26 Haziran 2021 Cumartesi

KADERİM KELİMELERİM Mİ, YOKSA KELİMELERİM KADERİM Mİ?

 



Çok şey oldu son bir senede. Uzaklar yakın, yakınlar uzaktı. İflaslar, taşınmalar, doğumlar, ölümler, düğünler saatlerle yarıştı. Dağ gibi güvendiğim duyguların depreminde enkaz altında kaldım ve hoyrat rüzgarlar önünde telefon direklerinde sallandım. Yan yana olduklarımla uzak, zaman zaman birbirine tuzak olduk... 

Hepsi vardı. Hepsi gerçekti...

Kelimelerim kaderle, kaderim kelimelerimle yarışıp durdu. Yazdıklarımı mı yaşadım, yaşadıkları mı yazdım, önce hangisi geldi, hiç anlayamadım.

Sevinçlerim ve üzüntülerim o kadar birbirinin peşi sıra geldi ki, daha birine hakkını veremeden, diğerini kucaklamak zorunda kaldım. Bütün bunlar olurken yalnızdım. Hayat bana yalnız, kimsesiz hissettirdi.

Bedenimi günlük hayatın hengamesinde sürüklerken, ruhum sokak sokak, şehir şehir dolaşıp durdu. Huzursuzluğumu ne yaptıysam gideremedim. Çaldığım hiçbir kapı açılmadığı gibi, kapıma gelen hiç kimse de içimi serinletmeye yetmedi.

Yalnızdım.

Gerginliğim, alev alev yanan iç organlarım  ve nefesimin adeta sıcak bir dumana benzeyen yoğunluğu günden güne görüş alanımı da daraltmaya başladı. Baktığımı göremez, gördüğüme anlam bulamaz oldum. Anlatacak derdim yok değildi ama ağzımı açmaya isteksiz, anlaşılacağıma dair umutsuzdum.

Umutsuzluk belki de uzun zamandır gelmem gereken eşikti. Sonunda buradaydım işte!

Kimse beni haklı bulmuyor, yanımda durmak istemiyordu. Yaramı beremi görmüyor, hepsi çabucak kaçıp kurtulmanın yolunu arıyorlardı. Oysa ben onlara öyle davranmamıştım. Her birinde ayrı ayrı emeğim geçmişti. İncelikli davranmaya gayret etmiş, özen göstermiş, hatta kendimi sıranın arkalarına itmek pahasına diğerlerine öncelik vermiştim. Mükafatım pek beklediğim gibi olmadı.

Kendime nasıl şefkat göstereceğimi, bu işe nereden başlandığını bilmiyorum. İnsan özüne nasıl sahip çıkar, içinin en kırılgan köşelerini kollamayı nasıl öğrenir hiç kimse anlatmadı bana. 

Döngünün kıvrımlarını sezebiliyorum, ama kalbimin kapanıp kalan bölümlerini hala rahatlatamıyorum. Bedenime, hayatıma ve tüm yaşanmışlıklarıma seyirci gibiyim. Bana verilen can ile ne yapacağımı hiç bilemiyorum. 







23 Haziran 2021 Çarşamba

FARE BESLEMEK

 

Bir faresin sen ve peyniri çok seviyorsun. Ne de şanslısın ki, yaşadığın evin mutfak tezgahına her daim birbirinden lezzetli peynirler bırakıyor ev sahiben! Ne dersin bu duruma? Allah dersin di mi? Misler gibi karnını doyurur ve hayatın azıcık daha peynir vermesini dileye dileye ve yine de çıkıp aramadan tatlı tatlı yaşarsın. Haklısın, bende öyle yaptım fırsat bulduğumda. Canlının doğası bu!

Ne tatlıdır ev sahiben... Kapan kurmaz, kalan kırıntıları temizlemez ve hatta tezgahın üzerinde bırakıp gider mis gibi peynirleri di mi? 

Bana bak bana, buradaki ev sahibesi benim, peynirler benim zamanım, enerjim ve fare de sensin arkadaşım. Anlatabiliyor muyum?

Seni suçlamıyorum, çünkü sen sunulanı afiyetle yedin. Sunan da bendim, bu noktada sana laf edecek değilim. Hatta bir yere kadar seni ben kışkırttım, hiç ummadığın, talep etmediğin konfor alanları yarattım ve kimbilir belki de bu hikayede potansiyelini gerçekleştiremeyen asıl kurban sensin? Bilemeyiz.

Şunu bilebiliriz, artık bu mutfakta fare beslemeyeceğim. İstediğin kadar şirin ol, istediğimiz kadar birbirimize bağlı olalım, bitti. 

O kemirdiğin şey benim zamanım, hayatım, yaratım gücüm bunu biliyor musun? Artık izin vermem, çünkü aynaya baktığımda bana verilen sürenin nasıl kısaldığını çok net görüyorum. Benim kendimi, dolayısıyla seni durdurmam gerekiyor. Bu bir savaş değil, bu bir meydan okuma hiç değil, bu hızla giden bir trenin raydan çıkmak yerine makas değiştirmesine benzetilebilir daha ziyade. 

Öyleyse soruyorum sana, ben makas değiştiren bir tren olsam ve tünele girmek üzereyim desem, karanlığımda nerede duracaksın farecik?


21 Haziran 2021 Pazartesi

DURDUM

 

Doğar doğmaz bize biçilen elbise sadece bir zıbın değil, aynı zamanda kaderimiz de oluyor biraz. Sonra sonra bazılarımız "bu ne yaw", diye çıkartıp atarken, kimisi de benim gibi "giyeyim gitsin" diyor.

Bu işin bir tek doğrusu yok, ama dengenin, sabrın, umudun yittiği yer var. Ben oradayım. Yedi mahalleye dağıttığım enerjimin artık yetmediğini hissediyorum. Daha doğrusu yettirmek isteğimin kalmadığını hissediyorum. Peki ne değişti? Aslında hiçbir şey değişmedi, sadece ben görmeyi seçtim. Benim zamanıma, emeğime, enerjime, topyekun hayatıma saygısız davrananların benden esirgedikleri iletişimi, duvara karşı bırakılma halimi fark edip, tepki göstermek, daha doğrusu adımlarımı değiştirmek istedim.

Ailem. Beni yanlarında istiyorlarsa birgün de onlar sofra kursunlar, beni davet etsinler. Arasınlar, özlesinler... Hepimizi ilgilendiren bir konuya çözüm üretip, bana da sunsunlar. Olamaz mı? Olur tabii, ama önce benim fırsat vermem lazım, kendimi pas pas gibi yollarına serdiğim sürece nasıl fırsat bulup kıymet versinler ki bana?

Öğrencilerim, herhangi bir yoga merkezinde değil, benimle çalışmak istiyorlarsa ders günü ve saati için beni kovalasınlar, kendi iyiliklerini kendileri kollasınlar. Ellerini her uzattıklarında burada olmamın onlara faydası ne ki? Bir tür can simidi. Oysa engin denizlerde yüzsünler, karşılaşmalarımız derin derya olsun istiyorum. O halde duruyorum.

Boşa kürek çekme hissi veren herkesi ve her şeyi, özellikle iletişimi reddederek kendi kendine "anladım" zannedip kenara çekilenleri yollarından alıkoymayayım, selametle!

Burası durma noktam. Elbette birileri beni kışkırtmaya eski ezbere, bildik oyuna çekmeye çalışacak. Geçen akşam olduğu gibi... Ruhu ağaca asılı kalmış bir dost er geç kapımı çalacak. Git demem ki, demeyeceğim. Ama ben ağacın altına gidip, "in lütfen, bak hiç iyi değil bu yaptığın" diye dil dökmeyeceğim.

Kendimi beğendirmeye çalışmaktan, sevgi dilenciliği yapmaktan yorgunum. Her derdi olana koşmaktan bittim. Kıymetimin dışarıdan belirlenmesini reddediyorum. İyi kalpli bir insanım ben ve bu beni kusursuz kılmıyor. Kusurlarını gören, kendini törpülemeye niyet eden iyi kalpli biriyim. İçimdeki cevheri biliyorum. Bunu parlatmak için kimseye ihtiyacım yok. Bildiğim, sevdiğim, içinde mutlu olduğum yolu daha da inançla yürüyeceğim. Yoga dersleri vermeye devam, yazmaya, seyahat etmeye ve kendime iyi bakmaya tam gaz devam. En iyi dostu olacağım kendimin :)

Beni üzülmüş, hayal kırıklığına uğramış, yaralanmış görmeye dayanamayanlara da bir çift lafım var: "benim bir ölümüm sizin beş hayatınız eder!"

Hani ödünüz patlıyor ya ben yerle bir olunca, boşuna dert etmeyin, olduğunuz yerden ah vah da etmeyin. Sizlerin içi çürüyen ağaçlara benzeyen hayatlarınıza inat, fırtına takvimlerinden zerre kadar korkmam ben. İçine doğduğum şey beni kollar, tüm ağaçlar köklerinden çıksa, orman dümdüz olsa da benim hayatımda hep kuşlar cıvıldar. Döngülere inancım tam benim, siz, inanmakta zorlananlar, kendi halinize üzülün bence. Bizim buralar dün kıştı, bugün ilkbahar, kısmetse yarın yaz. Ya oralar? Sonsuz bir sonbahardan seslenmeyin bana, hiç anlamı yok.

Mardin'e uçak bileti aldım. Mezopotamya Ovası'nda oturmak, yıldızları seyretmek en büyük hayallerimden biriydi. Bir Şahmaranım olsun istiyorum. Dara'nın sokaklarında gezmek, ovanın uçsuz bucaksız renklerine bakmak.

Sonra mı? Bilmem, döner dönmez bir başka uçak bileti daha alırım muhtemelen. Arada İznik'e giderim. Belki bi Ayvalık? Kısmet. Yazar mıyım? Tabii yazarım, uçup gitsin mi gördüklerim, duyduklarım?


19 Haziran 2021 Cumartesi

SÜVEYDA








Niçin hala yazdığımı bilmiyorum, niçin konuşuyor, neden yemek yiyor ve uyuyorum? Aslında ne sebeple, acaba hangi amaca hizmetle nefes alıp veriyorum? Bilmiyorum.

Yaşım ilerledikçe bildiklerimin kefesi iyiden iyiye havada kalırken, bilinmezlerim ağır bir sis misali aşağı çekiyor egomu.
"Bildim" dediklerim hatırlamalarım; geriye sardığımda bulduklarım, rüyalarım ve mesajlardan anladıklarım. Gerisi hep okullardan, kitaplardan. Akıldan, fikirden, nefsden...

Yıllardır aileme şehirden çıkmamız gerektiğini söylüyorum. Anlamıyor, istemiyor ve bir anlam vermekte çok zorlanıyorlar. Sonunda vazgeçtim. Tamam gitmiyoruz, buradayız.

Yıllar önce bir rüya görmüştüm. Rüyamda Aya Sofya yıkılmış, annem ve ben göçük altında kalmıştık. İkimiz de yaşıyorduk. Ya da yaşadığımızı zannediyorduk. Hiçbir yerim acımıyordu. Annem gençti. Birbirimize çaresizce, şaşkınlıkla baka kalmıştık. Orası hayatın sonuydu, anlamıştık.

Sonraki yıllarda bu rüyayı çok düşündüm. Annemle ilişkimi kökten değiştirmemde epeyce faydası oldu. Semboller, o an hissettiklerim derindi, gerçekti. Bunun sıradan bir rüya olmadığını, zamanda bir kırılma/sıçrama? yaşadığımı, gördüklerimin ileriden veya geriden bir sahne olduğunu, depremin orada sadece güçlü bir sembol olarak kullanıldığını anladım. Bulmamı istedikleri asıl sırrı, Aya Sofya ile örttüklerini sezmiştim. İyi de bunları nasıl anlatacaktım?

Bu sabah gelen mesaj ne yaparsam yapayım, ne kadar yazsam, ne kadar çırpınsam da sezgilerimi anlatamayacağımı söylüyor. Bir süre önce başlayan ve insanların algısı değişmedikçe, bilinçleri başka bir seviyeye yükselmedikçe ne yazık ki çok sancılı geçecek olan zor dönemin ( ahiz zaman...)  içindeyiz artık ve biliyoruz, daha da hızlanacak... Artık yaptığım küçük tılsımların, hazırladığım iksirlerin ötesindeyiz... Listelerim, niyetlerim sevdiklerimi kollamaya, kurtarmaya yetmeyecek. Görevlerini okuyamayanlar ve tamamlayanlar aramızdan ayrılıyorlar.

Şöyle bir etrafınıza bakın, son aylardaki ölümlerin  ne kadar da büyük bir kısmı kanserden değil mi? Kanser, kalp... Neler oluyor? Nedir bu ek sefer konmuşçasına hızla ayrılmak Dünya'dan?
Artık pek çok ruh "pas" dedi... Gidiyorlar. Göçüyorlar. Kimse geride kalıp olacakları izlemek istemiyor. Ama bu karar bize ait değil. Kimin gidip, kimin kalacağı bizim kararımız değil....

Elimden geleni yaptım. Bu noktada pes etmekten başka çarem kalmadı. Artık çırpınmayacağım, anlatmayacağım. Direnmeyeceğim. Çünkü vicdanım rahat. Uzun uzun duygularımı anlattığım insan üzerine basıp geçmişse şu hayatta, ki yaptı, ne gelirdi ki elimden? Ailem de aynısını yapacak... Kabul etmek zorundayım, kimsenin gözlerindeki perdeyi kaldıramam. O iş beni aşar. Velhasıl kendi yolumda toprağı bile incitmeden, kimselerin yoluna çıkmadan yürümekten başka seçeneğim kalmadı.

Kalbimi hissetmek istiyorum. İçime uzun uzun bakmak, o minicik siyah noktada biriktirdiklerimle bir bir yüzleşmek istiyorum. Kendi karanlığımda, yaratanın ışığını görmeden, büyük sevginin ve sonsuz ışığın sıcaklığını hissetmeden gitmek istemiyorum.

*resim ne güzel değil mi? Erken göçen bir başka ruhun bize hediyesi.





17 Haziran 2021 Perşembe

I HATE ELALEM!

 

Bir ömrü elalem terörüne yenik düşerek yaşadıktan sonra s.çarım böyle aşkın ızdırabına diye avaz avaz bağırasım var! Kimse bana özgür irade, sana öyle geliyo vesaire vesaire falan demesin, yok öyle bişi, elalem terörü var ve adı mahalle baskısı. Nokta.

Herkes her işe nane arkadaş; aşı olsam sana ne, olmasam sana ne? Meyve yerim, yemem seni niye geriyor? Saçımı kestirmek istediğimde niçin etinden et kopartmışım gibi ciyaklıyorsun?

Daha neler neler...

Hiç sevmiyorum bu ülkenin insanını. Kendimi de ayırmıyorum. Bugün ölsem bırak üzülmeyi, game over diye göbek atarım Allah inandırsın. Başka da bişi demicem. Kustum rahatladım.

16 Haziran 2021 Çarşamba

HAYAT SERT, KUŞLAR SAKAT

 




                    Aynı şeyi tekrar tekrar yapmak ve farklı sonuçlar beklemek deliliktir.

                                                                                                         Albert Einstein


"Hayat sert" diyor kuzen, keşke o kadarla kalsa... Ekliyorum o halde; hayat sert, Dünya dansöz, ben şaşkın.

Senelerce yedi mahallenin derdini dinleyip, çözüm arayıp, kendimi nicelerinin hayatında ehemmiyetli bişi zannederek yaşadıktan sonra ve tabii onlarca hayal kırıklığı ve yüzlerce hayrete düşebilmelerden de geçerek damıttığım şudur: insanlar egoist, 

insanlar zalim, 

insanlar bencil.

Kimse vazgeçilmez değil, hiç kimse hayatının sonuna kadar bir diğerinin yanında değil. İnsan dediğin zaman zaman kendini bile terk ederken, diğerlerinin yanında nasıl ve neden daimi olsun ki? 

İnsanın hayatta kalma mücadelesi ve mutluluk arayışı gökkuşağının bittiği yerde bekleyen altınlar kadar gerçekçi. Filmin sonunda gittikçe ağırlaşan, bir yaşam boyu biriktirilmiş kargoyu bırakabilmek arzusu, sanırım tek gerçeklik anı.

İyimser cümlelerimden açıkça anlaşılacağı üzere bir kez daha gerçek dünyaya tosladım ve İstanbul'a döndüm. Bülbül sesleriyle gün doğumu izlemek, çakalları dinlemek, hayıt otu koklamak, fasulye çapası, kekik sıyırmalar ardımda kaldı. Elimdeki bir avuç sele zeytin ve içinden geçtiğim kasabanın, köylerin hayaletiyle başladığım noktadayım: yersiz, yurtsuz.

Çocukken çok fazla oyuncağım, çokça kitabım ve boya kalemim vardı. Hayal meyal hatırladığım bulduğum her kağıda durmadan bol bol resim yaptığımdır. Bir de iskambil kağıtlarından saraylar inşa eder, içine Maça kızı ve Maça Papaz'ını kral ve kraliçe olarak yerleştirirdim. Bitmeyen yağmurlu günlerde ince ince, nefesimi tutarak ve  defalarca saraylar kurardım ve ev halkından biri kenardan geçerken rüzgarıyla yıkıverirdi. Ben, yeniden yapardım. Orada yerle bir olan aslında neydi? İskambil sarayları defalarca inşa ederken ben neyin peşindeydim?

Bugün dersen ne iskambilden, ne de tuğladan değil saray, tek göz oda örecek gücüm yok. Kendimi geç kalmış, kenara sıkıştırılmış ve yorgun hissediyorum. Av veya avcı olmayı reddettiğim dünyanın gölgede kalan yaratıklarından olduğumu sanırım yavaş da olsa kabullendim.

Orta yaşlı beyaz Türk'ün kırsal hayallerinin bittiği yerden yazıyorum. Orta Doğu'da yaşadığına uyanmış bir kadının klavyesinden. Sonucu değiştirmekten aciz, herkese uzak bir yerden.








2 Haziran 2021 Çarşamba

KAPI


Zaman zaman anlatmışımdır ailemin çok uluslu, çok inançlı hayatını. Çok şükür eşimiz, dostumuz da bizim gibiydi; ne ermeni dostlarımız, ne Museviler, ne de Süryani ve Rumlar hiç eksik olmadı sofralarımızdan, hayatlarımızdan. Sebatayistlere gelin gitmekten tutun da, hristiyanlığın üçlü birlik inancını patrikhanenin diyakonundan dinlemeye uzanan bin bir güzel hikayem var benim, çok şükür sahiden.

Kesinlikle azınlık sempatizanı değilim, eşcinsel olmadığım gibi. Fakat bu insanlara sırf farklı bir şeye inandıkları, hayatta bizden farklı sofralara oturup, kendilerine ait gelenekleri sürdürdükleri veya isimleri kulağa değişik geliyor diye yapılan ayrımcılığı içime sindiremiyorum. En sevdiğim arkadaşlarımdan Stella musevidir ve bu şehirdeki aile kökleri Sultan Beyazıd'a kadar dayanır. Bu durumda adı yüzünden benden daha az Türkiyeli olduğu söylenebilir mi? Veya Banu'nun Süryani kökleri benden daha mı az buralıdır?

Dün tesadüfen bir film izledim. Adı Kapı. İçim sızlaya sızlaya, ağlaya ağlaya izledim. İnsanları toprağından sürgün etmeyi, bir avuç insanı hiçbir yere sığdıramamayı utana, sıkıla, sanki sebebi benmişim gibi içlenerek seyrettim. Biliyorum çok ayıbı var bu ülkenin, çok.... Ve dokunuyor bana. 

Filmde uzun zaman önce Berlin'e göç etmiş, sonra yıllar sonra memlekete dönüp evinin kapısını, oğlunun cesedini arayan bir ailenin duygularına tanıklık ediyoruz. Bir ustanın elini sürdüğü eserle kurduğu bağı, yaptığı işe karışan terini, gözyaşlarını sakin sakin, abartmadan, lüzumsuz duygularla doldurmadan anlatıyor yönetmen. O sakin anlatıyor anlatmasına da, uçsuz bucaksız Mezopotamya ovasına bakarken böylesine kadim bir topluluğu nasıl sindirdiğimizi ben aynı sükunetle izleyemedim!

Tanımadığım toprakların beni bu kadar içine çekmesini hiç anlamasam da ellerim gari ihtiyarı telkari kolyemi aradı. Burhan almıştı bana, üzerinde akik olan bir yaşam çiçeği... Kim bilir belki de artık hayatta olmayan bir ustanın ince ince işlediği canım kolyem... Takı sevmem ya ben, işte bunlar çok özel parçalar... Bizans mozaiklerinden yapılmış yüzüğüm ve küpelerim, Arşipel'in derinlerinden gelmiş mercanlarım, İznik çinisi yüzüğüm. 
Hani Ülkü Tamer'in şiirindeki his gibi bu takıları taktığımdaki hissim;

Bütün tarihini sırtına vurup,
Denizi üç günde geçen serçenin
Bir seher vaktinde soluk soluğa
Tünediği dalda şenlik gibisin!

Sadece bir takı değil, derin bir kültür, ustadan çırağa süregelen bir gelenektir parmağımdaki, bileğimdeki. Belki de bu yüzden pahalı ve sözde tasarım olan takıları hiçbir zaman sevemedim. Ucuz, ruhsuz, özümsenmemiş taklitlerin pahalı metalle birleşmesi tıpkı filmdeki  bir his verdi bana. O kapı, o evde güzeldi, müzede değil....

Kaldı ki kapı zaten başlı başına çok güçlü bir sembol... Hele de üzerindeki işlerle...

Neden insanın gözlerinde bu kadar kalın bir perde var? Niçin güzellikleri görmekten böylesine aciz ve uzağız? Sahi bizim derdimiz ne? Neden dış sesleri, ezberlenmiş cümleleri susturup, varlığın avaz avaz bağırdığı tılsımı duyamıyor ölümlü kulaklarımız?

Bin kere dünyaya gelsem, bin kere kendi aileme doğmak, bin kere böylesine çok kültürlü yaşamaya saygılı, kollarını insan olmaya açmış bir evde doğmak isterim. En büyük kusur koşullu sevgi olsa gerek. Yazıklar olsun kalbi mühürlü toplumlara...

Kapı. İzlenilesi film...



1 Haziran 2021 Salı

ŞEHİR SESLERİ

 

Bir zamanların, benim İstanbul'umun sesleri rahatsız edici değildi. Rıhtımda vapur beklerken duyduğum hiçbir ses irkilmeme neden olmazdı. Akşamın olmadık saatlerinde sokaktan insan sesleri yükselmez, parklarda, bahçelerde kimse evinin bahçesindeymiş gibi rahat rahat bağırmazdı. Benim İstanbul'um sessiz değildi, tüm seslerinin bir ahengi vardı. Fakat edepsiz ve hadsiz hiç değildi. Şu içinde yaşadığım son İstanbul öyle ama avaz avaz insanların doluştuğu dev bir kasaba!

Oturmayı, kalkmayı, giyinmeyi, Kaldırımda yürümeyi, ortak alan paylaşmayı bilmeyen, işin fenası bilmediğini de bilemeyen insanlar... Ömrü taşrada geçip, soluğu burada alanlar. Elitist miyim? Bence değilim, o insanların toprağına gittiğimde hepsini seviyorum, ben onların buradaki hoyratlıklarını, ucuzluklarını ve kıskançlıklarını sevmiyorum.

Almanya'daki Türk ne ise, İstanbul'daki taşralı da o! Bir iki istisna yakıştı şehre diye farklı düşünecek değil. Genele baktığımızda tablo feci.

İnsanın kulağına tıkaç takmadan uyuyamadığı bir hayat nedir yahu? Komşularının sıkıntıdan dedikodu yaptığı bir apartman? Hayvanlara zulmü iş edinen emekli teyzeler ordusu ile dolu bir sokak?

Haftaya yokum İstanbul! Bir hafta yokum. İçim şimdiden neşe dolu. Fıstık çamları beni hatırlayacak mı acaba? Ya çakallar? Bakalım gün batımında şarkı söylemeye gelecekler mi?

Henüz çantamı hazırlamadım. Zaten içine koyacak neyim var ki? Diş fırçası, kahve, iki çorap, iki don, iki t-shirt. Bir de seyahatnamem. Oraları yazmaya başladığım defterimi, arasındaki kuru yapraklarla birlikte tekrar yanıma alacağım. Bu defa neler görürüm kim bilir? 

Sessizliğe gidiyorum diye içim kıpır kıpır....