İki yıl önce aşağı yukarı bu mevsimde taşındığım evimin ilk anda gözüme çarpan güzelliği karşı binayı saran sarmaşık ve kuş sesleri olmuştu.
Biraz önce kahvemi içerken öyle inceden değdi ki yağmur sarmaşığın yapraklarına herşey sussun, sadece o ikisi konuşsun istedim. Birkaç dakikalık cennet sesinden sonra sabahın ilk ışıkları binaların yüzünü yalamaya başladı ve ben güne hediye gibi dakikaların büyüsüyle başlamış oldum. Şükür ki ne şükür.
Son birkaç yıldır kaygıdan, telaştan ve uğradığım haksızlıkların çetelesini tutmaktan anın biricikliğini yaşayamaz oldum. Güzeli görmek ve güzeli yaratmak konusunda eskisi kadar hevesli, yetenekli hissetmiyorum kendimi. Oysa bir zamanlar sofradaki peçetelerden tutun, çiçek saksılarına, kazağımın rengine uygun seçtiğim çorabıma kadar öyle çok severdim ki ayrıntıları.. Ama kalmadı, kocaman bir durağanlık tüm devinim arzumu, yaşam sevincimi tek lokmada ham yaptı.
Bazen düşünüyorum, hayatı yutan canavarı sadece dış koşullar mı besledi, benim hiç mi suçum yoktu semirmesinde? Elbette vardı, ben olan biten karşısında fazlasıyla kabulleniciydim, gücümü kudretimi gündelik telaşlarla harcadığımdan ruhum aç açık kalmıştı. Açlıktan kıvranan bir ruhla ne kadar tatminkar olabilirdi ki hayat?
Bu sabah ince ince yağan yağmura kulak kesildiğimde aynı hevesle içimi, varoluşumun sahici sebebini de duyabileceğimi anımsadım. Zaten yaşam yüzlerce kez hatırlama ve unutma döngüsünden başka neydi ki?
Tuna'ya soru: Her unuttuğumuzda, hatırlayamayışın hüznü olabilir mi o hissettiğimiz sızı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder