"...Bende derin, sızılı bir izi kalan belki de ilk sevdam o geyiğedir. Demek sevda o denli bağlamış ki gözlerimi, canlısıyla, ölüsünü ayırt edememişim. Zaten sevda dedikleri böylesine bir körlük olmasaydı eğer, doğruluğu nerede kalırdı onun?"
Paranın Cinleri...
Murathan Mungan aldım elime. Şairin Romanı'ndan sonra geri sardırarak okuduğum, dilini, duygusuna hakimiyetini, derinliğini, yarasını yalamanın suyunu çıkartmayışını sevdiğim Murathan Mungan. Ne çok duygu var anlattıklarında ve ne çok kendisi... Bütün bu kelimeleri nasıl olup da ard arda dizebildiğine şaşırıyorum. İstanbul gibi gürültüsü bol bir şehirde iç sesini, öykülerinin fısıltısını nasıl duyabildiğini öyle merak ediyorum ki.. Geçici yol arkadaşlarından kalan onca yaradan nasıl olup da sağ kurtulabildiğini bilmek istiyorum.
Paranın Cinleri'ni özlemişim. Onun Mardin'den çıkan ve kendi anlatımıyla orada başlayan, orada süren ve orada biten hayatını dinlemeyi özlemişim. İçsel yolculuklarını bir kenti anlatır gibi iklimiyle, topoğrafyasıyla tanımlamasını özlemişim.
"Orada doğdum, orada büyüdüm, orada öldüm" diyor ya ata toprağı için. Haklı. Çünkü hayat aslında tek bir yuvada tamamlanan binlerce doğmak ve tekrar tekrar ölmekten ibaret. Kimsenin bir kenti ardında bırakabildiği falan da yok. Hiç kimsenin çocukluğun saf ve ılık sularından derin ve soğuk okyanuslara atlamak isteği de yok aslında. Her birimiz seyahatlerden, büyük denizlerden bahsediyoruz bahsetmesine ama çoğumuz sadece konuşuyoruz. O bavullar asla toplanmıyor, ilk yuvamızın kapısını açıp dışarı çıkacak cesaret asla yüreğimizde çoğalmıyor.
Murathan Mungan okurken, Jeanette Winterson okuduğumda hissettiğimi hissediyorum; gözlerimden içeri giren kelimeler doğruca kalbime iniyor ve orada tüm kapılar tıpkı bir kelebeğin kanat çırpışı gibi, efil efil bir rüzgarla açılıp açılıp kapanmaya, bildiğim tüm pencerelerin perdeleri uçuşmaya başlıyor. Rüzgar, yüreğimde başka kelimeleri tutuşturup, onlarda yankı bulup, kollarımdaki damarlar boyunca süzüle süzüle parmak uçlarıma ulaşıyor. Klavyedeki eller her ne kadar benimse de, kelimelerime ruh üfleyen kalbime sokulan yazarın kendisi, onun ruhumu güçlendiren sahiciliği oluyor. Buna yazmak mı denir? Bence daha çok esrime, sayıklama, kabından taşma hali olabilir.
Bu hafta çok zordu. Kapıma gelen hatalar, durmadan tekrarladığım yanlışlar beni çok yordu. Artık eskiye dair "hiç kimseye", hiçbir duygu ve düşünceye aralık kapım yok! Yepyeni kelimeleri olmayan ve kendini tekrarlayan bir eskiyi kendi haline bırakmaya o kadar hazırım ki, o kadar başka çarem yok ki. Bu kadar olur.
Bir yazı nesnesi değil yaşanmışlıklarım ama yazdığımda, onları gördüğümde huzur bulduklarını hissediyorum. Biliyorum, ben anlatmasam da bilecek insanlar mandalinanın cıvıl cıvıl turuncusunu, denizin mavisini, bir kedinin yumuşacık tüylerini, sevmeye cesareti olmayana harcanan hayatın öfkesini... Eski bir davanın durup durup hortlayan ve duvarları geçerek huzur kaçıran gölgesini.
Bilinsin diye mi yazıyorum? Sanmam, cinler, bütün mesele cinler olmalı. Bana her defasında aynı çemberde kıvranmam için sadece benim yoluma şeker, çikolata saçar gibi umut, körlük ve yalnızlık korkusu serpen cinler!
Bu hafta zordu, eskinin ezberlenmiş haline sabrımın sonuydu. Cinlere döktüğüm son kurşundu.
* Fotoğraf Ahmet Er, İstanbul Surları, Haliç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder