Bir restaurant her mutfaktan yemek pişiyorsa pek benim tercihim olmaz. Tıpkı beş yıldızlı otellerin açık büfeleri gibidir; bir tatlı hamuru yoğurulup, farklı gıda boyaları ve meyvelerle sözde beş altı çeşit olarak sunulur ya, işte öyle. Hiç bir lokmanın özel bir lezzeti yoktur. O her şeyi pişiren mekanlarda da böyledir; ne yersem yiyeyim tadı yavan gelir bana. Oysa sokakta yemek yemeye karar verdiysem tüm pisliği ve riski göze aldıysam ( en kaliteli yerlerin bile mutfağı genellikle Allah'a emanet malumunuz ) değmeli..
Yoksa simit gevelersin olur biter.
Sosyal medya veya medya tarafından şişirilen, hızla popüler olan insanları da ben biraz böyle algılıyorum. Eğitiminin dışında bir işe soyunmuş, oradan bir başka şeye heves edip azıcık da ondan denemiş. Sonra bir başka işe sardırmış, sayıları günden güne artanlar... Neler neler yapmamış ki? Yaşam koçu olmuş, yoga eğitmeni, masal anlatıcı, roman yazarı, tasarımcı, yazar, anne, içerik üreticisi, pastacı, eğitimci, beslenme uzmanı... Oh oh maşallah diyeceğim ama işlerin hepsi ortalama... Hatta vasat. Alaturkalık ve yavanlık, bütün bu yarım yamalaklığın altında foyası çıkmış hüzünlü bir taşralılık*, gören göze araba farı gibi!
Editör bir dostum roman yazma heveslilerinin çoğunun, hele de parası olan sosyetik tayfanın, hikayelerini bir profesyonele anlatıp, tüm metni kargacık burgacık önlerine bırakıp, sonrada "ben yazdım" diyerek ortalıkta dolandığından bahsedince vay arkadaş dedim içimden, ne hırs var insanoğlunda, ne büyük bir boşluk var, doldur doldur bitmiyor! İçeride kendini bir kez bile alkışlayamadığından, durmadan spot ve alkış istiyor zahir!
Yani herkes görmek istediğini görüyor, kendini de görülmek istediği gibi paketleyip sunuyor.
Neyse, konumuz bu seçimi yapanlar değil. Diğer tarafta duranlar ve onların iç hesaplaşmaları.
Çünkü ben diğer tarafı daha iyi tanıyorum. Kendimi de içine katarak diyorum ki, biz, kendini ortaya atamayanlar, yaptıkları işleri tanışıklıklarını kullanarak parlatmaktan, ışıkların altında durmaktan bir tür mahcubiyet duyanlar, büyük bir gölgenin altında yakınlaşan isimsizleriz.
Eskiden, babalarımızın zamanında da doğuştan gelen ayrıcalıklarını kullanan insanlar vardı. Ama o insanlar ayrıcalıklarının altını doldururlardı. Ne anne babalarının ismine, ne de okullarının adına kene gibi tutunmazlardı. Üye oldukları kulüpler veya terzileri yedi mahallenin gözüne soktukları ayrıcalıklar olmadığı gibi, varoluşlarını bu keyifli ayrıntılar üzerinden anlamlandırmak gibi saçma bir tuzağa da düşmezlerdi. İyi dikilmiş bir ceketten öte manasız, hadsiz derin anlamlar yüklemezlerdi toplumsal kimliklerine Yersiz büyüklenmeleri, inandırıcılıktan uzak tevazuları yoktu.
Sanırım benim örneğim hep o insanlar oldu. Zarife anneannem efsane bir terziydi.... Ali Güven, müthiş bir ayakkabıcı, sandalet ustası. Victor, bir doğa sevdalısı, aşçı, neyzen... Suat Yurtalan, bana göre dişi İlber Ortaylı; müthiş ressam, karşılaştırmalı edebiyat ve din tarihi konuşmaya doyamayacağınız kadın... Pelin Özer, kelimeleri giydiren, onlara karakter veren şair. Burhan Gülkan arkeoloji camiasının en donanımlı çizimcisi, eserleri mükemmel yorumlayabilecek iki üç isimden biri. Gökhan Dağdeler, elini attığı her sanat dalında ışık oyunları yaratan bir entellektüel. Erdal Alantar, müziğin resmini yapabilen insan. Adnan Semih Yazıcıoğlu Babıalli de adından sevgiyle bahsedilen olağanüstü çevirmen, Asaf Savaş Akad, ülkenin gördüğü en başarılı akademisyenlerden. Savaş Dinçer, Burhan Uygur, Ahtapotçu Eşref Amca, Fikret Hakan, Gülriz Sururi, Ali Poyrazoğlu, Ferhan Şensoy, Dursun Mutlu, Kirli Memet, Şöhret Neco, Mehmet Mestçi, Tuna Ortaylı, Rıfat Kandiyoti, Stella Penso, Burak Güven, Okan Bayülgen, Hakan Yaman, Güven Arsebük, Yaşar Yıldız, Hande Akar, Alim Ekinci, Sina Kabaağaçlı, Meyhaneci Refik, Sevin Okyay, Oya Ayman....
Bazılarını tanıyorsunuz. Ne alakası var gölgede kalmışlıkla bildiğin ünlü bu isimler diyorsunuz belki. Evet, aralarından bazı isimleri ve ortaya koyduklarını duymuşsunuz, ne güzel, ne mutlu size. Ama ne onlar ne de adını bir defa bile duymadıklarınız parlamak, sivrilmek, alkış almak adına bir şey yapmadılar. İnandıklarını, emek verdiklerini ve en kıymetlisi de kalplerinin, zihinlerinin derinlerinden süzülenleri kendilerini satmadan, ucuzlaşmadan usulca ortaya bıraktılar.
Tarih bu insanları hatırlayacak. Birileri yaratımlarını usul usul alkışlayacak. Tevazuları, birikimleri, kitlelerin sahteliğine, tuhaf kabul görmelere tamah etmeyişleri onları her daim parlatacak. Diğerlerinin ömrü ise ancak bir kuyruklu yıldız kadar olacak. Oysa Çoban Yıldızı öyle mi? Sen baksan da bakmasan da orada, parlak ve sakin...
* Taşralı/kasabalı: sözlük anlamı beni bağlamaz, bana göre bir hazım sorunudur ve beden dilinden tutun, en büyüğünden, en küçüğüne bütün seçimlere yansır. Şehirde doğmuş ve büyümüş olmak veya Anadolu'yu adım adım gezmekle, oralı olmakla falan alakası da yoktur. Bir tür geldiği yeri yadsıma, yadsımayı yansıtma halidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder