeden başlayabiliyorum.

Şimdi sana kısa tatilim nasıl geçti anlatmak istiyorum. Yolculuk uçak rötarıyla başladı. Eve vardığımda geceyarısını geçmişti ama bu birer kadeh şarap içmemizi engellemedi. O gece hiç uyuyamadım. Nedenini de anlayamadım. Ertesi sabah çok güzel bir kahvaltıyla başladık güne. Elbette denize gittik. Biraz serindi ama girdim. Orada kaldığım beş gün boyunca yüzdüm. Yüzdüm mü? Bilmem, suya girdim ama yüzmek bile hücrelerimi neşelendirmedi. Galiba düşündüğümden daha fazla etkilendim dayımın sürecinden. Aslında hep dengemi, ruh durumumu korumaya gayret ettim ama bir yere kadar mümkünmüş demek.

Biliyor musun Selma, yüzmekten ziyade leğene basılmış çamaşır gibi hissettim kendimi. Bedenimle bağ kuramadım, kolum bacağım nerede bulamadım. Düşünen ve hissedemeyen bir gömlek hayal et, alıp mavi  leğene basmışlar kiri pası çıksın diye, hafifçe salınıyor suda. İşte öyleydim. Tuzlu su kederimi aldı mı, yoksa kederim suyun tamamına mı yayıldı inan bilemedim.

Çok ağlamadım, ara ara ağladım. Özellikle dayıma kendi çapımda yaptığım tören içimi dağladı. Daha uzun yaşayabilirdi cümlesi çok anlamlıydı içimde. Çünkü daha fazla hissederek yaşayabilirim mottosuna çağırdı beni.

Şimdi bu sabah sana yazarken, bir yandan da blog yazılarımı düşünüyordum. Ben neden yazdım  ki bunca zaman? Tanık istedim Selma. Birileri kalbimi kırdığında, ölesiye içim yandığında görünmez olmakla başa çıkamadım. Hiç tanışmadığım bir tek kişi bile olsa, yaşadıklarıma tanık olsun istedim. Hadi taraf olan yoktu, bari tanıklık edilsindi.

Sen benim tanığımsın Selma. Teşekkür ederim.

Şimdi bu görünmezlik halimin altında yatan sinsi düşmanı daha iyi hissedebiliyorum. İnsana görünmezlik pelerini giydirilen eller kendinin, başkasının değil. Bizi cayır cayır yakan ateşi söndürmek adına giydiğimiz o pelerin aslında ateşi harlamaya yarıyormuş. 

Şimdi soyunma vakti. Ha bunca yıllık ezberden sonra mümkün müdür dersen, yaşayıp göreceğiz.. Ancak şunu biliyorum; kendimle kuracağım bağ, kendime edeceğim tanıklık dışarıya olan bağımlılığımı, aşırı hassas ve bir o kadar da yıkıcı köşelerimi yuvarlayabilir. Ve bu ihtimal daha anlamlı, daha sahici bir hayat yaşamama yardımcı olabilir. Sanırım dış dünyadan gelecek tanıklık ve yandaşlıktan ziyade buradan beslenmeli insan; kendi hallerine tanıklık ve merhametten. 

Bilmem sen katılır mısın bu içime tanıklık arzusuna? Ya da orada da dengelenmemiz mi gerekir sence?


Devam edeceğim....