19 Ağustos 2020 Çarşamba

ÇARK DÖNÜMÜ FIRTINASI*






 



BEN (FAITH)

Fırtınada yola çıkmışım. Cesaretim cehaletimden. Dünyaya gelmemek için çok direnmişim ama babamın duaları ve annemin azmi karşısında Cemaziye’l –i Ahir’in 11. günü atmosfere düşmüşüm. Yıl 1393.

Doğulu bilgeler doğum anındaki yıldızlar insanın kaderini belirler der. Buna pek inanmam. Fakat beklenmedik bir fırtınanın ortasında, feleğin çarkına sıkışmış ve kaderin dümenini tutmaya çalıştığım o dakikalarda, inançlarımı yeniden sorguluyordum. Kadere inanmaya başlıyordum…

Adım Fortunata. Yaşım 35.

Annem anarşisttir. Babam tüccardı. Sadece bir kardeşim var. Uzaklarda yaşayan benden gizli…
Çocukluğum, kendi iç denizlerinde çırpınan ebeveynlerimin sağa sola sıçrattıkları sularda, kayık yüzdürerek geçti. Bu yüzden denizciliğimin tarihi eskilere dayanır.

Kardeşim ve ben, boya kalemlerimiz ve masal kitaplarımızla, uçsuz bucaksız bir mandalina bahçesinde büyüdük. Öğrendiğim her harfe karşılık, boya kalemlerimi tek tek kaybetmeye başladığımda, kelimelerle de resim yapabileceğimi keşfettim. Sonraki yıllarda kardeşim bir sol anahtarıyla flört etmeye başladı ama o ikisi hiç bir zaman evlenmediler...

Kayıplarım daima keşiflerime yol açtı. Asla kaybettiğimin peşine düşmedim.

Zaman zaman evimize giren ve olur olmaz eşyalarımızı yürüten birileri vardı. Bir gün gelip babamı aldılar. O günden sonra ne boya kalemlerimden, ne de babamdan hiç haber alamadık. Onu bazen görüyorum ama rüya aleminde emirler çok açık: benimle buraya dönmesine izin yok. 

O beni görüyor mu?

Annem hala kendi iç sularında dalıp çıkıyor... Çok saçı var, kurutmuyor. Hasta olacak diye korkuyorum.

Aşk geçti üzerimden. Denizcilerin, değişen iklimlere güvenerek, yıllardır takvimlerde görünmeyen bir fırtınayı yok saymaları ne denli büyük hataysa, benim aşkı yok saymam da en az o kadar ölümcüldü...

Ve biri gerçekten öldü.

Baştan anlatıyorum:

Gün ışığında olimpik havuzlarda geçen hayatım, geceyle beraber karanlık bir okyanusa dönüşürdü. Karanlıkta yüzmekten çok korkardım. Bu yüzden, başıma taktığım şapkanın ampulünü gece boyunca hiç kapatmazdım. Tıpkı madencilerinkine benzerdi şapkam ama bir farkla; ben maddeye inanmam. Bu ampul benim ruh sigortamdı. Nasıl, bir deniz feneri yakınından geçen gemilere doğru mesajları göndermekle yükümlüyse, ben de ruhumu bu karanlık sularda olur olmaz tehlikelerden korumakla yükümlüyüm diye düşünürdüm.

O gece ampul söndü. Yedek pilim yoktu. Zaten hiçbir zaman da olmamıştı. Bazı şeylerin yedeklenmemesi gerektiğine inanırım; aşk gibi, hayat gibi. Yedekli yaşamak sürprizleri baltalar. Sürprizsiz hayat uzun bir uykudan başka nedir ki?

Bana doğru yaklaşanın kim olduğunu göremedim. Çok karanlıktı. Ama kokusunu aldım. Uzun süre önce, kapatıldığı kasadan firar etmiş bir kelime ciniydi gelen. Kulağımı yakan nefesiyle, aşk hakkında bir cümle fısıldadı ve kaçtı! Ruhumu ondan koruyamadım... Her kulacımda beni takip eden inatçı sözcüklerinden kaçamadım. Gün ışıyana kadar yanımda kaldı kelimeleri...

Yenildim.

Işıksız geceyi takip eden, zifiri karanlık aylar boyunca “bir çocuk doğurabilirdim” diye sayıkladım. Uykuya sığındığım kısacık zamanlarda o hiç tanışmadığım bebeği kokladım. Oysa benim sancılarımdan ölü bir aşk doğmuştu sadece...

Bu sabah, kucağımda o karanlık geceden kalan kelimeler ve üzerimde sarı mayomla güneşe teslim olmuş yüzüyorum. Başımda saçlarımı acıtan dar bir bone var. Balıklar kaçışıyor tenime sinen yalanın kokusundan. Kokuyor içimdeki kelimeler… Hemen çıkıyorum sudan. Çok utanıyorum balıklardan.

Kadınlar güneş kremi sürüyorlar kavrulmuş omuzlarıma. Annem şemsiyenin altına sürüklüyor çillerimi. Çocuklar kokumdan huzursuzlanıp, buruşturdukları yüzleriyle, usulca uzaklaşıyorlar benden. Neden?

 Hatırlıyorum!

Akşam oldu. Odamdayım. Gizli gizli takvime bakıyorum pikemin altında. Kardeşim bunu bir saplantıya dönüştürdüğümü düşünüyor ama kafasının üzerinde yağmur bulutuyla dolaşan talihsiz çocuk benim. O bunu hiç anlamıyor. Oysa takvim hala işliyor; önümde fırtınalar var... Hissediyorum!

Bugün Mevsimsiz Soğukların ilk günü. Hava durumu raporu okuyan kadın hafta sonuna kadar sıcaklar artacak diyor. Yüzü rahat, gülümsüyor. Onun içinde kokuşan kelimeler yok… Onu takip eden bir takvim de yok.

 Ne şanslı biri...

SEN (SORROW)

Adım bu benim. İsmimi o verdi. Ruhum zaten onun. Sadekarım. Doğduğum ve büyüdüğüm şehrin hikayelerine kulak tıkayarak, daha kötüsü içimdeki masala sağırlaşarak yaşamanın son noktasındayım. Babam çok hasta. Annem yıllardır Akdeniz’in eski bir liman kentinde sürgün.

Kırk bir yaşındayım. Ne Ali Baba ve Kırk Haramilere, ne de diğer masallara inanmam. Çark Dönümü Fırtınası nedir bilmem, ağzımdan çıkan kelimelerin koktuğunu da ilk kez ondan duydum.

Oysa sadece aşığım; hem altına, hem de altın saçlı kadına.

Karım bizi biliyor. Ona eski bir aşk hikayesi anlatmıştım ama sürmekte olanı gizledim. Şu an, klavyenin üzerinde dolaşan parmaklarıyla bana ses olan kadını seviyorum. Hep sevdim. O ise, benden kurtulmak için aslında bir tekini bile söylemediğim kelimeleri ekrana döküyor. Çaresiz izliyorum. Bana cesaretsiz diyor, sadakatsiz diyor.

Evet, ben bunların hepsiyim ve Aşık!

İki kış önce kapısına gittiğimde ne hissettiğimi hatırlamıyorum. Ona göre sarhoştum, bana göre Bardül’aczin etkisinde... Önemi yok. Bildiğim tek şey; o gece, gün ışıyana kadar kızıl bir denizde yüzdü ruhum.

Lale mevsiminden Kırlangıç Fırtınası’na dek onsuz kalabildim. Uzun zaman, çok uzun bir zaman hayalinin gölgesinde, nefessiz uykulara yattım. Yüzüme dökülen saçlarını parmaklarıma doladım. O tuhaf gecelerde sırtıma batan çiviler mi vardı, yoksa sırtım dikenlenmiş ve bir kirpi mi olmuştum, hiç anlayamadım. Onun gözünde işe yaramaz bir diken yumağıydı varlığım, ne zaman yakınlaşsak canını acıttım…

Çark Dönümü Fırtınası’nda savrulduk! Başlatan bendim, bitiren O. Bevarih Rüzgarları’na teslim oldu hikayemiz. 306 gün geçti.

Aramıyor.

O (DESTINY)

Aralarına girmedim. Ben geldiğimde o yoktu. Varlığını hep hissettim fakat evimin çatısını uçuran o ilk fırtınaya kadar hala emin değildim yaşadığından. Doksan bir ay önceki Kırlangıç Fırtınası…

Hiç yüz yüze gelmedik. Ama bakışları hep kocamın gözlerinin içindeydi. Bazen beni oradan izlediğini hissederdim. Sanki alaycı bir ifadeyle gülümsüyordu. Kötü biriydi muhtemelen. Dedim ya, hiç tanışmadık.

Ne mi yapıyorum? Son on beş yıldır her sabah erken saatlerde uyanıp, oğlumla beraber yuvamızın duvarlarına sorumluluk tutkalı sürüyoruz. Bir yıl önceki Çiçek Fırtınası’ndan bizi koruyan da bu tutkal olmuştu.

Biliyorum, uzun zamandır üçümüz birlikte nefes alıyoruz; o, ben ve kocam. Artık düşünmüyorum. Çünkü kocamı seviyorum. Onu mutlu etmek için yıllardır bu madende en saf altını arıyorum. Bazen gecelerce uyumadan çalışıyorum. Fedakarlığım onu büyülüyor. Büyüyü hep taze tutuyorum.

Hayattaki tek arzum kocama, onun saçlarını unutturacak kadar parlak bir altın sunabilmek. Şimdi Soğuk Mevsimler’den geçiyoruz…

Yine gelecek hissediyorum.

BEN

Yedinin üç katı sessizlik… Hayatlarımızın tamamı bir tek ışıksız geceye hapsolabilir mi? Etten ve kemikten kafeslere kapatılan vahşi hayvanlar ne kadar zaptedilebilir? Uykularımı kaçırıyor, ruhumu kemiriyorsun.
Bazen biri ölmüş gibi hissediyorum. Sen ölmüşsün, ben ölmüşüm. Biz ölmüşüz. Her yalnız kalışımda, her canım yanışında böyle hissediyorum; biri ölmüş gibi… Hatta sanki tam da o anda ölmüş ve ben cesedin altında soluksuz kalmışım gibi!

SEN

Karımın madenden dönmesini bekliyorum. İşlemem için altın getirecek bana; parlak turuncu hazinem! Senin dönmeyeceğinden eminim. -Emin miyim? Yoksa umutsuzca diliyor muyum?- Hayaletimi içeri almadın… Gölgem reddedilişinin şaşkınlığıyla aylardır içine kapandı… İttiğin bedenim yalnız uyumuyor! Ruhumun yerini biliyorsun…

Takvimi boşver. Denize açıl. Bizi bul.

O

Biz ne yaşıyoruz emin olamıyorum. Sormuyorum. Benim olanı korumak dışında hareketsizim. Kramp girmiş kalbim ve solunum cihazındaki ilişkimle mutluyum. Evet, huzursuzum. Katil olduğumu fısıldıyor erguvanlar, ama kimi öldürdüğümü söylemiyorlar…

Ellerim titriyor.

Bazen gün ortasında uyuyakalıyorum. Rüyamda kızıl bir ormanda yürüdüğümü görüyorum. Ağaçların ruhları sarıyor etrafımı. Kiraz çiçekleri uçuşuyor üzerime. Ayaklarımın altında ezilmiş yabani çilekler var; kan gibi bulaşıyorlar bileklerime. Kırlangıç Fırtınası zamanıymış...

Onun nefesi var havada, gölgesi göz kapaklarımı ağırlaştırıyor. İyi biri olamaz. Hissediyorum!

BEN

Hayattayız; Çaylak Fırtınası’ndan hepimiz yaralı ve İncinmiş çıktık… Aşk mı bu boşluğun adı? Yoksa hiçliği anlamak için mi bu uçurumda sallanıyorum?

Benim adım Fortunata. Hayatımın tam ortasında kadere ve şansa inanmayı öğreniyorum. Ömrünü fırtına takvimine göre yaşamış biriydim. Şimdi, bu beklenmedik fırtınanın ortasında yanılgımla vedalaşıyorum. İçimdeki limana yaklaşıyorum.

Kitaplar teslimiyeti anlatıyorlar; direnmemeyi ve izlemeyi. Öğreniyor muyum? Bilmem. Gözyaşlarımı siliyorum, yas mevsimini uğurluyorum… Sırf, içinde kendinden iz bulabilmek için acımasız bir cerrah gibi kesip biçtiği kalbimin yırtıklarını  dikiyorum. İçimle uyumlanıyorum, rüzgarla uyumlanıyorum. Geçmişi çözüyor, geleceğe yer açıyorum…

Bazen kabuslar görüyorum. O geliyor; Sadekar. Elinde altından teller var, kolları tıpkı bir örümceğinki gibi uzun, elleri hızlı Bütün bedenim felç olmuş, gözlerine bakıyorum. Gözleri ellerine. Tuttuğu makarayla yavaş yavaş etrafımda dönmesine izin veriyorum. Teller bitip dönmeyi bıraktığında kımıldayamıyorum.

Altın kozanın tırtılıyım ben, asla kelebek olmuyorum.

SEN

Artık başka çarem kalmadı. Onun için savaşamam. Benim için savaşmasını isteyemem. Onu bizden korumalıydım. Özellikle de kendimden. Başka çarem yok ya da çare aramaya gücüm yok.

Bu hikayenin Yahudası benim, Yahyası O.

Az sonra uğruna savaşmadığım kadının, başka insanlarla yaşadığı hayatı seyredebilmek için buz gibi ekranın önünde olacağım. Senin sadece sezinlediğin ama asla emin olamadığın anlar bunlar. Buradayım, ekranın tam ardında, parmaklarının ucunda.

Kelimelerle hançerlediğin ölüyüm ben. Artık hayalet hikayeleri vakti!

O

Bir anlamı yok hayatımın. Ya da nihayet anlamlı. Ne zamandır fırtına takvimi dışında yaşıyoruz. Oğlumla birlikte sorumluluk tutkalını bütün kapı ve pencerelere bol bol sürdük. Buz gibi esen Poyraz dışında hiçbir tehdit yok yuvamızda. Hüsun Fırtına’sı sadece eski bir tarih ajandalarımızda.

Fırtınadan korkan aşığın altın limanıyım ben.

BEN

Devran döndü, Zilhicce geldi. Sonunda anladım. Bana biçtiğin rolü ilk günden reddetmiştim. Çünkü aşkı hassas terazide ağlatan, ağırlığınca altına satan sarrafsın sen. Senin terazinde birkaç gramlık bir et parçasıydı kalbim. 

Rüya:

Şişmanlamışsın, bedenin kocaman. Sana sarılamıyorum. Karaköy vapur iskelesinden Kabataş’a doğru yürürken sokaklar karanlık, liman kahvelerin kokusu ve seni ardımda bırakmanın keskin acısı var sol avucumda. Yavaşça parmaklarımı gevşetiyorum, dizlerimin bağı çözülüyor. Kuzey rüzgarı tutuyor elimden; saçlarını ağaçlara, gözlerini denize, imkansızlıklarla mühürlediğin her şeyi Altın Boynuz’un çamurlu sularına savuruyorum.

Gün Dönümü Fırtınası’ndan ellerim boş, omuzlarım hafiflemiş olarak çıktım. Hiç beklemediğim bir anda çağlar ötesinden gelen aşık, bana gerçek aşkı anlattı. Zamanın ezeli ve ebediliğinde göz göze gelmenin derinliğinden bahsetti. Beni hiçbir zaman sevmediğini anlamanın huzuruyla uyuyorum.

Sen, yedi denizin dibindeki hazinemdin. Ama sandığı açtım, usul usul üfleyen Kuzey rüzgarına bıraktım anılarımızı.

Zemheri Fırtınası’nda yitenlere armağan olma zamanın artık.

Zilhicce 1430



* Hiç bitmeyeceğini ve asla nokta koyamayacağımı sandığım bu hikayeyi, otuziki yıllık derin uykuma ve uyanışıma ithaf ediyorum.

14 Ağustos 2020 Cuma

KOKULAR



Bu haftaya damgasını kokular vurdu; kızlarla çıktığımız akşam İstanbul ve deniz kokusu doldurdum ciğerlerime. Aynı gece gelen ve odamı güzelleştiren muhteşem güllerin kokusu ise sabaha kadar burnumdaydı. Bugün de kış için hazırladığım domateslerin tırnaklarımın içine sinen kokusuna doyamıyorum... Ah bir de kardeşimden gelen şarabın kokusu efsaneydi bu hafta. Koklamaktan yutmak istemedim, o kadar diyeyim! Ve tabii sokaktaki tüm kokulardan mahrum kalmamıza sebep olan maskeler yüzünden ıskaladıklarımız var... İşte orası hazin...

Geçen yıl da çok ilginçti hayat, bu yıl da öyle... Geçtiğimiz Temmuz Ağustos aylarında ölümle, yasla hesabımı kesiyor, tüm yanlış anlaşılmaların temize çekilmesi için bana fırsat veren Ayşe'nin elini tutuyordum. Ayşe ateş içinde yandıkça, ona Kuzey Afrika manzaraları anlatıp, yanaklarını dolapta soğuttuğum gül suyu ile serinletirken, yıllarca alev alev yanan kalbimi de nihayet özgürleştiriyordum. Geçmişte ölüm vardı, odada ölüm vardı. Fakat bu defa ölüm normaldi, ölüm döngünün parçasıydı ve ölüm bir son değildi. Tıpkı aşk gibiydi ölüm, tıpkı mevsimler gibiydi; hep vardı, hep bizimleydi, hep biz idi....

Bu yaz, Seray ve salgın hastalıkla derin bir gaflet uykusundan uyandığım o uğursuz sandığım Temmuz akşamında, bu kez aşk için geçtim o daracık kapıdan. Oh dedim biliyor musun? Oh, nihayet aşk için hazır evim barkım dedim. Sonunda kendimi tutsak ettiğim şu amansız illüzyondan özgürleştim, akit içinde olduğum varlıkla helalleştim ve oh dedim. 

Sırf bu yüzden anlamlandı renkler, bu sebeple içime işler oldu kokular. İşte bu sebeple mis gibi domates kokan ellerimi hiç yıkamak istemiyorum. Beni gerçeklikten koparacak hiç bir şeye eyvallahım yok gelecekte. Ne ölüm, ne de aşk almasın gerçekliği. Acısı, kederi ve heybesindeki her saniyesi ile kabulümdür hayat, yeter ki bir daha kalbim donup kalmasın korkuyla, kalbim unutmasın döngüleri, kokuları tatları....

14.08.2020


12 Ağustos 2020 Çarşamba

ZİHİN EMEKLİ


Bunca sene ben sandığım zihnim, onun telaşı, korkuları, yapılması gerektiğini düşündüğü şeyler. Bütün bunlar meğer ne çok işime gelmiş.  Beni benden sakınan, hayatı  benden saklayan, kim olduğumu bilmeden rüzgara takılıp sürüklenmeme kıs kıs gülen şahane zihin!
Şimdi aylardır o her haltı bilip programlayan hesapçı, kitapçı zihim devre dışı! Elde var ruh. Nefes almakta acemi, geniş zaman nedir sorusuna cevap arayan, hayat denilen süreçte insan olma deneyimine  yabancı bir varlık!

Yazamıyorum, okuyamıyorum. Yoga falan hak getire. Malum seyahat edemiyor, hatta yaşadığım şehirde karşı kıyıya geçemiyorum. Evde kaliteli zaman geçirmekle övünen, kendi başına olmayı seven ben, azıcık daha zorlarlarsa bas bas bağıracağım gibi geliyor. Elim kolum görünmez iplikçiklerle bağlı sanki... Nefessiz kaldım günlerin, saatlerin ortasında. Evime, kabıma, hayata sığamıyorum.

Bir anlamda tutuklu gibiyim. Uykuyu da sevmediğimden epeyce zorlanıyorum.

Sahi siz? Akışa teslim, yeni düzene uyumlu olanlar, bunu nasıl başarıyorsunuz? Biri bana anlatsa,  bi dinlesem?