23 Mart 2020 Pazartesi

AĞACA DOKUNMA, AĞAÇ OL...








Çok uzun yıllar önce, ustamın yaptırdığı yönlendirmeli meditasyonu bu sabah aniden hatırlamak beni tam da o yıllarda yazmaya başladığım, sonra sonra nedense uzaklaştığım bloguma getirdi.

Şimdi hazır olun, ciddi bir itirafla geliyorum; hayatımın hiçbir döneminde meditatif bir insan olamadım. İçinde bulunduğum andan o kadar korkardım ki, sanırım hiçbir zaman, gerçek anlamda kimsenin, hatta kendimin bile yanında duramadım.... Aslında yeri gelmişken, tam şu an, böyle hissettirdiğim herkesten tüm içtenliğimle özür dilerim. Yalnız hissettirdiğim herkes bilmeli ki, öyle anlarda kendimi de yalnız bırakıyordum. Zihnim, daldan dala zıplayan bir maymun gibi, geçmişe methiyeler düzerek veya lanetler yağdırarak bilemedin gelecek kaygısıyla çalkalanıp dururdu.. O günlerden bu sabaha ne değişti derseniz derin uykunun, bitmeyen kımıldanmanın bir kader olmadığını anladım... Kalan ömrümü kalbime beton dökülmüş gibi kendim dahil herkese ve her şeye mesafeli yaşamak zorunda değildim!

İşte o derin uykuda sağdan sola döndüğüm günlerden birindeydi ustamın yönlendirmeli meditasyonu...

Hepimiz matlarımızda sırtüstü uzanmıştık. Ustam uçsuz bucaksız ağaçların yüceliğinden bahsediyordu. Gün ışığının toprağa değmediği kadim bir ormandaydık. Ağaçlar, dalları, kökleri, ormanın havası, kokusu, toprağın dokusu gibi pek çok detayı o inanılmaz güzel sesiyle bir bir canlandırıyordu. Sonra aniden, nedendir bilinmez, bu huzurlu ve kadim ormanda bir ağaç oluverdim! Herkes ağaç mıydı, yoksa ben mi olduğum yere çakılmıştım işte orası hep sır kaldı. Ama çok net hatırlıyorum hissettiğim şey derin, dibini göremediğim, baktığımda başımı döndüren bir yalnızlıktı! İçim ne kadar da yapayalnızdı. Bacaklarımı kımıldatamıyordum. Kollarım benim değildi artık. Derim, şu kalın kabuk muydu yani? Hatırlamam istenen şey fazla ağır gelmişti... En yakınımdaki ağacın dallarına bile değemiyordum. Yanaklarımı ıslatan gözyaşlarıyla kendime geldim.  Matım, tişörtümün yakası ıslanmıştı. 

Aradan geçen on yılı aşkın sürenin sonunda, bir haftadır evimde oturmuş, pek çok İstanbullu gibi sabah kahvemi içerken şimdi neyin nesiydi bu hatırlama? Ya peki ya on yıldır hiç değişmediğini sandığım ve aslında değişen his? 

Bu seçmediğim, belki de bana bırakılsa asla hazır olamayacağım inzivada, şu tuhaf tekbaşınalığımla, elbette Theodora var fakat yine de en yakın ağaca en az dört metre uzakken,  içimdeki derinler artık başımı döndürmüyor! Çünkü yıllar önce uzandığım meditasyondan bambaşka bir yerdeyim artık ve buradaki bilgi şu: dokunamadığım ağaçla bile aramda bir bağ var.  Dokunmak, yakın olmakla ilgili illüzyon sadece. Gözle görünmeyenin iplikçiklerinin beni, benden gayrı sandığım, alakam olmaz dediğim her şeye ve herkese ilmek ilmek bağladığını biliyorum! 

Bilmek? Yok yok, seziyorum.

Kelimelerin, hele ki en kıymetli olanların, kulaktan, zihne, zihinden kalbe, oradan da her bir hücreye ulaşması ne acayip! Dahası birbirinden ayrı yola çıkan onlarca kelimenin, süreleri öngörülemeyen, aracıları belirsiz, konaklama istasyonları, tetikleyicileri gizli, uzun ve meşakkatli bir serüven yaşamaları inanılmaz! 

Şu günlerde kendi rızam dışında ortasına bırakıldığım bu inzivayı bir tür lütuf olarak alıp, kabul ediyorum. Görünmeyenin gücüne tutunuyorum. Bizi birbirimize, daha da önemlisi kendi özümüze bağlayan tek gerçek bu birlik şuurudur. Bu beklenmedik günlerde derin yalnızlıklarımızdan sıyrılmak, hakiki arzularımızı görmek, ne kadar az şeyle ne denli huzurlu kalabileceğimizi sezmek şans! İster gnostiklere bakın, ister doğaya, şamanlara, ister tekkeye, kiliseye... Her biri binlerce kez aynı şeye işaret etmiştir: senden ayrı sandığın her ne varsa sen onunla birsin! 

Birliğe davettir içinde bulunduğumuz dönem. Ne azalt, ne çoğalt derim. Hadi bir değişiklik yapıp bir kez olsun "eyvallah" diyelim, olanı olduğu haliyle görelim.

Şimdi ve burada.

Namaste 










Hiç yorum yok: