Çok ama çok uzun yıllar önceydi. Ayrılığımızın üzerinden on koca kış geçmiş, kırk mevsim dönmüş, bilmem kaç gün kaçıp gitmişti.
Onca güne, bitimsiz saate ve sülük gibi yapışan dakikalara rağmen neden beni sevmediğini, niçin sevilemedigimi bir türlü anlayamamıştım.
Ve birgün sandalyemi kapıp, dükkanının karşısındaki duvarın önüne koydum. Aldım elime kahvemi, attım bacak bacak üstüne, bi de sigara yakacaktım ki, içmediğimi hatırladım.
Sana bakıyordum. Gözlerimi dikmiş, bize tercih ettiğin hayatı izliyordum.
Ertesi gün yine geldim. Koydum sandalyemi, yaslandım arkama. Bu defa şarap almıştım kendime. Bir yandan içiyor, öte taraftan sana ve beni sevmedigin hayata bakıyordum.
Ne hüzünlüydü ama! Senin halin diyorum, hayatin hüzünlüydü. Boynunda bir yular, bileklerinde üzerinde adının baş harfleri yazan kelepçeler, dudaklarından dökülen yabancı kelimelerle kimdin sen?
Ve bir sonraki gün de geldim. Baktım, baktım, akşama kadar baktım. Senden ve dahil olmadığım hayatından bıkana, usanana, içtenlikle gidecek kadar hazır olana dek o duvarın dibinde günlerce oturdum.
Seni seyrederken yavaş yavas sis kalkti. Anlamaya başladım. Beni sevmeyen, seçmeyen birinin yanında kalmanın anlamsizliğını, umutsuluğun zamanı öğütüsünü, insanın kalbini un ufak edişini an an yaşayarak öğrendim. Onca gün yağmur, kar, güneş demeden sana bakmak çok iyi gelmişti. Fırtına kopmuştu bilinmeyen topraklarda. Derin derin nefes aldım. Umudu verimsiz topraklarda birakip, cesaretinin toprağını havalandirdim.
Ben bir daha istenmediğim yerde durmadım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder