24 Aralık 2024 Salı

KIŞ KAPI EŞİĞİNDE

 

Kış nicedir kapı eşiğinde, er ya da geç içeri buyur edilecek misafir. Bekliyoruz, bekliyor. Bu sene sadece kediler değil, insanlar da aç. Onlar da en az kediler, köpekler ve kuşlar kadar çaresiz.. Dam kedileri beslemek dışında elim kolum bağlı... Kederli hissediyorum ve o ruh halini desteklememek için olağanüstü gayretteyim. Zorlanıyorum. 

Rampada kayarken, aşınmış tabanına güvenen lastik pabuç gibiyim.

Kış eşikte. İnsanlar gergin. Kimse benim sevdiğim oyunu oynamayacak. Ben de onlarınkini. Bir sonraki bahara dönerken ne hissetmem gerektiğinden emin değilim. Bahar bize döner de biz hepimiz bahara döner miyiz hiç emin değilim..

11 Aralık 2024 Çarşamba

KIMILDAMAK, SEVGİYE EĞİLMEK


Her zaman sezgisel olarak bildiğim ancak kelimelere

dökemediğim şeydir kımıldamanın büyüsü.....

Ben kımıldadığımda yaşamın hareketlendiğini, harekete katıldığımda canlılığımın arttığını biliyorum. Öyle derinde, o kadar içimde ki hayata dair kayıtlar,  tek sorun kelimelere dökmek.

Ritim diye birşey var gezegende. Bizi korkutsa da fırtınalar ve dev dalgalar, onların bile, hatta özellikle onların inanılmaz bir ritmi, kusursuz işleyen evrensel matematiği var. İnsan hiçbir şeyin önünde eğilmese bile bu tılsıma secde edebilir. Zaten doğaya bakarsanız yaratılmış herşey birbirine eğilir. Çiçekler otlara, otlar ağaçlara, ağaçlar rüzgara....

İnsan peki, insan neye eğilir? Ya da neye eğilirse bu kusursuz ritmin içinde yuvasına dönebilir, kendi içine yerleşebilir?

İnsan sevgiye eğilmeli... Edebiyattan, kişisel gelişim masalından veya İsa'dan yola çıkarak değil, kendinden başlayarak sadece ve sadece sevgiye eğilmeli.

Kendimizi sevmiyoruz. O kadar uzun yıllar önce özümüzle ayrılmış ki yollarımız, yedi yirmi dört can cana yaşadığımız "ben" kim, bilmiyoruz. Bir adı var doğru, ona seslenildiğinde cevap verdiği de doğru ama asıl olan, o kıyafetin içinde kuytuya köşeye sinmiş sırasını bekleyen, sesi kısılmış, göremez, duyamaz hale gelmiş olan kim, işte onu hatırlamıyoruz.

Bize kabul görmenin bedeli ödetiliyor. Annen, baban, kocan, evladın, patronun, komşun sevsin diye halden hale, kılıktan kılığa gire gire insan yolda yitiriyor kendini. Bana öyle olmuş mesela, yolda, kim bilir hangi hikayenin kaçıncı kavşağında öksüz bırakmışım kendimi. Bilsem neredeyim, gidip alacağım kendimi ama  hatırlayamıyorum.

Ben anladım. İnsan önce kendini bulmalı. Alıp eve getirmeli. Bi güzel karnını doyurup, banyoya sokup yıkmalı. Ona giymekten mutlu olacağı pijamalar vermeli ve birkaç gün dinlendirmeli. İnsan bir kaseti geri sarar gibi sakince kalemi takmalı yuvaya ve geri sarmalı. Sonra da teybe takıp durdura durdura dinlemeli kendi hayat şarkısını. 

Kendimizi yitirdiğimiz yer, içimizdeki kuşların sus pus olduğu andır, insan o anı, kuşları kaçırtanı bulmalı. 

Sonra kuşları eve dönmeye ikna etmeli. İnsan ancak bu şekilde eve dönebilir.


7 Aralık 2024 Cumartesi

YENİ YIL YAKLAŞIYOR

 

Günaydın,

Hepimize güzel bir hafta sonu olsun. 

Son iki haftadır adını bilemediğim, aslında içinde ne ettiğimi de pek bilemediğim biçimde koşuşturuyorum. Galiba bu hem hoşuma giden, hem de azıcık yoran temponun başlama noktası Çanakkale'deki zeytin hasadı oldu. Oradaki yenilenme, yeni birşeyler öğrenme bana iyi geldi. İçinde olduğum ortamda uyumlu ve işe yarar hissetmek atıllık, kendine öfke gibi duyguları sakinleştirdi. Sonrasında Konya'da da benzer sakinlikte vakit geçirince arada seyahate çıkmak gerektiğini anımsadım muhtemelen. İnsanın tazelenmesi, mekan değiştirmesi duygu ve düşüncelerini de berraklaştırıyor. 

Velhasıl şehirdeki yaşama akşam derslerini eklemenin katkısı da büyük oldu. Bir yandan dersler, öte yandan yapılacak işler listesi derken yılun son ayı hareketlendik. Ne güzel, kimsenin kımıldamakla ilgili sıkıntısı yok çok şükür.

Yeni seneye dair kararlarım yok ama arzularım var. kendimde, yaşam biçimimde, etrafımda iyi kılmak istediklerim, üzerinde düşünmek ve çalışmak istediğim konular var. Bakalım bütün bunlar nasıl, ne hızla mümkün olacak, ne kadarını oldurabileceğim?

Bırakmak istediklerimi bırakıp, eklemek istediklerimi ekleyebilecek miyim? Göreceğiz.

Bugün mü? Evimi toparlayacağım ve kendimle ilgileneceğim. Ya siz?

30 Kasım 2024 Cumartesi

"KÜN" DEDİM OLMADI!

 

Olmak, bilmek, öğrenmek, uyanmak... Fiil mi? Her manaya çekilebilen bu fiilleri neden içime çekip onlara hükmedemiyorum? Hani ben ol dersem olacak, bildim desem bilecek, gözümü açınca uyanacaktım?

Olmuyor. Oldurmaya çalışmanın manasızlığı artık gözüme batmayı bırak, gözümü oyuyor.

Durmak, damıtmak, hasat etmek kelimeleri dönüyor zihnimde. Belki o dönüşten mide bulantım, belki de yaşadıklarımın hazımsızlığından.

Nicedir, ama uzun bir zamandır ilişkilerim beni doyurmaz oldu. Ruhumun açlığına çare bulamaz, bedenimi oradan şuraya sürükler oldum. Yoruldum. Sıkıldım. Bıraktım. Vazgeçerim sandım. Sadece eksik kaldım. 

Haksızlığa sessiz kalınmasından, hiç düşülmemiş gibi ayağa kalkılmasından, "ah ya, geçmiş olsun" cümlesine erinilmesinden bezdim. Halden anlamayan, hali tavrı ancak paralel evrende makul olan en yakınlarımla mesafelenmek zorunda kaldım.

Ne kendimi olanı olduğu haliyle kabule ikna edebildim, ne diğerlerini. Bırakmanın tek çare olduğuna neredeyse iknayım.

Ve bu sabah öğrendim ki KÜN Arapçada "ol" iken eski Türkçe'de "gün" imiş, "güneş ışığı" imiş. Tevekkeli değil boşuna uğraşmışım oldurmaya, ışıkmış eksiğim.


29 Kasım 2024 Cuma

KAN KOKUSU ALMIŞ GİBİ UZUYOR DİŞLERİM TIRNAKLARIM.

 

Tek tek söksem dişlerimi, taşlara sürte sürte törpülesem de tırnaklarımı olmuyor, defalarca kafasını koparttığım öfkem her çaresiz hissedişimde beni ele geçiriyor. Üstelik beni bu hale düşüren hep aynı tuzak, avlayan hep aynı avcı oluyor. İnsan yedi kat ele değil, yakın bildiğine almıyor gardını.

Dayım öldü benim. Hala içime sinmiyor ölümü, hala daha fazla ne yapabilirdim diyor içimdeki ses. Ben kendi muhasebemde hata ararken, birilerinin kendilerini aklamış, üstüne haklı çıkmış olmalarına inanamıyorum. 

Ailem açık yaram benim. 

28 Kasım 2024 Perşembe

KONYA

 

Konya hakkında çok yazdım, hatta bence yeteri kadar yazdım. İlk gidişimden başlayarak bolca Mevlana hikayesi ve Selçuklu mimarısı güzellemesi yaptım. Fakat Konya şaşırtmaya, beni sürprizlerle şımartmaya hiç ara vermedi. Başka sunacak neyi kalmış olabilir ki, bildiğim yere gidiyorum desem de, hep bir bilinmezi vardı ona olan ilgimi tazeleyen.

Bunca yıldan sonra turist değilim Konya'da. Elbette türbe ziyaretini hala seviyorum ve kesinlikle önceliğim ama artık eşim dostum  da var  bu şehirde. Onları görmek, beraberce çarşı pazar gezmek veya öylece evde oturmak benim için kafi. 

Belki bu sebeple anlatabileceğim Konya bitti. Mevlana'nın sözlerinden, Şems'den anladıklarım anlatılamaz hale geldi. Sadece şunu söyleyebilirim müthiş bir belediyecilik var şehirde. Anadolu'nun ortasında yükselen bir değer olmaya aday Konya. Dev kütüphaneleri, Selçuklu'ya hakkı olan itibarı iade edişiyle Konya ilerleyen yıllarda tıpkı Eskişehir gibi bolca konuşacağımız şehirlerden olacak.

Et yemekleri sevenlerin gurme şehri olur mu bilemem, çünkü etten pek anlamam ancak değerlerini canlandırmak ve yeniden görünür kılmak için hevesliler. Hiç kolay değil bir şehre kaçıp gitmiş ruhunu iade etmek ancak mümkün. Eğer yeterli çaba gösterilir ve doğru projelendirme yapılabilirse neden olmasın?

Benim orda yaşayan iki kıymetli insanım bu konuda canla başla çalışıyorlar. Adnan Küçük ve Celaleddin Berberoğlu. Her ikisi de işinde gücünde, örf ve adetinde inançlı insanlar. Bana sorsanız sadece Konya'nın değil, ülkenin aydınlık yüzünü temsil ediyorlar. Çünkü seküler kesimin de, muhafazakarların da bilmediği bilmek istemediği bir yerde duruyorlar, makul ve uzlaşmacı zeminde.

Onlarla görüşmek bana hep üçüncü ve orta yolun mümkün olduğunu gösteriyor. Kendimizi ararken yürüdüğümüz yollar ve yolda olma biçimlerimiz farklılık gösterse de çok iyi biliyoruz ki niyetimiz bir. Amaç anlamak ve anlatmak, amaç konuşarak hatta bazen susarak diğerini kendi penceremizden bakmaya, o manzarada birlikte hissedip yeniden değerlendirmeye davet etmek. Bu sebeple seviyorum zaman zaman Konya'da olmayı. Hr defasında şansıma şükrediyorum hayatın beni onca dükkan arasından dedemin dükkanına götüren planına. Velhasıl benden Konya yazısı çıkmaz bu saatten sonra. Olsa olsa bu kadar.

26 Kasım 2024 Salı

HASAT -III-

 

Yeni kariyerime doğru hamle yaptığımdan habersiz kahvemden son yudumu aldığım an Senem sesleniyor "hadi" ve başlıyoruz yaymaya. Yaymak denilince malum akla ilk gelen yayılıp oturmak olsa da biliyorum ki buradaki anlamı tamamen farklı. Hadi diyorum içimden, yayalım bakalım!

Böylece yaygıcılık serüvenim başlıyor.

Çalıştığımız bahçe yaklaşık dört dönüm, deniz seviyesinden çok yüksek olmayan bir düzlük. Ağaçlara gözü gibi bakan babaları ölünce malı mülkü paylaşamayan iki kardeşin ihmalinden bakımsız kalmış. Nasıl olduysa Mehmet Usta'nın ısrarlarıyla bu sene zeytini toplatıp sıktırmaya razı olmuşlar. İşte ben o hiç tanımadığım rahmetlinin kızlarına yaygı seriyorum şimdi.

Zeytinlere "kız" diyorum ben, çünkü erkeklerin bunca kıymetli özelliği bünyelerinde barındırdığı doğada görülmüş iş değil. Dolayısıyla zeytinin doğası gereği dişi olduğunu düşünüyorum.

Yaygıcılık aslında balıkçılığı anımsattı bana. Neden derseniz yaygıcının yaygıyı zeytini silkilecek ağacın altına özenle yerleştirmesi, ki bu işi iki kişi yapıyor ve birden fazla yaygı yerleştiriliyor, aslında balıkçıların ağ atmasıyla aynı şey. Ağ, yaygı. Zeytin, palamut, yaygıcı, balıkçı gibi düşünülebilir. Çünkü zeytinin yaygıya düşmesiyle, balıkların ağa doluşması aynı şey olduğu gibi, yaygının toplanma tekniği ile ağın çekilmesi de neredeyse aynı!

Ah Erol Hocam ya, neler neler öğretmiş bana, kendi deniz aşkını öyle içten aşılamış ki tüm metaforlarım denizden. Yeri cennet olsun.

Diyeceğim şu ki hangi hayattan olduğunu bilmediğim balıkçılığımdan olsa gerek, ellerim hiç yadırgamadı yaygıcılığı. Bir iki saat sonra üstüm başım, halim tavrım, şevkim artık ne varsa hepsiyle,  yaygıcı olmuştum.

Çok severek, keyifle çalıştım. Bir çocuk merakıyla dinledim anlatılanları, yapılan işi seyrettim ve nihayetinde taklit ettim. Öğle molası olduğunu anlamadan akıp geçti zaman. Hava yavaş yavaş ısındı. Sabah ayazının yüzümü sızlatan serini yerini öğle güneşine bıraktı. Apartmandaki dairede yazı kışı ucundan yaşayan bedenim, günle akmanın şaşkını olmuştu. 

Sofranın eksiğini anlatsam vah vah edersiniz ama öyle güzel yorulmuştuk ki, o azlık bana bolluk gibi geldi. Daha da güzeli fazlasıyla yetti. 

Akşama kadar çalışacak gücü toparlar toparlamaz eteğimizi silkip kalktık. Yeniden yaygılar yayıldı, silkilen ağaçların yaygısı toplanıp yapraklar kuzulara, sıkıma gidecek zeytinler çuvallara diye ayırmaya devam ettik. Bu arada Senem iri ve kusursuz olanlardan sofralık zeytin kurmak için de ayırıyordu. Bana da tek tek gösteriyordu hangisi alınır, hangisi alınmaz. En ilginç olanı neydi biliyor musunuz? Kurdu içindeydi zeytinin. Dışarıdan bir canlı değildi kurt, zeytin kendi içinden çıkartıyordu onu yiyip bitireni. Ne metafor ama!

Buna benzer çokça düşünce zihnimi yalayıp geçse de hiçbirine uzun uzadıya takılmadım zira elimdeki işin hareketi parmak uçlarıma öğle bir neşe salmıştı ki, başka birşey olsun, parmaklarımla arama girsin istemiyordum. Düşünceler geldi ve gittiler, hiçbiri kalmadı, hiçbirinin avucumdaki güzellik yanında kıymeti yoktu.

İlk gün tıpkı Londra'daki Portre Galerisi'ndeki gibi kafayı bulmuştum. O vakit sanattan zonklayan başım, şimdi doğanın ihtişamından zonkluyordu. 

Eve dönüş yolunda Mehmet Usta bize güzel çalışmamızın ödülü olarak çukulata ısmarladı. Yaygıcılığım ilk rızkına kavuşmuştu. Ardından eve geldik, soba yakıldı, banyoya gidilip paklanıldı ve dünyanın en güzel tarhana çorbasını kaynattık. Ekmek, tarhana, keçi peyniri ve sofralık şarap. O andan sonra birkaç kelimelik muhabbet ve saf sevinç kalmıştı sadece. Saat dokuzu az geçmişti ki hepimizin gözleri ağırlaştı. Ertesi sabaha hevesli, bilmediğim bir yorulmanın şaşkınlığıyla uyuyup kaldım.

Gün aydınlanırken bu defa azda olsa bildiğim yerden başladım sabaha. Sofra bezini bulup serdim, kahvaltıya bir gün evvelden bildiğim zeytini, peyniri, salçayı çıkarttım. Mehmet Usta önce kedilere, sonra ağıla gitti. O sırada Senem de uyandı ve bize öğle kumanyasını hazırladı. Fırında karnabahar, köz biber, bakla... Of of... Zeytine mi gidiyorduk, şölene mi?

İkinci gün ne traktöre binerken tedirgindim ne de bir önceki günün ayazı vardı. Ya ben pek sevmiştim bu işi ya da doğa bana kıyak geçiyordu. Yukarı çıkınca emin oldum ki hava daha yumuşaktı bu sabah. Hiç zaman kaybetmeden başladık çalışmaya. Bir gün öncenin çuval sayısını geçebilecek miydik bakalım?

Hep birlikte çalışmanın ne garip bir büyüsü vardı. Az konuşuluyordu ama kelimeler zaten pek gerekli değildi. Hepimiz tertemiz bir zihinle pür dikkat zeytinlerle meşguldük. İpek nam ı diğer zeytin kraliçesi önüne yığılı zeytinlerle bizi beklerken biz yaygı işi biter bitmez yaprakla meyveyi ayırmaya onun yanına koşuyorduk. Arada bir ağaçtan da silktik Senemle zeytinleri, hatta küçük, yumuşak uçlu tırpana benzer taraklarla taradık zeytin kızın saçlarını. Bu taraklar gerçekten çok yumuşak, düşmeye gönlü olan meyveyi alıyor daldan ama dala zarar ziyan olmadan.

Ağaçlardan biri beni çok etkiledi. Koskocaman, üstü meyve dolu olan bu ağaçta dokunsan düşecek halde zeytinden tut, daha bir hafta on gün dalda kalmak isteyenine kadar hepsi yan yanaydı. Bir tür noel ağacı gibi birden fazla renkte meyvesi vardı. Mürdümler, morlar, lacivert ve siyahlar. Sadece bu ağacın bile kendine özel öykü kitabı olabilirdi ve aslında olmalıydı. Olmalı mıydı? Belki gerek yoktu, zeytin ona el sürene hikayesini anlatmıyor muydu? Okumaya gönlü olana yaprak yaprak açılmıyor muydu?

İkinci gün efsane bir öğle yemeğine oturduk. Önümdeki bazlamanın yarısını yemişsem Allah affetsin, ki yedim! Açık havadan mıdır bilmem pek tatminkardı hem ruhum, hem midem. Lokmalarımın tadını çıkarta çıkarta çiğnedim. Elimdeki kaseye doldurduğum sebzelerin rengi, kokusu ve tadı inanılmazdı. Salça, zeytinyağ ve domatesle yaratılan tılsımlı lokmalardı yuttuğum. İçimde birşeyler güçleniyordu, yemek yemekten fazlasıydı hissettiğim.

Öğleden sonra daha da hızlandık. Ertesi gün yağmursuz son gün olacaktı ve arazi çamurlanmadan ne kadar çok zeytin silkersek o kadar iyiydi. Gerçekten güzel çalıştık. Birara kendimi dev bir zeytin yaygısı üzerinde buldum. Telefondan bir türkü açtım kendime ne hikmetse; "bülbülüm altın kafeste" ve oturdum zeytin tanerinin ortasına. Başıma zeytinler yağarken düşündüm; neden bu hüzünlü türküyü seçmiştim? Besbelli çok gelmişti mutluluk, üstelik beklemezken gelmişti. Mutlu olmayı az, kederi, endişeyi fazla bilen zihnim telaşlanmıştı yabancı sularda. Fakat başaramadı beni bulanığına çekmeyi, başaramadım çok şükür. Arkadan hemen bir ses geldi İbrahim'den "ooo bizim yaygıcı çalgıcı olmuş!" Hep birlikte bir kahkaha, bir şenlik hemen toparlandım, hemen geri döndüm yaşamın kıyısına, çabucak çıkıverdim daldığım karanlığımdan.

Akşama doğru son ikisi bir aradamı içip, çuvalları traktöre attık ve yavaş yavaş eve dönüşe geçtik. Ertesi gün burada olmayacağımı bilmek canımı sıksa da tam puan almıştım zeytincilerden ve Allah ömür verirse seneye yine gelecek, yine yaygıcı çalgıcı olacaktım.

O akşam Elif ve Hokan beni almaya aşağı köye geldiler. Yatılı misafir olduğu evden annesi babası tarafından alınan çocuk gibi aklım oyun arkadaşlarımda kalarak çıktım yukarı eve. Hokan ve Elif muhteşem bir sofra hazırlamışlardı. Bu çok güzel yemeği bolca neşe yükleyerek keyifle yedik. Ne tatlı bir tesadüftür ki zeytin yaygısı toplarken hep palamut vardı aklımda ve hasat dönüşü yemeğimiz de palamut olmuştu.

Şu kısacık zaman diliminde yaşamın, ben çomak sokmadıkça kendi yatağında akan bir nehir olduğunu idrak ettiğim ılık sularda çimmiş, ne verildiyse bayıla bayıla, teşekkür ede ede almıştım. Uzun uzadıya oturacak, hala sindiremediğim güzelliği layığıyla anlatacak gücüm kalmadığından erken yattım.

Senem bana mevsimin en güzel iki gününü yaşatmış, hayatımda aldığım en güzel iltifatı yapmıştı: "olduğun yere çok yakışıyorsun" 

Uykuya dalarken sadece bu cümle vardı aklımda, kalan yaşamda olduğum yere yakışmak istiyordum çabasız bir çabayla. Belli ki zeytin hasatından fazlası vardı hikayemde, insan olarak neyi hasat etmeliydim? Ne ektiğimizin farkında mıydık? İki günlük hasattan beş aylık ödevle dönmüştüm eve, uyanır uyanmaz başlamalıydım düşünmeye. 






18 Kasım 2024 Pazartesi

HASAT -II-

 

Bu defa köydekilerle konuşup karar vererek çıktım yola, sadece ormanın kıyısındaki sessizliğin tadını çıkartmayacak, aşağı köyde kalıp Senem ve Mehmet Usta'yla zeytin hasatına gidecektim. Çünkü ağaçlarımın ilk zeytinlerini toplamaya yetişememiştim ve eksikleniyordum. Oysa ağaçları dikeli henüz iki yıl bile olmamıştı ve zaten beklediğimiz birşey bile değildi meyve vermeleri ama insanım nihayetinde, zaman zaman kapılıyorum böyle "eyvah kaçırdım" hissine.

Köye uzun bir yolculukla vardık. Yolda işler vardı halledilecek, yolcular vardı uçağa yetiştirilecek, uçaktan alınacak. Eve ulaştığımızda akşam olmuştu. Biraz sohbet ve şömineleri yakma faslı sonrası odalarımıza dağıldık. Ateşi dinleyerek uyuyakalmışım.

Ertesi gün sakin geçti. Nasıl geçti, ne ettik  bilmiyorum. Bir ara arazide dolanıp ağaçlarımı sevmeye gittiğimi biliyorum o kadar. Saate bakmayı gerektirmeyen günlerde insan afallıyor, sanki büyük bir baskı kalkıyor omuzlardan ve içerisiyle dışarısı arasında yeniden bağ kuruluyor. İçimdeki hayvanın sesini, ihtiyaçlarını daha iyi duyuyorum kırsalda. Açsa besliyorum, kokuyorsa yıkıyorum, uykusu gelirse de yatırıyorum. 

Kendini duymanın vahşiliği eşsiz.

Oralardayken belki daha vahşiyim fakat akışta hissediyorum. Kırılganlıklarım, şehrin konforuna dair rutinlerim anlamını yitiriyor. Hiç beceremediğim kadar eyvallah kafası geliyor. 

Pazar akşamı Mehmet Usta ve Senem yemekten sonra beni  aşağı köye, evlerine götürdüler. En son ne zaman köy evine misafir olmuştum hatırlamıyorum.

Bana oturma odasına yatak açıldı. İki çekyat, bir masa ve sobadan ibaret odam. Çarşafımı yaydık, yorganımın altına saklandım ve sabahı sabah ettim! Her zaman yadırgarım yerimi, ilk gece hep zorlanırım uyumakta. Fakat o gece endişe de ettim çünkü sabaha hasat vardı ve zaten rutinimin dışında  efor sarfedecektim, buna uykusuzluk eklenirse ne olurdu halim?

Birşey olmadı. Kalkıp üzerimi giyindim, yatağımı topladım ve evin sabah işlerini seyrederek sobanın kenarına iliştim. Mehmet Usta çoktan kalkmış, girişteki sobayı yakmış ve kedilerin yemeğini vermişti bile. Burada yirmiden fazla irili ufaklı kedi var ve evinde kaldığım çift onlara bakmaktan hiç gocunmuyorlar. Az ilerideki ağılda besledikleri keçi ve koyunlar kadar kıymetli bu hanede kedi nüfusu. Senem'in tavana astığı kavunlar ve çiçek saksılarının altında öyle fantastik bir manzara ki bu hayvanların kahvaltısı, görmeliydiniz.

Biz Senem'le sofra kurarken, Mehmet Usta ağıla gitti. O gelene kadar herşey tamamdı ve en son Senem'in tavsiyeleriyle üstüme başıma bir kat esvabımı daha giyince hazırdık yola çıkmaya.

Kolay değildi arazi için giyinmek. Bir defa çift çorap şart. Sabah ayazına değmemek için hırka, zeytin dallarına takılmamak için de eşarp şart. Çok şükür hepsi verildi.

Arabayı zeytine geldiğimiz köyde dar bir sokağa bırakıp, oradan traktörü aldık. Söylemeyi unuttum, Mehmet Usta'nın seksen yaşındaki anası da bizimle geliyordu. O hemen traktörün kasasına yerleşti. Bir an rüya görüyorum sandım çünkü genç bir kadın kadar çevik atlamıştı kasaya. Ben mi? Ben Senem'i bekledim. Önce O, traktörün tekerinin üzerine zıpladı sonra aynı onun bastığı yerlere basarak ben öteki tekerin üzerine çıktım.

Tanrım çok yüksekti! Tutunacak yer yok gibiydi ve bir şekilde düşmeden zeytinliğe varmalıydım. Vardık. Vardık ama ilk kez traktöre bindiğimden çok kasılmış, tedirgin olmuştum. Buna rağmen hoşuma gitmişti traktör tepesi. İnsan kral gibi hissediyor azıcık yerden yükselince.

Ve işte zeytinlerin arasına geldik. Bir aile daha var bizimle hasatta çalışacak. Uzaktan gülümsüyorlar. Yanlarına gidiyoruz. Küçük tuhaf bir soba tütüyor yanlarında. Benden haberdarlar, beklenmedik biri değilim. Hemen ikisi bir arada kahvemi tutuşturuyorlar elime. Fazla soru sormadan adım ve işimle yetinip, çabucak alıyorlar aralarına.

"Sen yaygıcısın" diyorlar kahvemi içerken, "olur" diyorum neye evet dediğimden habersiz. 

Ben bundan böyle yaygıcıyım önümüzdeki iki gün. Bakalım nasıl şeymiş şu yaygıcılık?








16 Kasım 2024 Cumartesi

HASAT -I-

 

Durmaksızın anlam yüklediğimiz, hasarlanmış zihinlerimizle nefessiz bıraktığımız hayat, gördüm ki sadece biz yakasını bırakırsak kendi yatağında akabiliyor. Eğer elimizi üzerlerinden çeker, aradan çıkarsak eğiliyor otlar rüzgara. Kusursuz dere yatakları ve her daim yumuşacık esecek rüzgarlar olmasa da yaşamın vaadi, sahiciliğini biz kendi ellerimizle sahte kılıyoruz. 

İnsan akmaktan korkuyor. İnsan ateşten, insan sudan, rüzgardan kısacası yaşadığını hissettirecek herşeyden delirircesine korkuyor. Niye ki?

Köye ilk gidişim bundan tam on bir yıl önceydi. 11 Nisan 2013. On bir sene geçmiş orada yediğim ilk yemeğin üzerinden. Ömrümde verdiğim en hayırlı, en hızlı kararlardan biriyle kabul etmiştim Hokan'ın davetini. O kısacık seyahatte Elif, Atlas ve İona ile tanıştım. Mehmet Usta ve Senem'le. Eve, İstanbul'a dönerken mutluydum, henüz bilmiyordum o köyde beni bekleyen bir hayat olup olmadığını ama beğenmiştim sunulan olasılığı.

Aradan yıllar geçti, defalarca gidip geldik köye. Benim ara verdiğim dönemler de oldu, sevgilimle gidip "bak burası ne güzel" diye gösterdiğim zamanlar da. Hep aklımın bir köşesindeydi ormanın kıyısındaki ev ama nedense adım atmayı erteledim. Hep eşlikçi bekledim, biri gelecekti hayatıma ve orada yaşam başlatacaktık. Fakat aslında kendimi bekliyormuşum; bedenim, zihnim ve ruhum hizalansız diyeymiş onca yıllık bekleyiş! 

Nasıl bilebilirdim ki?

Geçen hafta köydeydim, ormanın kıyısında, sislerin içinde, zeytin hasatında ve kendimde. Sıkılmazsan yarın anlatayım. Belki sende kendine gelirsin? Belki sende kendini bekliyorsun ama bilmiyorsun?




8 Kasım 2024 Cuma

KUZGUN


İlk gelişleri ben çok aşıkken olmuştu. Taş evin etrafında dolaşır, penceremize konarlardı. Bazen yolumu keser,  bağırırlardı. Anlardım birşey söylerlerdi ama bilmezdim. Ne ilginçtir ki Mehmet Ali Bey'le de aynı yıllarda tanışmıştım. "Mesajları oku" derdi bana, "oku Elvan". Okumadım, ben mesajları okumak yerine tüm sezgilerimi geçiştirip, zihnimin en karanlık, en can yakan hikayelerini tekrarlamaya, Dünya sahnesinde sergilemeye devam ettim, okuya okuya, oynaya oynaya ezberledim döngülerimi.. 

Koca bir kase bal veriyordu hayat, avuç avuç pul biber boşaltıyordum içine, içine.

Hiç anlayamadım bu kendini bilmekten korkma hallerimi. Fakat bunca yıldır olan buydu, bilmekten, bilinmekten korkuyordum. Dışarıda bilgiye aç bir ben yaratmış semirtmelere doyamamıştım fakat içim açlıktan kıvranıyordu, içim açlıktan ölüyordu. 

İçim çoktan dev bir boşluk olmuştu, parktaki çınar gibi.

Yusuf Amca, ara sokaktaki falcı, Yıldız Parkı'ndaki çingene... Kehanet kendini gerçekleştirmeden huzura ermeyecek, bana yaşamam için alan açılmayacaktı. Önce kehaneti kabullenecektim sonra hayat gelecekti ya da böyle bitecekti bana ayrılan süre; hayatın kıyısında, aç ve susuz, umutsuz.

Kargaları besliyorum günlerdir. kargaları besliyor ve sarmaşığımın güzelliğini seyrediyorum. İçimdeki cadıyı duymaya dikkat kesildim, gelip beni ele geçirsin istiyorum. Omuzumda kuzgunum, eteğimde buğday taneleri var. Elbisem babaannemin verdiği kumaştan, ayağımda yün çoraplar. Tam olarak evimdeyim, tam anlamıyla kendimdeyim. İşte şimdi herkese elimi uzatabilirim...
Hepsi olacak.






6 Kasım 2024 Çarşamba

BİR SABAH

 

İçinde olduğumuz yılı, yıldızı bilsem ne fayda bilmesem ne? Dünya gezegenindeyiz, sene ikibin yirmi dört. Elli bir yaşındayım ve ne geldiğim yeri anımsıyorum, ne de gideceğim yer hakkında fikrim var. İnkar edenden de, Kadıköy tarif edercesine öte alem anlatandan da bunaldım. Çok bileni beğenmeyip kibre düştü diye kınarken, az bilene zerre tahammül edemiyorum. Zaman ve merhamet konularına ciddi takıntılıyım. En hazin olanı da zihnimin beni ele geçiren sohbetlerine dair yenilgisi kabullenilmiş savaşlarım var. 

Eskiden kızıl saçlıydım, şimdi beyaz. Bilmem içinde olduğum alemi, içimdeki hali nasıl anlatsam. O kadar alışmışız ki kabuktan başlamaya, dışarı odaklanmaya, şimdilerde çok istesem de içime doğru yürüyemiyorum. Fakat hayal ediyorum... Bir sabah kalmışım ve alıp başımı gitmişim. Neden başımı alıp gidiyorum? Çünkü başımı ben, kendimi düşüncelerim sanıyorum. İnsan neden alıp başını gider? Neden alıp kalbini gitmez? Aslında öyle yapmak istiyorum, o halde; bir sabah kalkıp, alıp kalbimi gitmek istiyorum ezberimden. Peki niye yapamıyorum? Çünkü sabah kalkmak kısmı tamam da benim kalbim nerede, hadi buldum, aldım, benimle gelmeye ikna ettim diyelim, güvenebilir miyim ona, o ve ben bu işi kotarabilir miyiz bir türlü ikna olamıyorum. Yine de istiyorum; bir sabah alıp kalbimi gitmek istiyorum buralardan.

Çok istiyorum.

4 Kasım 2024 Pazartesi

HANGİ YILDAYIZ?


Günleri karıştırmak, havanın kapalı olduğu sabahlarda saati akşamüzeri zannetmek değil, ben yılları karıştırıyorum. İki sonbahar arasında ne varsa yaşanan o kadar ağır gelmiş olmalı ki yüreğime, geçen sonbahar sürüyormuşçasına kandırmak istiyorum kendimi, yok saymak istiyorum gördüğüm, duyduğum ne varsa. Olmaz, biliyorum. Ama insanım, istiyorum. 

Bodrum'dan dönmemişim, atom bombası gibi düşmemiş dayımın hastalığı kucağıma, ailem beni hiç yalnız bırakmamış. Dizlerimin ağrısına, kalbimin sızısı karışmamış... Aslında ben hiç dönmemişim Bodrum'dan. Oysa bu mümkün olmayan, olan ise önümdeki kış ve onun benim, benim de onun üzerindeki hükmümüz.

Hiçbir şeye hazır olmadığım gibi kışa da hazır hissetmiyorum kendimi. Toparlanamayan bir valiz, eteğindeki söküğü dikemediğim elbise, aşkla pişirip bir kaşık yiyemediğim yemek hayat önümde. Yükselmenin, toparlanmanın yolu yordamı var, biliyorum. Bu hafta meditasyona oturmak bana iyi gelecek. 

Biliyorum sonsuza kadar bu bitimsiz akşamüzerinde kalmayacağım.

2 Kasım 2024 Cumartesi

MEVSİM

Günaydın,

Dünya'nın en güzel şehirlerinden birinde ve yine bana göre bu şehre en çok yakışan iki mevsimden birini yaşıyoruz. Çünkü İstanbul denizin ve ağaçların renkleriyle başkalaşıyor, güzelleşiyor.

Sarmaşık nihayet beklenen efsane renklere büründü. İçindeki kuşların sesini hem Theo, hem de ben çok seviyoruz. Evimizin neşesi onlar. Hava derseniz, tatlı bir uçuk mavisi var göğün ve güneşli. 

Kahvemiz, yumuşak müziğimiz ve güne başlayacak sağlığımız var çok şükür. Bugün arabanın park sensörü işiyle ilgileneceğim. Burhan müsait olursa parkta yürüyüş yaparız. Belki Şule Gürbüz'ün yeni kitabına başlarım. Başka da işim yok gibi. Ha, yazlık pikeleri yıkayacaktım, belki onları yıkayıp kaldırırım.

Bir kişilik yaşamda bile, ki benim ki aslında Theo ve sokaktakilerle birlikte kesinlikle çok daha kalabalık, her zaman toparlanması gereken odalar, yetişmesi gereken ödemeler, alış veriş ve araya sıkışan işler oluyor. Galiba hayat böyle bir şeymiş. Keşke daha önce anlatılsaydı beklentisiz kalmamız ve olanla, gerçekleşenin içinde anın, akışın tadını çıkartmak dışında şansımız olmadığı. Eğer bunu erken yaşlarda kavrayabilmiş olsaydım ne umutsuzluğa kapılırdım, ne de oldurmak için uğraşırdım. Çok daha gerçekçi bir noktada kalabilirdim.

Mevsim diyorduk, sonbaharı severim. İnsanı yaratıcı kılar, renkler sıcaktır. Kahveler, kırmızı şaraplar, zencefil, balkabağı anlam kazanır. Rengarenk battaniyeler evin her köşesini şenlendirir. Ah kasımpatılar, onlar tüm evi sarar... Yeniden sabahlık giyilmeye başlanır. Velhasıl her mevsim gibi kendi güzelliğiyle gelir sonbahar. 

Benim hayatımda bol seyahatli olacak. Bu ay iki kez kısa süreli İstanbul dışına çıkmam gerekecek. İsis'in sağlığıyla ilgilenmem ve Nefes'in ders programını da yazmam lazım. Ah bu arada iyi bir hocayla haftada bir kez stres yönetimi üzerine online çalışmaya katılıyorum. Kendi derslerim için hala tercih etmesem de online işlere ısınmam gerektiğini biliyorum.

Çok güzel bir hafta sonu olsun hepimize.

31 Ekim 2024 Perşembe

KASIM

 

KIRILAN KALBİMİN, un ufak olan parmaklarımın, ezilen el taraklarımın faturası kime kesilmeli hayat? Tel tel dökülen saçlarımın, yanaklarımda yuvarlanan gözyaşlarımın suçlusu kim?

Önemli değil, bu saatten sonra ne suçluya dert anlatacak, ne de oturup onun kendince mazeretlerini dinleyecek zaman kalmadı. Suçu ve suçluyu oldukları yerde, geçip gittiğim yerinde bıraktım.

Şimdilerde bir bahçe var üzerinde çıplak ayak gezdiğim, bir havuz var benim mi olsun, Japon balıklarının mı henüz bilemediğim. Çiçekler dikiyorum toprağa, çiçekler dikiyorum zihnime. Sırtımı yasladığım güzel bir ağacım olsun istiyorum ama daha seçmedim cinsini.

Yaşlanmanın kaçınılmazlığı elbette biliyordum, bilmediğim büyümenin güzelliğiydi. Bana şans dile Kasım, bana şans ol Kasım, hadi evimizi işaretleyelim.





27 Ekim 2024 Pazar

IXIR VETERİNER KLİNİĞİ FENERBAHÇE

 

İyi Pazarlar,

Bu hafta "her gün kötü bir olaya uyanıyoruz" diyen, ruhu yorulmuş, iyiliğe inancı azalmış ruhlara sesleniyorum. Bakın ben ne yaşadım.

Buraya gelip yazdıklarımı okuyanlar bilir, sokak hayvanları söz konusu olunca aklımın, paramın yettiğince işe yaramayı severim. Daha doğrusu yardım gereken bir yerden görmemiş gibi yaparak uzaklaşamam. Yaradılışıma ters. İşte İsis'le de yollarımız böyle kesişti. Fenerbahçe'deki son bayramım yaklaşırken marketin önünde onu gördüm. Tek gözlü siyah kedi. Ama o kadar zayıftı ki, bir yaşının altında olduğunu düşündüm. Hemen Ekin'e gidip ödünç bir kedi sepeti aldım ve Bostancı Veteriner Kliniği'ne koştuk. Ebru, kliniğin sahibesi veteriner hekimimiz sadece teşhisleriyle tedavileriyle değil, hastanın ve hasta sahibinin halinden anlayan tavrıyla da yıllardır gözbebeğimizdir. Sağolsun İsis için de elinden geleni yaptı ancak evde bakım gerektiren bir süreci vardı. neyse ki o an oturduğumuz ev büyükçe bir evdi ve İsis'e verecek odamız vardı. Tabii bu karar hiç kolay olmadı çünkü o bir sokak kedisiydi, ne mikrop ne hastalık taşıdığını bilemiyorduk ve evde canımın içi Thedora vardı. Yine de tamam dedim, steril olmaya dikkat ederim, İsis'i çaresiz bırakacak değilim.

İşte İsis'e hikayemiz böyle başladı. Bir aydan fazla misafirimizdi. Tekrar sokağa dönsün hiç istemedim. O noktada da Ela yardımıma koştu. İsis'e onların sitesinde yer açtı. Ve böylece İsis iki yıldır yine bir marketin ve sitenin kedisi olarak mutlu ve özgür hayatına döndü.

Taa ki ben iki hafta önce Ela'yı ziyarete gidene kadar. İsis oradaydı, ikimiz de zayıfladığını fark ettik. Veteriner ziyareti vakti gelmişti. Hemen Ebru'yu aradım ve koşa koşa gittik. İsis çok kötü kabız olmuştu... Veya berbat bir kist vardı bağırsağında... Ama önce iyi senaryoda kalıp prebiyotikle ve ağrı kesiciyle bakılacaktı neler olduğuna. denedik. Birkaç gün önerilen ilk tedaviyle devam ettik. Fakat iyi olmadı İsis ve o noktada röntgen ve ultrason ihtiyacı doğdu. Nerede nasıl çektiririz diye konuşurken aklıma Ixir geldi! Onlarda olabilirdi röntgen. Zaten İsis'i bırakmaya dönecektim Fenerbahçe'ye ve hemen sorabilirdim.

Uzun zamandır yolum düşmediği halde Theodora ile ilgili danıştığımda gösterilen nezaket ve içtenliğin aynısıyla karşılaştım. Kliniğin veteriner hekimi Görkem Bey "hemen getirin bakalım" dedi. İsis'i kaptığım gibi kapılarındaydım. Röntgene göre İsis midesine kadar tıka basa kaka doluydu.... Lağman yapılmalıydı ve bu pek keyifli iş değildi, ne ekibe ne de İsis'e. Ama yapıldı. Neredeyse bir saat boyunca İki veteriner hekim, bir yardımcı ve bendeniz de konuk olarak İsis'i seve okşaya o taş olmuş kakalar tek tek yumuşatılıp çıkartıldı. Kaç eldiven, kaç hasta bezi ziyandaydı klinik bilmiyorum. Bütün işlem boyunca ne yüzlerini ekşittiler, ne de yorgunluğa ve hırsa kapılıp İsis'i incittiler. Emeklerini, azimlerini ve insanlıklarını mutlulukla izledim. Tabii İsis'in ona yapılan yardımı anlayan ve metanetle duran hali ayrı güzeldi. 

Onca boktan işlem sonrası Görkem Bey kakayı da mikroskop altında inceledi. Görünen şuydu: İsis kaka yapamadıkça ve karın ağrısı çektikçe ot yemişti... Kabızlık ağrı onu iştahsız bırakmış, kakasını polenlerle doldurmuştu.

Klinikten binbir teşekkürle çıktık. İsis'i yerine bıraktım. Evime döndüm. Herşey yolundaydı ama sabaha kadar zor rüyalar gördüm. Ta ki gidip İsis'in iyi olduğunu gözlerimle görene kadar. Tavuk suyu çorba götürdüm ona. Ve somonlu zeytinyağlı püre mama. Ela'da beslemişti zaten. Sonunda ufacığımın yemek yiyecek kadar sağlığı vardı. Bu yaşananlar, Ela'nın ve Ebru'nun işbirliği, Ixır'de çalışan herkesin sevecen, sakin ve profesyonel tutumu beni yaşama dair neşeye, umuda boğdu. Hele de ertesi gün arayıp hal hatır sordular ya, of. İşte dedim kendime insanlar hala güzel.

Sabah sabah yazdım ki siz de bilin hala iyi niyetli işinde gücünde ve Merhametli birileri var. Büyüklerin Allah iyi insanlarla karşılaştırsın dediği tam olarak bu olsa gerek.

iyi Pazarlar, bolca merhametli insanlar dilerim.










25 Ekim 2024 Cuma

MEVSİMİN GÜZELLİĞİ SADECE BANA MI?

 

Delirmedim. Duyarsız, olan bitenden habersiz değilim. Aksine hiç olmadığım kadar uyanık, daha önce becerebildiğimden çok daha fazla andayım. Beni canlı kılanın sadece bu olduğunu, aksi durumun et parçasını oradan şuraya sürüklemek olduğunu gayet güzel anladım. Hem kendime, hem sevdiklerime olabildiğince güzel anlar yaratıyor, biri bana iyi bir teklifle geldiğinde hemen kabul ediyorum. Hediye mi veriliyor, teşekkür edip bayıla bayıla alıyorum. Eskiden olsa ne gerek vardı falan derdim. Niye ki? Degerliyim, seviliyorum ve birileri bana tatlılık yapıyor. Mis, al keyfini çıkart. Tıpkı senin birilerine verdiğin gibi, bırak sana da verilsin Elvan.

Ederimizin dışarıdan belirlendiği günler bitti. İnsanın şakşakçısı da, yerin dibine sokanı da içinde. Bu sebepledir ki, mevsim bana güzel. 

Görüşemediğimiz süre zarfında Sapanca'ya gittim, arada inanılmaz bir İstanbul turu yaptım ve sanat sepete bakındım azıcık. Çünkü tutunmak gerekiyordu. Tutunmak için de sağlam ipler.

Balkonumun güzel sarmaşığı renk değiştirmeye, an be an kızıllı turunculu renklerine dönmeye başladı. Ona bakmak yaşamı anlamlı kılıyor. Sarmaşık bir yandan, evin her yerine serpiştirdiğim battaniye ve şallar öteden, mutluyuz çok şükür. 

Diyorum ki sana da güzel olsun İstanbul veya her neredeysen orası. Çünkü bir başka sonbahar olmayabilir. Tadını çıkart.

15 Ekim 2024 Salı

THE LETTERS*

 

Günaydın,

Her gece sözler veriyorum kendime ertesi sabah tutulmak üzere fakat hiçbirini tutmuyorum. Ne limonlu su içiyorum, ne sabah esnemelerine rağbet ettiğim var, ne de sonbaharda çıkılacak uzun sabah yürüyüşleri gündemimde. Kendime verdiğim sözleri bile tutmaz, tutamazken hayattan sadakat ve işbirliği bekliyorum. Ben bana inancımı dibine kadar yitirmiş ve tazeleyemezken, bir andan diğerine durdurulamayan çürüyüşümün gerçeğinde yaşam bana su versin, göklerden süzülüp omuzuma konan kuşun tılsımlı dokunuşu bana beni hatırlatsın, kalbimi çiçeklendirsin istiyorum. İstiyor muyum? İstemek için bile yorgunum. 

Her sabah canlılığa tutunmaya gayret edip, güne kalp çakram için meditasyon yapacağım diyerek başlayıp ilk hüzünlü karede yokuş aşağıya yuvarlanıyorum. 

Şu dertop olmuş yokuş aşağı yuvarlanan kirpi ben miyim yoksa? 

Geçmişe ve geleceğe gönderilen yüzlerce mektubun yerine ulaşıp ulaşmadığını bırakıp, şimdi tam şu an yeni bir tane kaleme alıyorum. Dans ediyor, resim yapıyor ve doğanın bize bahşettiği renklerin önünde eğiliyorum. Gün başladığı gibi devam etmek zorunda değil, yaşam inceldiği yerden kopmak zorunda değil. Gün yaşamaya değer kılınabileceği gibi, hayat tam o inceldiği yerden sımsıkı düğümlenip yenilenebilir.

Hadi benimle beraber bir mektup yaz şimdiki zamanda ve kendine.









*mektuplar

14 Ekim 2024 Pazartesi

SEMBOLLERİ OKUMAK

 

Tarihi hikayeler arasında en sevdiklerimden biri Hazreti Mevlana'nın elinden kaptığı kitabı suya fırlatan Şems kıssası olabilir. Zamanda yolculuk yapıp o ana gidebilseydim, Mevlana ne hissetti anlayabilmek, devamındaki günlerde neler yaşadılar gözlerimle görmek isterdim. 

Kitaplara olan sevgim malumunuz. Nedendir, niçindir orası önemli değil. Belki biraz yalnız hisseden bir çocuktum, belki sadece okudukça değerli hissediyordum. Gerçekten nasıl başladığımı hatırlamıyorum. Nankörlük edecek de değilim, tüm okuduklarımdan anladığım, damıttığım, gündelik hayatımı güzel kılan, işimde gücümde beni ayrıcalıklı yapan şeyler oldu muhakkak fakat eksikti. Tüm o okumalar, karşılaştırmalar, makaleden makaleye zincirleme kaza misali dalıp gitmeler güzel, anlamlı ancak yetersizdi.

Harflerin büyüsüne o kadar kapılmıştım ki, yaşamdaki gerçek okumanın ne olduğunu anlayamadım. İnsanın bedenini okuması, insanın bir diğer insanı, ağacı, kuşu okuması.... Ben bunları çok çok sonra idrak ettim, ettim de ne oldu? Eski döngümden çıkabildim mi? Hayır. 

İnsan hakikati özler ama aynı insan hakikatten korkar. İnsanı ele geçirmiş ve iplerini sımsıkı tutan kaygı ve korku ortalıkta dolandıkça hakikat sahneye çıkamayacaktır. Bu yüzden hemen hemen her inisiyasyon zorlayıcıdır. Fizikeni ruhen ve zihnen iptal tuşuna bastığınızda yaparsınız kendinizden beklediğiniz sıçramayı. Yoksa benim gibi yaşam boyu sır perdelerinin önünde mızıldanırsınız.

Benim babam halıcıydı. Üçüncü kuşaktan gülyağı ve halı ticareti yapan köy kökenli bir adam. Fakat meraklı, iyi eğitimli biriydi. Dünya'daki acıyı ve kederi çocuk yaşta idrak etmiş, bu farkındalık yüzünden hem acı çekmiş, hem de zenginleşmiş bir insandı. Kendini oyalama, iyi kılma terbiyesi yüksek, yaşadığı topraklara ilgisi fazla ve seyahat etmeyi de bir o kadar seven biri.

Bu yüzden bizzat çizdiği halı motifleri onun imzasıydı. Sevdiği kültürlerden derlediği dizeleri yepyeni şiirlere dönüştüren anonim şairler gibiydi. Gibiymiş. Ona soramadım tabii senin amacın nedir diye ama bıraktıklarının bendeki yansımaları bunlar. 

Merak ve merhamet  bana babamdan gelen güzel huylar. Fakat onun kadar çalışken değilim ve hayat amacımı da onun gibi çabucak bulamadım. Belki de onun kabullerine varamadım.

Arkeoloji okumak ve yoga çalışmaları kesinlikle bana benzersiz bir perspektif kazandırdı. Dünya Kültür Tarihi'ni içindeki objeler ve toplumsal hareketler, hatta inançlar üzerinden düşünmeyi, öğrenmeyi ve konuşmayı çok seviyorum. Benim sorunum bilgimi sistemli bir şekilde aktarmakta atıl kalıyor olmam. Fakat beni davet eden, ılık ılık çağıran bir sembol var.... Ben hep o sembolün Ay olduğunu zannederdim oysa benim çıkış noktam Güneş. 

Mevsimin ışıkları yüzümü yalarken okumak için can attığım sembol güneş. Anlamak ve anlatmak istediğim, tarihte izini sürmek istediğim o. Benim en sevdiğim şey tarihin sayfaları arasında dolaşıp parçaları birleştirmek. Hazreti İdris'i değişik bir elbiseyle, bambaşka bir coğrafyada gördüğümde "hah işte buradasın!" diyebilmek.

Dilerim yaşam hem kendi sembollerimizi ve örüntülerimizi, hem de içinde misafir olduğumuz gezegenin sembollerini sezmemizi mümkün kılar. Çünkü herşey bir oyun ve oyuna katılmak için buradayız.


12 Ekim 2024 Cumartesi

UYANMAK DÜŞLERİ

 

O kadar sıtkım sıyrıldı ki İstanbul'dan o kadar olur. Kalabalık, gürültü ve kabalığın başkenti oldu kentlerin kraliçesi. Zaman zaman iyiye, güzele, sürmekte olan geleneklerine dikkatimi vermeyi başarsam da genel olarak gayet çaresiz ve yorulmuş hissediyorum. İşin aslı bu.


İstanbul'un göbeğinde kızartma kokusuyla yaşamaktan bezdim. Ve tek hayalim doğanın kokusuna uyandığım sabahlar. Denizin, otun, ağacın ve hatta tezeğin kokusuna. Verandaya veya bahçeme çıplak ayakla bastığım, kendimden önce etraftaki canları doyurduğum, güneşle uyandığım sabahlar çok yakın. Buna inanmak benim tek gerçeğim.

9 Ekim 2024 Çarşamba

TANESİ 16 TÜRK LİRASI OLAN MUTLULUK.

Son birkaç haftadır 2007 senesinden bu yana yazdığım yazılara bakmakla kalmıyor, taslak olarak bıraktığım, tam yazmışken yayınlamaktan vazgeçtiklerimi de kontrol ediyorum. Sayıları az değildi fakat hepsini temizlemeyi başardım. Ya yayınlanmalıydılar veya silinmeliydiler, bende öyle yaptım.

En çok dikkatimi çeken düştüğüm tekrarlar oldu. Tam uyanacakken uyuyakalmalar, tam yetişecekken gecikmeler, çok düşleyip eyleme geçiremeyişler... Hedefsizliğimi gördüm, amaçsızlığımı, gündelik olanın telaşını hakikatim sanıp zamanı yitirişimi açıkça anladım.  Derin bir arzum mu yoktu yoksa onu gerçekleştirecek inancım mı eksikti orasını bilemedim. Anlık saman alevi gibiydi sevinçlerim, öfkelerim. Hiçbirine, hiçkimseye sıkı sıkı tutunmamış ama zahmet edip bir adım da ileri gideyim dememiştim. Bir yanım yapış yapış geçmişti, öte yanım lastik gibi çekerek uzatılır sanarak ertelediğim geleceğim.

Okudum okudum, kimdim, neydim neden bu kadar çok yazmıştım hiç  anlam veremedim. Hep bi yorgun, hep haksızlığa uğramış ve pek bi naiftim. Aşırı sıkıldım kendimden. Kocam olsam boşardım, belki bu yüzden içimdeki kocamış kocayı ne yapsam onu da bilemedim. Geçmişi çuval çuval tepiştirip ne diye çöpe atamamıştım ki? 

Pazarda dolaşırken pazarı, acayip kaliteli çorapları uygun fiyata alınca birden bire kendimi gördüm. Etrafımdakiler için ucuza alınmış kaliteli çoraptım ben! Hoba!!  Beni on altı liraya almışlardı ve ederim bu sanmışlardı. Bende çıkıp yok yok aslına ipliğim şu, ederim bu dememiştim ne kendime, ne de onlara. Ara sıra bi bana yazık oldu hissi geliyordu ama dedim ya saman alevi gibiydi duygularım, bunu onlar da biliyordu. Ne öfkemden korktular ne de merhametime aynı merhametle cevap verdiler. 

Olsun. Ben biliyorum; bugün aldığım çorapların ederi on altı lira değil, benim ederim de bana biçtikleri fiyat değil. Anladım.

7 Ekim 2024 Pazartesi

TERK - İ DİYAR MANASTIRI

İstanbul'a indiğimden beri yersiz yurtsuz, evsiz barksız hayatıma devam ediyorum... Diş fırçam teyzemde, terliklerim köyde, eşyalarımın bir kısmı Külkedisi'nin malikanesinde... Kimbilir aklımın bende olmayan yarısı nerede? İçimde garip bir boşluk ve o boşluğa inat tanımsız bir enerjiyle sakin sakin nefes alıyorum. Kah meditasyon sınıfında tepinip yeni kestirdiğim saçlarımın tadını çıkartıyorum, kah değişen mevsimin ağır ağır içime işleyen hüznüne ayak diriyorum.

Üç gündür "geldim" diye bağırıyor Sonbahar! C.tesi gecesi A.Er'in güzel kaktüslerini seyrederken yüzümü yalayıp geçtiğinde görmezden geldim ama dün akşam Muse için hazırladığım iftar sofrasında hırka giymek zorunda kalınca teslim oldum mevsime. Ve bugün P.Özer'le Heybeliada'yı tavaf ederken iyice kabullendim; Sonbahar geldi! Yaz bitti. Yarın bir Eylül... Düşünmeden giriyorum mevsime. Annemin aldığı yeşil kazağım dışında hiç bir hazırlığım yok. Babamın en sevdiği renk olduğunu söyledi. Koyu zümrüt yeşili...

Külkedisi "sana bir haller oldu" diyor. Olmuştur inşallah. Zuhal albüm yapmış ya Zuhal'in Halleri diye, ben de yapacağım bir öykü kitabı Elvan'ın Halleri diye. Satar mı bilmem, aslında umurumda mı? Değil.

P. Özer bugün adayı tavaf ederken hayatındaki bir kadının, kocasını boşadıktan sonra inanılmaz bir yaratıcı enerjiyle deliler gibi ürettiğini anlattı. Hatta o kadınla bu yönlerinin benzeştiğini söyledi. İster istemez düşündüm, ben boşandığımda ne olmuştu? Hiç! Ertesi gün yine güneş doğdu. Sonra gece oldu. Kilo almadım, kilo vermedim. Ağlamadım, gülmedim. Boşanmak canıma okumadı benim. Bana dünyaları bağışlamamıştı ki kocam. Ya da aşkımdan ölüp bittiğini de söylememişti. Gelmişti ve gitmişti. Kendimi ne terk etmiş, ne de terk edilmiş hissetmedim. Çünkü aslında evlenmiş bile hissetmemiştim. Sanki her şey kostümlü provaydı! Sertap'ın yıllar önce bir şarkısında dediği gibi "... çünkü ortalama bir aşktık, .... şiddeti vasatın altında, zora gelince kaçtık...."

Bugün, adanın arkasındaki Terk-i Diyar okunu takip ederek ulaştığımız minicik ahşap manastırda terasa dizilmiş kadife koltuklara bakarken - gerçekten göze garip geliyordu 1980'li yıllardan kalma kadife koltukları açık havada görmek - ve içeri girip mum yaktığımda ilk kez hiç kıvırmadan, açıkca, ismiyle dileğimi diledim! Terk - i Diyar Manastırı'nda kaypaklığımı, kendime söylediğim yalanları ve daha pek çok olumsuz özelliğimi sembolik olarak terk ettim; kimbilir kaçıncı kez! Sanki P. Özer, beni sırf bunun için götürdü adaya. Sanki Dubai Prensi sırf bu yüzden adı Heart olan bir parfüm getirdi bana... Ve sanki sırf bu yüzden hiç tanımadığım bir adam kalp çakramı açtı.

Mehmetus, söylesene Marduk ne zaman gelecek? O gelince ne olacak? Sirius'da yaşayanlar çilli mi? Tanrıların Arabaları'nı okumuş muydun sen?

31.08.2009

OUT OF ORDER

Yandaki fotoğrafta görülen biricik, eşsiz ve de benzersiz Semra Ablamız geçtiğimiz iki aydır hizmet dışı! Bizi yıllardır pişirdiği muhteşem keklerle besleyen, her yeni yılda ve doğumgünlerimizde akıl almaz zarif hediyeleriyle şımartan bu olağanüstü insan son zamanlarda sevimsiz bir hastalıkla selamlaştı. Bunu neden mi yazıyorum, çünkü herkes ders alsın istiyorum! Herkesi hayata bağlanma hırsı sarsın, herkes dakika dakika aldığı her nefesin farkına varsın istiyorum!








6 Ekim 2024 Pazar

MORE THAN WORDS...

Prusya Kralı ve Çakal Carlos, Kalamış koyunda aşk tazelediler! Fotoğrafın şahane olmadığının farkındayım ama o an gerçekten çok özeldi. Hastalıktan halsiz düşmüş Leyla'yı memnun etmek için koskoca adamın ne hallere girdiğini görmeliydiniz. Her defasında artık çok geç diyerek çoluk çocuk mevzusundan vazgeçen ben bile acaba dedim.

Bebekli ve masallı yazılara hazır olun. Bugün Mici'yi korkutmamak için fotoğraflarını çekmedim ama yakında dayanamayıp çekerim gibi geliyor. Çünkü Mici'de de epeyce numara var:)) Sadece şu kadarını bilin şimdilik; henüz iki yaşında bile olmayan Mici, muhteşem kitap okuyor, rakamları tanıyor, şarkı söylüyor ve düz duvara tırmanıyor. Kim bana onu merak etmediğini söyleyebilir?

08.06.2009

BURHAN'LA YOGA

Burhan, yogaya başladı. Artık ilişkimizde yeni bir paylaşım daha var. Üniversite hayatımdan bana kalan en kıymetli dostum Burhan Bey'cim, artık yoga sınıfında da benimle!

Onaltı yıl önce arazide İlk Tunç Çağı kazarken başlayan arkadaşlığımız, içimizdeki kazılarla devam ediyor. Yoganın iyileştirici gücünü etrafımdaki insanlara anlata anlata bitiremedim mi yoksa yeterince anlatamadım mı veya bana bakıp "bunda bi değişiklik yok " diyerek mi ikna olmadılar belli değil. Sahi nasıl bir değişiklikti beklenen o da belirsiz.

02.07.2010

5 Ekim 2024 Cumartesi

YEDİ DENİZİN DİBİNİ ARAYAN KIZ











Bir varmış, bir yokmuş, uzak ülkenin birinde mutluluğun yedi denizin dibinde saklı olduğunu anlatan masallarla büyütülmüş, en sevdiği meyva mandalina olan Elis yaşarmış.
 
Bu küçük kız, gündüz vakti bütün diğer çocuklar gibi okula gider, kalan zamanında  da bahçede oynar, resim çizer, kimi zaman hikayeler okuyarak hayaller kurarmış. Ama ne zaman akşam olup hava kararsa aklına hep yedi denizin dibindeki mutluluk gelirmiş.
 
Neredeymiş bu yedi deniz? Acaba mutluluk çok mu derindeymiş? Bazen uzun uzun nefesini tutar, yedi denize gittiğinde nasıl dalıp, mutluluğu çıkartacağına dair hayali dalışlar yaparmış.
 
Bazı geceler bu sorular uykusunu kaçırır, hatta rüyalarına girer, uzaklardan gelen deniz kokusu odasını doldurmuş. Böyle gecelerde Elis, dudaklarında tuzlu bir tat hissederek uyanırmış. Tekrar uykuya dalmakta zorlandığından, limandaki süngercinin ona hediye ettiği tritonu kulağına dayayıp, denizin şarkısını dinleyerek uykuya dönermiş.
 
Çok arkadaşı varmış. Ve bir erkek kardeşi. Bazen onlara sorarmış acaba yedi denizin nerede olduğunu duymuşlar mı diye ama ne yazık ki hiç kimse nerede olduğunu bilmiyormuş...
Annesinin yedi deniz masallarını erkek kardeşine anlatmamış olması çok  ilginçmiş...
 
Yaz gelip okullar tatil olunca ailece güzel bir sahil kasabasına gitmeye karar vermişler.  Gittikleri yer evlerinden epeyce uzakmış. Kaldıkları otelin önünde ucu bucağı kestirilemeyen masmavi bir deniz uzanıyormuş.
 
Elis, acaba yedi deniz burası olabilir mi diye düşünmüş..
 
O ilk gece herkes yatağına çekildiğinde, odayı tıpkı rüyalarındaki gibi deniz kokusu doldurmuş. Üstelik dudaklarında da gerçek tuz tadı varmış!
Elis, yedi denize çok yaklaştığını hissederek mutlu, huzurlu bir uykuya dalmış. Rüyası çok ilginçmiş; denizin dibine rahatlıkla dalabildiğini, balıklarla konuşabildiğini ve hatta yengeçlerin sırtında oturup gezintiye çıktığını görmüş!

Tatil çok eğlenceliymiş. Ve eğlence her sabah kardeşiyle birlikte tavukların yumurtlamasını bekleyip, yumurtaları mutfağa götürerek başlıyormuş. Sonra fırından henüz çıkmış ekmekleri bezlere sararak masaya taşıyor ve anne ve babalarının uyanmasını bekliyorlarmış.

Gün boyu kumdan kaleler yapıp, balık tutuyor ve bol bol yüzüyorlarmış.

En sevdikleri şey ise gün batımını izlerken anne ve babalarının birlikte anlattıkları masallarmış... fakat bir şey Elis'in dikkatini çekmiş, annesi hiç yedi denizin dibindeki mutluluktan bahsetmiyormuş. Oysa Elis'in en sevdiği kahramanlar bu masalda saklanıyormuş.....

27.08.2016... YARIM KALAN



 









YOGA HUZUR VAADİYLE GELMEZ HAYATINA

 
 
 
İnsanlar dış görünüşleriyle o kadar meşguller ki, mutsuzluğun asıl sebebinin görünmez yerlerinde olduğunu sezemiyorlar. Sezemiyoruz... Daha parlak ve gür saçlar, daha ince bir bel veya karın kasları mutluluk getiriyor olsaydı ve ikinci yanılgı olarak mutluluk kalıcı ve elde tutulup lazım oldukça tüketilebilen bir şey olabilseydi, zaten şu an başka bir konuda yazıyor olurdum!
 
Madde dünyası gerekliliktir, eksikliği ve fazlalığı sıkıntıya sokar. Ancak eksik ve fazla da baktığınız yere göre değişkendir. Bir insan maddenin kaygısına düşmüş ise asıl sorun içerideki eksikliktir. Hangi temel ihtiyacı karşılanmıyordur ki, bunun maddi bir destekle giderilebileceği yanılgısına düşmüştür?
 
Doğru sorular sorulmadığı sürece samimi cevap gelmeyecektir.
 
İnsanlık madde ve mana dünyası olarak önce ikiye ve sonra binlerce parçaya bölünürken, tam şu anda bir ve bütün olmak belki de çağlar boyunca olmadığı kadar önem kazandı. ve belki de hiç olmadığı kadar zor... Çünkü dışarıdaki gürültü iç sesimizi duymayı engelliyor...
 
Bedenin dengesi sağlandığında, bunun iç huzura yardımcı olacağını inkar ediyor değilim, söylemeye çalıştığım tüm beklentiyi kabuğa yönelterek varılacak bir sahil olmadığıdır.
 
 
 
Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz pozu gerçekleştirdiğinizde daha mutlu olmayacaksınız. Sadece bunu yapabilmiş olmak, iç aleminizde de bazı adımları atabilmeniz için sizi cesaretlendirecek. Tabii ego ile dengeli bir anlaşmaya varabilirseniz...
 
Yoganın her derde deva bir iksir gibi pazarlanmasından ve özellikle güzellikle ilgili bir akit gibi pompalamasından sıkıldım. Düzenli asana uygulamalarının bedeni dinçleştirdiği, beden saatini yavaşlattığı ve cilde, saçlara parlaklık kazandırdığı doğrudur. Ancak bütün umutları buna bağlamak alfabeyi öğrenirken şiir yazma hayaline kapılmaya benzer.
 
Emek harcamaktan kaçmamak, eğilmekten korkmamak ve olanı olduğu gibi kabul etmek zor... Zaten yoganın huzurlu bir yolculuk olduğunu kim söyledi ki?
 
 
 
 
 

KALP MASALLARI

 
 
 
 
 
 
Pek çok yazar var sevdiceğim. Fakat bugün bir arkadaşımın bloğunda Murathan Mungan cümleleri görünce, içimden "açık ara, fazlasıyla favorim olanlar var yahu" dedim.
Sabahattin Ali, Murathan Mungan, Jeanette Winterson! Bu insanlar doğruca kalbi hedefleyerek, kalpten kalbe kelimeleri sıralayabilen yazanlar. Ve tabii son dakika keşfim Birhan Keskin... Oku oku, sonra okur yazar olduğuna lanet et!
 
Bence, okuru zerre kadar sallamayan- belki de sadece ona anlatan, ah keşke duysa diyen-, kaç satar endişesiyle sıkıştıran editöre aldırmayan, gönlünce, yüreğini ortaya koyarak yazanlar zamansız, cinsiyetsiz, korkusuz ve tutkulular. İmrendirici. Hem de çok.
 
Ölmeden evvel bir tane de ben yazabilsem keşke... Saklamadan, saklanmadan, lafı dolandırmadan, cesurca..
 
Tam şuramdan...

ÖLÜM, TERK EDİLMEK & KUYULAR

 
Herkesin kendince kocaman kocaman yükleri var; bırakabildiği, bırakamadığı, farkına varmadan beslediği, beslendiği, unuttum sandığı.. Benim de var. Her ayrılıkla, her cenazeyle tetiklenen derin bir terkedilme korkum var. Zamansız gidenlere karşı dinmeyen bir serzenişim var; gitmelerini için için istemiş, hatta dilemiş olsam bile...
 
Farkındalığım her daim işe yaramıyor. Gafil avlandığım, kendimi kuyunun başında değil de, çoğu kez dibinde bulduğum öyle fazla an var ki..
 
Beni hayatta tutan, o en dipte tek başıma otururken güçlü kılan şey ay ışığı ve ejderham. Eğer o ikisi olmasaydı, bütün bunların etimi kavurduğu anlarda her şeyin bir yanılsama olduğuna dair ayamazdım, içim serinlemeseydi yaşayamazdım. Birgün, tıpkı masallardan fırlamış bir ejderha gibi, kendi hikayemde sakince süzülebileceğime inanmasaydım devam edemezdim..
 
Benim mucizem "aramak" oldu; içimde kendimi, dışarıda seni aramak.
 
Bir yılın daha sonuna geldiğimde kuyulara düşmeyeceğimi söyleyemem. Büyüdüm diyemem. Elbette düşebilirim, insanım. Ama ay ışığı benimle olacak, ejderhalara inanmaya devam edecek ve nasıl olsa çıkacağımı bilmenin sükunetiyle içinden geçtiğim, içimden geçen zamanın boynuna dolayacağım kollarımı.
 
Kitaplar okuyacağım dipte, müzik dileyecek, uzun sahil yürüyüşleri yapacağım. Korku geldiğinde derin derin nefes alıp, tıpkı öğrencilerime yaptırdığım gibi kollarımı iki yana açıp, kendimi kucaklayacağım. "Aferim kızıma, bak nasıl da... " diyeceğim.
 
Öleceğim, terk edileceğim, tekrar öleceğim ve tekrar tekrar dirileceğim. Ölümün de doğum kadar yalan olduğunu, her kahkahanın içinde, o anı özleyeceğim ve belki de ardından gözyaşı dökeceğim saniyelerin gizlendiğini bileceğim. Bu da benim döngüm belki?

dil

 

Senin bilmediğin bir dilde konuştuğumu, hatta o dilde duyabildiğimi, yazabildiğimi söyleseydim. İç sesimle, sabahtan akşama kadar o senin bilmediğin dilde şarkılar söylediğimi anlatsaydım, acaba ne hissederdin?
Biz farklıyız. İçinde güvende hissettiğimiz evler, yanında maskelerimizi çıkarttığımız insanlar ve en önemlisi gelecekten beklentilerimiz çok farklı. Mesela benim bir beklentim yok. Gelip gelmeyeceğini bilmediğim geleceği kendi haline bıraktığımdan beri an daha da anlamlandı. Geçmiş dersen, benim ondan kaçışım yok. Her ziyaretinde bir fincan kahve ikram ediyorum, fakat artık yatıya kalmasına izin vermiyorum.
Senin bilmediğin, öğrenmek için zaman ayırmayacağım bir dilde yaşıyorum. Aynı kitapları okuduğumuz doğrudur. Aynı duyguları paylaştığımız ise külliyen yanılgı.

İNSAN ÇEKİNGEN, İNSAN KIRILGAN..

 
 
İstanbul'da şehrin orta yerinde huzur evleri, çocuk bakım evleri var biliyor musunuz? Tüm ihtiyaç sahiplerini Ankara'nın doğusuna yığmamışlar... Hiç ummadığınız bir sokakta pat diye karşınıza çıkan huzur evi olmadı mı hiç? Gerçi bizim yaşlı bakım evlerimiz tecrit noktaları gibi... Görememiş olmak da normal... Küçücük bir tabela dışında aslında yok gibiler... Bahçe yok, sokaktan geçip gitmekte olanı bir göz teması süresince görme şansı yok... Ölmeden gömüyoruz yaşlanmış insanları... Yaşatmadan öldürdüğümüz çocuklar gibi...
 
Kimse kendini ayırmasın bence, bunlar toplumun ortak ayıpları. Birlikte yarattığımız görmezden gelmeler..
 
A

NEDEN?


 
Bahar insanın ritmini bozuyor. Kararlarını, içinde akıp gitmekte olduğu rutini sorgulatıyor. İyi ki de öyle, yoksa ne anlamı olurdu aldığımız nefesin? Attığımız adımların?
 
Az evvel eski erkek arkadaşlarımdan birini gördüm. Sahilde yürüyordu. Baktım. Baktım. Bir şey ifade etmedi. Kaldı ki kısa süren ilişkimiz boyunca da bana pek birşey ifade etmemişti! Bunu öfkeyle değil, kırgınlıkla hiç değil, içtenlikle, samimiyetle söylüyorum. Bir tek insan dışında hiçbirinin anlamı yoktu aslında. Hayatın farklı dönemlerinde bu adamlarla birlikteyken, ilişki anlamlı olsun diye çok çırpındım. İçimde ve dışarıda o kadar çaba sarf ettim ki, çoğu zaman  yorgunluktan tükenip dengemi kaybettim!
 
Şimdi şimdi menopozuma yaklaşırken bunu neden yaptığımı çok daha iyi anlıyorum. Aslında bir ilişki istememişim! Ne garip değil mi? E be kadın istediğin bu değilse neden kendine ve o insanlara dar ettin dünyayı? Neden evlenecek kadar ileri gittin derler adama di mi?
 
Cevap basit. Hatta rüyalarda gizli. Daha yeni yeni anlamını  okuyabildiğim iki rüyam var ki, bana hayat kitabının en kıymetli bilgisini gizlice vermişler aslında. Zira orası saf ve müdahalesiz bilinçaltı...
 
Eş istemedim. Hiçbir zaman bir eş hayal etmedim. Çünkü asla ölümsüz aşka inanmadım. Varsa bile öyle bir duygunun bana uygun olmadığını düşündüm. Herkes terk ederdi sonunda; ya beni, ya kendini... Pek çok hikayede de biri çok sevmiş diğeri de onun kendine olan aşkını sevmişti en fazla! Ya da şirket ortaklığı gibi yaşıyorlardı; iş hormonlarla başlıyor, akit yapılıyor, iki de çocuk ve hayat bu diyerek düşe kalka gidiliyordu...
 
Ben hayalimdeki yol arkadaşımı karşı cinste bulacağıma hiç inanmadım. İnançsızlığım ve karşıma çıkan adamların bunu perçinleyen halleri hep daha da hırçınlaşmama neden oldu. Ben deniyordum ama olmuyordu işte! Masumdum. Ben zaten hep masumdum!
 
Asla bir adamla el ele dünyayı gezdiğimi düşlemedim. Kendimi gelinlikle veya romantik atmosferlerde de hayal etmedim.
Evet bir adam vardı, ama bu birlikte yazıp çizdiğim, okuduğum, sohbet ettiğim biriydi ve zaman zaman yüzü değişti... Kah babama benzedi, kah dostum Burhan'a. Bazen Victor oldu, bazen Selim Hoca... Aslında ailemdi bu adam, eşim değil...
Benim asıl istediğim, yani dünyayı birlikte keşfetmek istediğim kişi küçük bir kız çocuğuydu. Hayatımın büyük bir kısmını o yüzünü, saçını, kokusunu bilmediğim kız çocuğunu özleyerek geçirdim.
 
Birlikte bavul hazırlayacaktık. Ben onun gözleriyle bir kez daha hayretle ve heyecanla bakacaktım dünyaya. Yeni diller öğrenecek, birbirimizin macerasında soluklanacaktık. Onun kokusu dünyanın en eşsiz kokusu olacaktı... Neyse.
 
27.04.2017
Bir sevgili, bir tek eski sevgili nasıl düşündürür sabah sabah insanı....

HAMAM




Eski ama sen kadar eski bir yaranın dağlanması misali yanmışsa kalp, kavrulmuşsa acıdan, uzan şu ortadaki taşa yüzü koyun. Bırak  derinlerinden gelen ateş içini soğutsun.
Bütün dünya acını bilsin, bilsin ama yarana değmesin istiyorsan, üstelik bunu söylediğinde anlaşılacağına dair inancın kalmamışsa,  bırak gözyaşların sıcak sulara karışsın. Uluorta ağlamanın, içine içine haykırmanın tam yeridir burası.
 
Bırak.
 
Derini, derinin altına sakladığın tüm anılarını alsın şu tanımadığın eller.  Bir çocuk kadar utanmasız sere serpe, bir ölü kadar hissizsin bu parmakların altında.
 
Bırak.
 
Sırtüstü yat. Bak, şu kubbedeki delikler gibi için; delik deşik. Işık huzmelerine aldanıp dalma oraya, hayatı temize çeken bir kalıp sabuna teslim ol. Hayat köpük köpük... İzin ver aksın.
 
Hala hayattayken ağlaya ağlaya yıkan erken ölümüne.

06.04.2017
 
 

BAŞLANGIÇTA SÖZ VARDI...*

 
Annem söyler, dokuz aylıkken konuşmaya başlamışım. Hani konuşmak dediysem simültane tercüme yapacak akıcılıkta değil tabii ama konuşmuşum işte. Fazla sakin, yiyip içip uyuyan bir bebekmişim. Öyle gürültü patırtı yapan cinsten değil de daha ziyade karnı doyup uyku saati gelince başına bırakılan radyo ile uyuyan, oyuncakları önüne konunca "a neden kimse yok" demeden oyalanan bir çocuk. Çok konuşkan mıymışım? Pek sayılmaz. Resim yapmayı sevdiğimi hatırlıyorum. Durmadan herkese ve her konuda resimler yapıp hediye ettiğimi... Okumaya merak sarınca da resim meselesinin yavaş yavaş ilgi alanımdan çıkışını...
 
Okuma yazma işleri gündeme yerleşince kısa zamanda sözcüklerim kelimelere dönüştü. Yıllardır ister yazılı, isterse sözlü olsun her birinin hele ki bazılarının önünü, ardını, kökünü, ekini didik didik etmişliğim vardır. Ne geçti elime? Hiç bilemedim... Bilemediğim gibi önünü de alamadım..
 
Eşelenmek bir yaradılış meselesi, ben kendimi bildim bileli eşelerim; kelimeleri, davranışları, toprağı, tarihi, kitapları, gelmişi, geçmişi... Bir tür iç huzursuzluk belki. Doktora sormak lazım!
 
Tılsımlı hikayeleri, sembollerin dilini çok beğenmem yengeçliğimden midir acaba? Hani şu burç tanımlarında hedefe yan yan giden hayvancık! Kim bilir... Bir hedefim var mı ondan bile emin değilim. Yani mutlaka vardır, her birimizin şu alemdeki rolü bellidir de, ben henüz bana biçilen elbiseyi giymiş değilim. Hala ayaklarımı kime ait olduğu belirsiz bir cam pabuca sokuşturmaya çalışıyorum. Zaten tüm bu mızıldanmalar, bulup bulup yitirdim sanıp, feryat etmeler hep bundan değil mi? Hep yolda olmanın acısı... Hep eve dönmek istemek, fakat yolu uzatmak... Rehberi dışarıda aramakla geçen hayat!
 
*Yuhanna 1:1


09.03.2018
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

RAHAT OL TATLIM:))

 
 
Theodora çamaşır sepetinde uyuyor. Kenarları sivri, hasır bir Sepet. derin. İçine girip çıkarken karnı yaralanabilir diye öyle korkuyorum... O da benim tüm endişelerime inat melek gibi uyuyor...
Kimin nerede rahat edeceği nasıl bir muamma... benim içim pır pır iken onun mışıl mışıl uyuması ne garip bir hal?
Hayat!
 
Ben nefes almayı unuturken gelen mesajlar, Prusya Kralı'nın bir okyanusun kıyısında içini genişlettiğini bilmek, bunu ummak ve onunla sevinmek.
 
Ne çok endişem ve mutluluğum var, ne çok duygu yansıması, ne çok his kırılması... Beş hayatlık duygulanmak.

07.06.2018

ÇOCUK YOGASI


Biliyorum ilk serzenişim değil, ama yine gün içindeki alçalıp yükselmelerin ruh halim üzerinde yarattığı ritim bozukluğuyla başım dertte... Ne zaman endişe atakları ve kaygı krizleri artsa, ardından aşırı hassaslaşma ve korkuya kapılma halleri geliyor...
Bugün de harika bir ders, keyifli bir kahve, eğlenceli bir alışveriş ve ardından yine sokakta yürümesini bilmeyen insanlar arasında dengemi korumakta zorlandım...
 
Oysa neden her şey bu kadar derinde olmalı gerçekten anlamıyorum. Koy ver gitsin di mi? Dün gece ne güzel söylemiştim: "arada bir koy vermezsen, zihnin derinliklerinde boy verirsin*" diye!
 
Biraz dersi anlatmak istiyorum.
Uzun zamandır "hiç" hakkında düşünmemiştim. Başucu kitabımı da yatağa almaz olmuştum. Bu şekilde maneviyatımı yaban ellere bırakınca, olanlar oldu... Yoruldum. Sonra o önünde volta attığım kapıya geldim yine. Yeniden ve ilk kez yaşıyormuş gibi mızıldanarak "bir ve bütün", aynı zamanda "hiç" olma hallerini düşündüm... Kocaman evrende ben ne kadar yer kaplıyordum? Ne kadar bir süreyle burada olacaktım? Zamanı gelip gittiğimde nereye gidecektim? Benden ne kalacaktı? Kalmasa ne olurdu? Kim s. deliyi bir pazarında!
 
Anlayamadığım, durup durup tosladığım duvardan geçmenin bir tek yolu kalmıştı: çocuklara anlatmak!
Bende öyle yaptım; bu kapı sonsuza kadar açılmayabilirdi ama ben duvardan geçebilirdim!
 
Dersin konusu mikroplardı. Mikroplar sadece bakteri ve virüsler değil, zaman zaman moralimizi bozan kelimeler, küçük kavgalar ve canımızı sıkan olaylar da olabilirdi. Buraya kadar anlaştık. Hiç birimiz sümük, karın ağrısı, kusma ve moral bozukluğu sevmiyorduk.
Peki ilaç içecek kadar hastalanmamak için acaba yoga oyunlarının bu konuda bir önerisi var mıydı?
Elbette vardı!
Hatta birden fazla tavsiye sabırsızca sırasını bekliyordu.
 
Öncelikle bedenimizin radyosundan ( timüs radyosu: kendisi köprücük kemiklerinin birleştiği noktanın bir zıplama kadar altındadır ) düzenli yayın yaparak bize doğru yaklaşmakta olan mikropları geri püskürtebilirdik!
Sonrasında da "Bedeni Canlandır Dansı" ve "Mikrop Kovalama Koşusu" yapılabilirdi!
 
Hepsini yaptık. En küçük öğrencimden, en olgununa kadar her biri oyuna neşeyle katıldılar. Çok da zevk aldık. Açıkçası onlara anlattığım her şey bütün kalbimle inandıklarımdı. Birlikte tekrar etmek, hatırlamak bana o kadar iyi geldi ki...
 
Sonuçta bütün olası olumsuzlukları ardımızda bırakabildiysek, biraz da bütün hakkında düşünebilirdik. Denge, dikkat ve uyum konuşacaksak da  uzaydaki dengelerden, uyumdan bahsedebilirdik.
 
Dünya güneşin etrafında dönüyordu. Ve tabii kendi etrafında. Ay da aynı şekilde hem  kendi çevresinde , hem de güneşin çevresinde dönmekteydi. Bu dönmeler tıpkı bir dans gibiydi. Yıldızlar da gezegenlerin etrafında harika bir ışık şöleni yaratıyorlardı.
Peki her çocuğa bir yıldız istesek acaba yeterli miktarda var mıydı?
 
Peki eğer varsa o zaman karanlıktan korkmaya gerek kalır mıydı?
 
Elbette hayır!
 
O halde dinlenmede yıldızlardan yapılmış bir salıncakta olduğumuzu hayal edelim. Kocaman uzay milyarlarca yıldızla aydınlatılıyo  ve her gezegenin dönerKen çıkarttığı ilginç sesleri dinliyoruz.
 
 

GÜNDÖNÜMÜ FIRTINASI







Benim kişisel döngüm, fırtına takviminin gündönümüyle canlanan, hayaletlerin hortladığı, mevsimini şaşıran yağmurların sel olduğu zamanları çok sever. Yirmi yılda bir çatımı uçuran aşıklar, senede bir kez ayağımın altındaki toprağı çeken dostlar ve yaz sıcağında omuzlarıma kalın şallar örten sevenlerim hep bu mevsimde gelirler.
Neden?

Bilmiyorum.

Kimi çok acıkmıştır, bazısı aşırı yorgundur. Öylece girerler evime; ayakkabılarını çıkartmadan ve daha hoşgeldiniz bile diyemeden buldukları battaniyenin altına sokulup, uzun uzun uyurlar. Kalın bir pamuklu örtü gibidir Kızıl Erik Fırtınası. Tatlı, uzun öğleden sonra uykuları üfler insanların göz kapaklarına. Tam bu zamanda yaprakları sararır, kızıldan tatlı bir kahverengine döner manolya ağaçlarının. Bir yandan dokunmaya kıyamadığım çiçeklere, öte yandan o güzelim çiçekle aynı dalda bir tek gün bile kalamadan ağacı bırakan kalın, kızıl yapraklara bakarım...

Bütün bu cümbüşün ortasında, Bevahir Rüzgarı biterken gelir benim doğum günüm. İnsan bir çocuğu neden rüzgarların sonunda doğurur? Belki de bu yüzden yaz kış üşürüm. En ufak bir esintisi hastalanmama neden olur. Kim demiş yaz çocukları sıcak sever diye? Hiç sevmem.

Yine de elimden gelse tüm doğumgünlerimi denizde kutlardım... Geriye dönüp baktığımda en sevdiklerim onlar... Fotoğraf Yunanistan'da geçen en şahane kutlamadan.... 42 Yaş. Sevdiklerim yanımda, denizin ortasında, işsiz güçsüz ve hafif hissediyorum.