8 Haziran 2024 Cumartesi

SEKİZ HEZEYAN İKİBİNYİRMİDÖRT, İSTANBUL

 

Merhaba. Günaydın bana ve yazdıklarıma göz atmaya uğrayan sana,

Hayat ne tuhaf; ne zaman bir hikaye kurgulamaya kalksam içine gerçek, ne vakit gerçek, kendi gerçeğim hakkında yazmaya başlasam içine hayal gücüm karışıyor. 

Dünya'daki iyi yazarların tek bir ortak özelliği olduğunu düşünmesem de bende olmayan ve onlarda olan şeyin kesintisiz yazma arzusu ve disiplin olduğunu görebiliyorum. Yazmayı elbette arzuluyorum ama çalı çırpıyı temizlik amaçlı yangin çikartan çiftçinin alanı ve rüzgarın yönünü hesapladığı gibi akılla hesaplayarak başlayamıyorum yazmaya. Beni genellikle öfkem, öfkemin arkasında saklanan kırgınlıklarım tetikliyor. Bu yüzden kundakçı gibi hissediyorum; birden harlanan ve değdiğini küle dönüştürüp, aynı hızla sönen alevler kelimelerim. 

Yazmak söz konusu olduğunda çocuğum. Yetişkinden ev ödevi vermesini bekleyen, kendi başına yeteneğini kontrol edemeyen ve bu yüzden de kağıttaki bir yetenek mi, yoksa boş iş mi bilemeyen ufacık bir çocuk.

Anlatmak istediklerimin listesini yapmalı ve mesela her sabah listeden bir karakter seçip uzun uzun onu anlatmalı. Her yazdığımın içine kendimi sokuşturmamalı. Sevdiğim kelimelerden bir sözlük yapabilirim mesela. Sonra sevdiğim semboller var, onları da uzun uzun anlatabilirim.

Hayattaki tek gücüm, hayal gücüm ve en büyük tuzağım hayal kırıklıklarım ya, belki onları devşirip, havalandırabilirim. 

O halde gelsin ilk deneme....

Bin dokuz yüz kırkların sonu. Anadolu'dayız. Mevsim kış, yer gök göz alabildiğine kar. En yakın köy atla yarım saat uzaklıkta. Ev demeye dilimin varmayacağı bir dam.  İçerisi sıcak. Kundaklanmış bir bebek uyuyor sedirin üzerinde. Ondan az büyük ablaları sobanın yanında sessizce oynuyorlar. Biri hala bezli. Anneleri pencere kenarına ilişmiş, dışarıyı seyrediyor. 

Ev dışarısı kadar sessiz.

Genç kadın Mazhar Osman'ın ilk ebelerinden. Cumhuriyetin gençlik yıllarında düzenlenen şık bir baloda subay olan eşiyle tanışıyor. Uzun yıllar önce de yolları kesişen ve birbirlerini anımsayan iki genç, balodaki danstan sonra hiç ayrılmamaya karar veriyorlar. Bu dam Şark hizmetine geldikleri şehirde ailelerine tahsis edilen ev.

Herşeyin farklı işlediği yeni yaşamlarında beslenmeden, yıkanmaya, oyundan, uykuya adeta yeniden biçimlendiriyorlar hayatı. Evin babası erken gidiyor görev yerine ve bazen günlerce geri dönmediği oluyor. Ev halkının acil ihtiyaçlar için düşünülmüş kah çalışan, kah işlemeyen bir telefon var. Siyah, ahizesi ağır ve sağ tarafındaki kolu çevirerek santrale bağlanan telefon eski hayatlarından buraya ışınlanan tek şey sanki.

Günler geçtikçe uçsuz bucaksız kar manzarasına, yeri yönü bilinmeyen bir uğultu eşlik etmeye başlıyor. Yalnızca genç kadının duyabildiği sessizliğe çok benzeyen bu kimsenin duymadığı sessizlik nasıl oluyorsa yalnızca onun kulaklarına doluyor. Zamanla sessizlik uğultuya, uğultu yankıya ve sonunda genç kadının kulaklarında çınlayan karşı konulmaz bir çağrıya dönüşüyor bilmiyoruz. 

Evin duvarları kafes artık, dışarı çıkıp sesin geldiği yöne bakmaya başlıyor kadın.

Ses dağdan geliyor. Genç kadın öylece dağın büyüsüne kapılıp gidiyor. Dakikalar saatlere saatler günlere dönerken, gece gündüz ayırt etmeksizin bakmaya devam ediyor. Dağ en görkemli, en masum haliyle öylece dururken, kadın da tıpkı onun gibi mıhlanıyor olduğu yere. Yorgunluktan bacakları sızlayana, elleri, yüzü donma noktasına gelene kadar bakıyor, dalıp kalıyor karlı dağın göz kamaştıran zirvesine. 

Bu haliyle ökseye yakalanmış ama çırpınmayan saka kuşuna benziyor.

Yaşı en fazla beş, hadi altı olsun Zeren'in. Zeren aç. Kardeşleri aç. İlk birkaç gün o minicik elleriyle kardeşlerine yetmeye çalışıyor Zeren ama  eteğine yapışıp dil döktüğü annesi dağdan gözlerini ayırıp onlara bakmıyor, Zeren'i duymuyor. Altlarını değiştiriyor, saçlarını okşuyor kardeşlerinin. Altı yaş çok erken annelik etmeye ama Zeren zorunlu anneliğiyle baş başa kalıyor sessizliğin ortasında. Sonra arada bir onları yoklamaya gelen doktor Amca'yı hatırlıyor. Telefona uzanıyor ufacık elleri ve santrale Doktor Amca'yı bağlamaları söylüyor.

Öğleden sonra geliyor Doktor Amca. Zar zor içeri alıyor annelerini. Anne zayıflamış, üşümüş. Donuk bakıyor gözleri. Hiçkimse yok onlara yardım edebilecek. Anneyi hemen iyileştirmek gerekiyor. O sırada babaya haber veriliyor. Günler sürüyor genç kadının toparlanması. Birkaç gün sonra hava karardığında uyumak için eve girmeyi kabul ediyor. Sonra yavaş yavaş gözlerini ayırabilir oluyor sevdasından.

Dağa sevdalandı diyor yöre halkı. Ağsı Dağı çarparmış böyle ona uzun uzun bakanı. Söker alır yüreğini, bedeni kabuk gibi bırakırmış uluorta.

Aradan geçen uzun yıllardan geriye Zerin'den bana bu kısa şark hikayesi geliyor. "Annem Ağrı Dağı'na sevdalanmış, dağ tutması diyordu köylüler. Efsaneye göre nice can gitmiş böyle ayazda." Neyse ki bugün adını hatırlayamadığı doktor Amca varmış da Zerin yeniden çocuk olabilmiş. 

Dinlediğim en hazin, en çarpıcı hikayeydi dağa sevdalanan kadının öyküsü. Mutlaka yazacağım. Yoksa yazdım mı?














Hiç yorum yok: