Aradığımız cevaplar başlayamadıklarımızda değil, bitiremediklerimizde.
Acı ve keder zihnimizde değil, bedenimizde.
Bir kez daha hayatımın çok özel bir dönemindeyim. Son bir yıldır öylesine zevk aldığım ve o kadar büyüleyici şeyler seziyorum ki, sanki ilk seferinde tadına varamadığım bir döngünün başlangıç çizgisindeyim. Heyecandan yerimde duramıyorum.
Biliyorum; yeniden, yeni olarak ve bir kez daha.
Bu defa saçlarım kısa, elbisem uzun, bakışlarım içimde. İçim tüm alemde.
Nihayet dile geldim. Yıllar sonra kederimden, sekiz ay sonra evimden çıkıp, Sultanahmet Meydanı'na gittim. Ayasofya'ya, Nur'u Osmaniye'ye doya doya baktım.
Zombi gibiydi insanlar. Yemek yemeleri, namaza gidişleri, yürüyüşleri, birbirlerine seslenişleri hep otomatik, hep derin uykuda ... Martıların yemeğinden bir lokma almaya çalışan yara bere içindeki sokak kedisini gören duyan yoktu... Islaktı. Yağmur yağdıkça yarası kaşınıyor, kaşındıkça ve o yaladıkça yara büyüyordu. Başlatabilen fakat bitiremeyen parçam, hastalanmış ruhum gibiydi ıslak ve yaralı kedi.
Ona yardım edemedim. Ama kendime ettim. Birkaç haftadır çığ gibi büyüyen ateşten top, nihayet suya düştü. Ellerimi yakan, içimi yangın yerine çeviren ne varsa sulara bıraktım.
Aldığım nefes değişti. Göğüs kafesim genişledi. Yediklerime tat geldi. Artık ölsem de gam yemem diyeceğim bir güzellik doldu bakışlarıma.
Hepsini anlatamazdım. Yine de bir yerinden başlayıp anlatım Tuna'ya. "Roman olur şu anlattıkların" dedi. "sahi olur değil mi? " dedim. ""olur tabii, özellikle ilk anlattığın bence inanılmazdı. İkincisi dersen çok bildiğimiz bir hikaye " dedi.
Haklıydı. Büyülü olanı anlatmalıydım. diğerini azaltarak veya yok sayarak değil, ikisi de sırf yaşanmışlıklarına saygımdan onurlandırarak anlatmalı, ölümsüz kılmalıydım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder