Bundan çok uzun yıllar önce Delfi'de yaşayan kahin gizli kehanetini fısıldamış Arşipel* sularına:"her kim kalbindeki yükten adım atamaz hale gelirse, kader onu Halikarnas'a götürsün."
Babam böyle gelmiş Arşipel kıyılarına. Ama onu buraya sürükleyen kaderi kim/kimler ve nasıl olaylarla yazılmış hiç bilmiyorum. İşin doğrusu ben hikayemi gerçeğe öykünerek, kahinin içime fısıldadığı biçimde anlatacağım.
Geçen hafta orada, Arşipel sularındaydım. Hiç abartmadan söylersem öyle mutluydum ki, kendimi eski bir kartpostalda anne ve babası tarafından havalara atılıp tutulan çocuklar gibi hissettim. Tek fark benim ne havaya atacak, ne de düşerken tutacak kimsem yoktu kendimden başka. Moralimi bozmadım, zira babam da tekbaşına gelmişti bu kıyıya, hatta annem de. Üstelik her ikisi de çok kıymetli ilişkiler bulmuştu zamanla. Öyleyse bende bulurdum, hatta bulmuştum, Derya vardı.
Derya beni denize götüren, her sabah suya basan, bana hafif kalmam için destek veren kadın.
Yüzerken çok iyi hissediyorum ve diyorum ki içimden acaba ben bir yengeç miyim yoksa çözemeyeceği bir paradoksa düşmüş ve rüyasında kendini yengeç olarak gören cennet kuşu muyum uyanamamakla lanetlenmiş? Kimbilir? Zamanda gezinip 2374 yıl önceye gidebilsem paradoksu ortaya koyan adama sorardım. Öyle bir şansım olmadığına göre ister yengeç olayım, ister cennet kuşu hiç önemli değil diyerek batıp çıkıyorum sulara.
Bazen kırlangıç balıklarına imreniyorum uçabilmelerine, hayran kalıyorum yüzebilişlerine. Yerçekimiyle cezalandırılmış gibi hissediyorum kendimi. Görünmeyen iplerle bağlanmış, kıskıvrak yakalanmış, hatta ökseye tutulmuş ağır bir bedende hapislik gibi geliyor yeryüzü yaşamı. Oysa inandığım ve öğrendiğim şeyler tam tersini söylüyor; ödülsüz, cezasız, sadece ve sadece yaratımda olduğumuz bir deneyim için buradayız.
Zihnimi kendim zannediyorum, tüm kontrolün onda olmasındaki tehlikeyi göremiyorum. Ne zaman zihnime vermeliyim kontrolü ve ne vakit onu hiç dinlememeliyim ayırdına varmakta zorlanıyorum. İşler karıştığında kendimi beyni kafatası sınırlarını zorlayan tarih öncesi canlılar gibi hissediyorum. Fazla düşünüyorum, aynı kasedi başa sarıp sarıp en sevdiği şarkıyı bant yıpranasıya dinleyen ergen gibi ama en sevmediğim deneyimleri, en kırıldığım insanları gezdiriyorum zihnimde. Onları şebnem kağıt bebekler gibi konuşturuyor, söyleyemediklerimi yüzlerine söylüyor ve bana dediklerini defalarca ta ki onların gerçekten söyledikleriyle, benim hatırlamayı seçtiklerim birbirine karışana kadar dinleyip duruyorum. Neden ki? O sırada güz gülleri açıyor, mevsim dönüyor, kedim öğleden sonra uykusunda mırıldanıyor. Ben neden şimdiki zamanın güzelliğini olan bitene kurban ediyorum? Etmeyeceğim!
*Ege Denizi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder