Bu sabah klavyenin başına oturduğumda eski günlerden bir koku geldi burnuma. Kokuyu tarif edemeyeceğim ama belki biraz bıraktığı hissi anlatmaya çalışabilirim. Tam da böyle bir sabahta uyanıp, elinizi yüzünüzü yıkadığınızı farz edin. Pijamalar çıkarılsın ve bir pantolon, t-shirt geçirilip köşedeki bakkala gidilsin. Hava yirmi derece, ısıtmayan ama usul usul okşayan bir güneş, bahçelerden sarkan hafiften sararmaya başlamış begonviller var yol üzerinde. Çocuklar dökülmemiş sokağa. Okuldalar.
Bakkala giriyorsun.Bakkal amcanın gözlüğü burnunun ucunda, günün ilk çayını içiyor. Camlı dolaptan bir ekmek alıp çıkıyorsun. Çıkarken arkandan sesleniyor "sizinkilere selam söyle"
Ne bu?
Bu yaşamak.
Bu sabah hissettiğim şey işte. Bazen yoga, bazen yazı yazmak, kimi zamanda okula gidip ders vermek. Ne olduğu mühim değil, his güzel, yaşamak hissi. Onunla gelen bağ kurmak ve birlikte yaşamak duygusu. Sahicilik.
İnsanların birbirini sevdiği, dedikodusuz, içtenlikli bir mahallede büyüdüm ben. Tüm kötü cadılar ve incitici sözler bizden kilometrelerce uzaktaydı. Gökyüzüne uzanan kavak ağaçlarının bekçilik ettiği, yıldızların mandalina ağaçlarına yağdığı bir antik caddeye açılırdı bahçe kapımız. Havuzun etrafındaki çiçekler, Zarife anneannemin dikiş makinasının sesi, dutun dibine dökülen yapış yapış meyveler ve o ılık güneş... Altın rengi saçlarım, kum gibi çillerim vardı o zamanlar.
Uzun yıllar sonra Külkedisi ile ev paylaşırken buna yakın bir sadelik olmuştu hayatımda. Bu defa çocuk değil, koca kadındım. Elimdekiler boya kalemlerim değildi. O zamanlar resim yapan ben, şimdi kelimelerle anlatıyordum duygularımı.
Sahiden anlatıyor muydum?
Şimdi, şu bulunduğum noktadan bakınca aslında çok da açık sözlü sayılamayacağımı görüyorum. Evet, kesinlikle bir şeyler anlatıyordum ama kelimelerim duygularımı ifade etmekten ziyade birer koruyucu kalkan olmuştu. Hem yaklaşmak istiyor, hem de bundan çok tedirgin oluyordum.
Galiba hayatımda ilk kez kendimi ortaya koyuyorum. Kardeşimin yaşadıklarından fazlasıyla etkilendim. Ona kendimi anlatamadan, onun kendini bana açmasına olanak tanımadan birbirimizi kaybedebileceğimiz ihtimali beni yerle bir etti. Eğer yine bir metaforun ardına saklanmak isteseydim şöyle derdim; yerin yedi kat altına indim, yandım. Yedi kat göğe çıktım, dondum. Yine de konuşamadım.
Ben yaşamak istiyorum. Sevdiğim, beni seven insanları tanımak. Onlara kendimi göstermek, sabah bakkaldan alınıp ucu kopartılan ekmek kadar ulaşılabilir ve sahici olmak istiyorum.
Kıymeti olan tek şey yaşamak. sahiden yaşamak.
* Fotoğrafı Egemen çekmişti. İkimiz de İstanbul Üniversitesi'nde okurken kısa bir süre için hergele Meydanı açılmıştı. Okulda bir şenlik havası vardı. O da bizim fakülteyi ziyarete gelmişti. kardeşimle aynı üniversitede, aynı coşkuyu paylaşmıştık o gün. Bu fotoğrafı da o çekmişti vapurda. Eve dönüyorduk. O zaman Canon A1 bir makinamız vardı. İkimiz ortak almıştık. Sanırım en sevdiğim fotoğrafım. En mutlu gülüşüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder