Ormandayım. Her yanımda ağaçlar var. Neredeyse gökyüzüne değdiklerini hissediyorum. Uzun, sağlıklı, sarılsam kollarımla kavrayamayacağım kadar kalın gövdeliler.
Kadife gibi ayaklarımın altındaki örtü, tatlı bir serinlik üflüyor yüzüme bastığım toprak. Huzur içinde miyim? Değilim. Korku? ı ıh.
O halde günaydın.
Uzun ama upuzun yıllar boyunca sadece başkalarının iyiliğini düşünerek, BOYUNA POSUNA BAKMADAN HERKESİ İYİ KILABİLECEĞİNE İNANARAK yaşayan bir kız varmış. Diğerlerine, özellikle de talihsizlikler içinde yol almak zorunda kalmış biricik annesine hizmet ederek ve bolca fedakarlık yaparak sevileceğini zanneder, sabahtan akşama kadar gözlerini kulaklarını dört açıp en ufak yardım çağrısını kaçırmamaya dikkat kesilirmiş. Yorulurmuş, gerilir ve bazen yardım ihtiyacını dile getirirmiş ama öyle zamanlarda o kadar şiddetli bir yalnızlıkla, kendi köşesine terk edilmekle cezalandırılırmış ki, bunu mümkün olduğunca göstermemesi gerektiği zamanla öğrenmiş.
Günler geçtikçe o kadar kafayı sıyırmış ki diğerlerine yardım konusunda listesine kimseli çocuklar, kediler, kuşlar, köpekler ve bitkiler de dahil olmuşlar.
Şu bahsettiğimiz kız var ya, işte o, sağdan sola koşuşturup elindeki yapılması gerekenler listesine yetişmeye çalışırken, günler de boş durmuyor ve birbiri ardına hızla akıp gidiyormuş.
O sene yaz çabuk gelmiş. İnsanlara nefes aldırmayan sıcak, değil koşuşturmaya, uzanıp rahatça uyumaya bile izin vermiyormuş. Kız ve erkek kardeşi uzun yıllardır yollarının düşmediği kıyı kasabasına gitmeye ve yeni bir başlangıç mümkün müdür bakmaya karar vermişler. Daha doğrusu kardeşi gitmek istemiş ve kız da elbette eşlik etmiş.
Kasabadaki günler ve geceler eğer iyi bir yerden bakmak istemezseniz şehirdekinden bile bunaltıcıymış. Kimse uyuyamıyor, yemek yiyemiyor, hatta konuşmakta bile zorlanıyorlarmış.
Haftalar birbirini kovalamış. Kızın kardeşi oturduğu yerden etrafı eleştirmekten ve memnuniyetsizliğini dile getirmekten sıkılınca şehre dönmek için bir bahane uydurmuş.. Kız ve kedisi kasabada kalmışlar. O ikisi her sabah erkenden uyanıp, balkondaki kaktüsün boyunu yavaş yavaş geçen begonvili izliyor ve kahvelerini içerek günün en güzel saatine eşlik ediyorlarmış. Balkonun yerleri o çok eski filmlerdeki küçük taş kırığı bloklarla döşeliymiş. Siyah, beyaz ve pembe kırıklı bir tür mozaiğe benzeyen taşlarla. Kız hem bu taşlara çıplak ayakla basmayı çok seviyor, hem de kedisinin sabah serinde taşlara uzanıp mutlu olmasıyla kendini iki kat keyifli hissediyormuş.
Her sabah Dünya'nın en güzel töreni gibi başlayan günlerde hayat denize gitmekle devam edip, kıza neredeyse tüm vazifelerini unutturmuş..
Mevsimin yazdan sonbahara dönüşünü suyun ısısıyla hissetmek kızın ruhuna o kadar iyi gelmiş ki, eğer birkaç günlüğüne şehre gitmeseymiş aslında şu yaşadığı hayat hiç uyanmak istemeyeceği bir rüyaymış. Ama ne yazık ki şehre gitmiş. Şehirde kaldığı sürede ne kadar anlaşılmadığını, istediği kadar çabalasın bazı olayları ve kişileri katiyen daha iyi olduğuna inandığı bir hayata ikna edemeyeceğini açıkça görmüş. O hiç yapılmaması gereken ziyaretten geriye yol boyunca ağlayarak dönmüş.
En kötüsünün henüz yaşanmadığını da birkaç gün geçmeden görmüş. Kardeşi tarafından verilen direktifler, şehre aynı anda gelen iki eski ve kıymetli dost ve yan kapıda yaşayan akıl hastası bir komşuyla hayatının en ağır sınavı eşikteymiş.... Üstelik görmezden gelemeyeceğiniz bir aile dostu olan komşu yıllarca teyze dediği biriymiş. Bütün bunlar az diyorsanız sadece bizim kızı değil tüm kasabayı perişan eden su problemi de tüm olan ve olacakların en zirve noktasıymış.
Akrep Tutulması çok kalın bir sınav kağıdıyla gelmiş. Yalnız ve çaresiz olmayı, etrafındakilerin o hizmete bu kadar hevesli oldukça sadece daha da talepkar olacaklarını ve her zaman yaptığı gibi koşulsuz destek verdiği sürece onu seveceklerini, aksi takdirde onların nazarında ederi olmayacağını kıza güzelce anlatmış. Anlatmış ama o anlayış ve anlayış öyle hazmı kolay bişi değilmiş. Bedeli ağırmış. Fakat ödeme planı dışında hayata düşen beklenmedik faturalara bir yenisi eklense ne olurmuş?
Bilinen tüm iyilikler, iyi kılma çabaları tuzla buz olurken, en yakını sandığı kardeşi tarafından tüm kristalleri bir anda kırılan kız, acısından varı yoğu tutuşturmuş. O an yakınında olan ve belki de hayatının en kıymetli karakteri, tek dostunu bile yakıyormuş neredeyse.
Ne denizle, ne içki, ne de başka şeyle soğuyamadan günlerce alev alev dolanmış. Saçını söndürse eteği, gözlerini kapatsa ciğerleri tutuşuyormuş. Acıdan ölmek mümkün mü sorusuna dev puntolarla almış cevabını. Fakat ölmemiş. Birkaç hafta sonra zerre sakinleşmemiş ateşini de bavula tıkıp şehre dönmüş.
Yaşadıklarıyla, uğradığı haksızlıkla yenişmesi günler, haftalar hatta aylar sürmüş. Hayat dilencilik etmek, beni gör, beni sev çığlıkları atmak için ne kadar da kısaymış. İnsanın sevmesi gereken, güvenmesi gereken kişi sadece kendisiymiş. Ancak o zaman diğerlerine kırılmak, onlardan hakkımız olduğuna inandığımız takdiri beklemek anlamsızlaşıyormuş.
Kız anlamış. Sadece sindirmek, bütün bunları elleriyle inşa ettiği gerçeğiyle yüzleşmek zaman alacakmış. Gerekeni vermemek kadar, gereğinden fazla vermenin de sorun olabileceğine uyanmak hazmı kolay bişi değilmiş.
İnsan en derin korkusuyla yüzleşmeden ayağa kalkamazmış. O gece kız yatağının altındaki canavara bakmak için örtüyü kaldırmış. Fakat orada bir canavar yerine mini mini bir çocuktan başka birşey bulamamış. Şimdilerde o ikisi kol kola el ele gezmekteler. Kendilerine yepyeni bir yaşam kurabileceklerine inanarak nefes almaya çalışıyorlar. Başarırlar mı bilemeyiz ama denemekten başka çareleri olmadığı da çok açık.
Ben ikisine de, hatta kızın kedisine de mutlu bayramlar demek istiyorum. Hayattayız nihayetinde:)