12 Ekim 2008 Pazar

Kırmızı Balık Suya Döndü.


Hayatın önümden nasıl geçip gittiğini seyrettim penceremden. Gölün rengini değiştiren bulutlara uzun uzun baktım; gagasıyla bulutu çekiştiren minicik kuşun gücünü kıskandım... Aynadaki aksime diktim gözlerimi, yaşanmamış zamanın bıraktığı izleri kırgınlıkla seyrettim. O izler sadece nefes aldığım yıllarda işlenmişti yüzüme, üstelik iznim alınmamıştı... Sanırım ben en çok buna içerledim. Neşe hırsızlarına kaptırdığım yıllar için iki damla yaş akıttım. Fazla ağlamadım. Keder denizinde boğulma korkum var benim.

Verandada günün ilk kahvesini içerken korkularım kondu parmaklıklara. Hiç karşılanamamış - ve ne yazık ki karşılanamayacak - beklentilerim de pike yaptı onlara. Öylece baktım. Banaydı bu gövde gösterisi; madem kaçmıştım şehirden, mahkumdum aklın labirentlerinde seksek oynamaya!

Sembollerle geldiler karşıma, ne var ne yoksa döktüler eteklerinden... Kaleler düştü, kuleler saçıldı etrafa... Küçük bir kırmızı balık can çekişiyordu ayağımın tam yanında. Ne üzerine basıp öldürebildim, ne de onu göle kavuşturacak gücü bulabildim kendimde. Yüzleşme anının büyüsüne kapıldım, dondum. Bekledim.

Çıt yoktu ormanda, ev halkı uykudaydı. Sanki tüm dünya derin bir uykudaydı. Günün ilk ışıklarına ben uyanmıştım, Işık Krallığı'na giden yolu bir tek ben biliyordum. Hatırlayamıyordum ama seziyordum. Gözlerini ışığıma çevirmiş ve ben aramaktan vazgeçmişken bile, bana inanmaya devam eden kayıp prensesler* için, yolu bulmalıydım. Kendim için yaşamayı bile beceremeyen ben, küçücük bir balığı ölüme terkeden ben, kalan son gücümle hafızamın bahçesindeki zamanları taradım, içimdem yüzlerce mevsim geçirdim. Sonunda çok az bir yolum kaldığını müjdeledi rüyalarım. Rahatladım.

Asla benim olmayan, içinde huzur bulamadığım kaleleri onarmayı bıraktım. Top döktürmekten vazgeçtim askerlerime. Hendeğin suyunu boşalttırdım. Kulemden indim. Etten ve kemikten bir kale varsa şu dünyada o da bendim, kendim. Ve anladım ki bildiğim, inandığım tüm kaleler zaman içinde yıkılmıştı. Daha fazla harabelerde saklanamazdım. Yıkıntıların altından saçlarımı güçlükle kurtardım, yamulmuş bileziğimi düzeltip koluma taktım ve diğer her şeyi ardımda bıraktım.
Tam bir adım atmıştım ki, önümde bir zincir parladı; eski bir kolye. Zincir esareti çağrıştırdı, onu yerden almadım. İhtiyacım olan tek şey cesaretti. O da bende vardı. Korkak bir aşığın gerçek olmayan duygularının emaneti için eğilemezdim.

İçimdeki zamanlarda ve mekanlarda hesaplar kapanırken, parmaklıklara pike yapan beklentilerim ışığa yenildiler. Güneş yükseldikçe korkularımın gölgesi çekildi. Saçıma düşen yaprağı aldım, usulca bana ait olan odaya çıktım. Aynanın karşısına oturdum. Neşe hırsızlarının çalmayı unuttukları son gülümsemeyi dudağıma bıraktım. Arayışım, iç yolculuğum elbette bitmemişti ama dışımdaki yolculuk umudu tazeledi. Uyudum. Düşümde kırmızı balığı yerden aldım, çocukluğumun havuzuna attım!

Uyandığımda yatağımdaydım. Telefonum çaldı. Kahvaltı için aldığım davetin neşesine kapılıp hızlıca giyindim. Muhteşem bir kahvaltı sofrasından sonra, ayağımı Eda Liza'nın ayağının yanına uzatarak koltuğa yayıldım ve onun okuduğu masalların gölgesinde hayata katıldım:))
*Hepinizi çok seviyorum hanımlar....

3 yorum:

pilatescadisi-pilateswitch dedi ki...

biz de seni çok seviyoruz tatlım. Biliyor musun neşe hırsızlarının ulaşamadığı kalp kasasındaki azıvcık kalan gülücükler faiziyle bir birikmiş bir birikmiş.. Saçma kederlerde repo yapmışlar meğer...şimdi vadesi geldi. Al sonsuzca tepe tepe kullan.hiç bitmeyecekmiş

Brajeshwari dedi ki...

Yorum olarak "ne güzeldi" yazmak çok anlamsız geliyor..

Yazınızı okurken, tanıdık kırmızı balıklarımı attım sizinle aynı havuza...

Fortunata dedi ki...

:))) Onları yaşatmak lazım... O kadar az kaldılar ki... İnan içim acıyor bazen.