Altı kırk beşte gözlerimi açtım. Yatak odasında eski tip pencereler olduğundan ilk duyduğum ses ince ince yağan yağmurun sesi oldu. Alarmı kapattım, kahve makinasını çalıştırdım. Theodora'nın mamasını verdim. Sonra da hızla ayakkabılarımı giyip aşağıya, benim eski evin balkonunda beslediğim kedilerime yemek vermeye indim. Orada değillerdi... Zaman zaman ikisini de görüyorum ama son bir haftadır artık o eve dair bir düzenimiz olmadığının farkındalar... Bu vaziyete bir yanım üzülürken, öte taraftan onların değişimi böylesine kolaylıkla kabullenişlerine imrendim.
Yukarı çıktığımda okları çoktan kendime çevirmiştim. Ellerim kanaya kanaya yapıştığım duyguları düşündüm. Değiştirmekte zorlandığım alışkanlıklarımı. Gitmek isterken gidemeyişlerimi... Çoktan beni terk etmiş ruhlara uluya uluya ağıt yakarak huzur vermeyişimi düşündüm... Düşündüm dediysem öyle oturup karalar bağlamadım, bi durdum, bi baktım. Gördüm diyelim.
Kahvaltımı yaptım, çamaşırları makineye yerleştirdim. Elbette on iki olmadan çalıştırmayacağım ama battı bana sepetin ortalıkta durması. Mutfağa dönüp bir kahve daha pişirdim kendime. sanırım hala alışamadığım nadir şeylerden biri de tek başıma Türk kahvesi içmek. Küfür gibi geliyor insana.
Mutfak masasının kıyısına iliştim. Sabah ışığında renkleriyle mutfağımı neşeye boğan anemonlara gülümsedim. Çiçeklere gülümsemeye başladıysam oldum sanki! Hadi hayırlısı.. Sonra yine karşı pencereye takıldı gözüm. Odanın düzenini hatırladım. Birbirine paralel duran yataklarımızı, karşı duvara yaslanmış kitaplığımızı ve çalışma masalarımızı. Üç kapaklı kıyafet dolabımızı. Babam o odayı kardeşim ve benim için özel olarak çizdirip yaptırmıştı. Çok sevimli bir avizemiz ve Niyazi Toptoprak imzalı iki tablomuz asılıydı duvarda. Bir de Cihat Burak. Üçünü de çok severdik. Yerde üzerinde çiftçiler olan bizim oda için özel dokunmuş bir halı vardı. O halı da hala duruyor, ne tuhaf.
Babam hastalandığında bu odada yatmaya başlamıştı. Çünkü çok güzel ışık alan, kocaman bir penceresi ve balkonu olan bir odaydı. genellikle onun karşısındaki yatakta ben yatardım. Ağrıları artınca annem geçmişti benim yerime. Ben de kardeşimle annemlerin odasına gitmiştim.
O odadaki tüm anılar hüzünlü değil. Şimdi kulağımda Telemann varken komik ve neşeli anılarımızı da anımsamaya başladım. Mesela bir gün babam bir çanta dolusu parayla gelmişti eve. Balya balya para. Hani şu seksenlerdeki o güzel pembe mavi bin liraları hatırlar mısınız? İşte onlardan. Büyük bir satış yapmış ve ödemesini elden alınca bankaya yetişemediği için doğruca eve gelmiş.
O gün çok eğlenmiştik. Babam çantayı açtı ve Zeki Alasya & Metin Akpınar filmlerindeki milyoner olma sahnelerindeki gibi havalara savurmamıza izin verdi. Her yere gıcır gıcır bin liralar saçılmıştı! Hani para içinde yüzmek denir ya biz iki ufaklık sahiden yüzdük:))
Çok eğlenmiştik. Babam bize hep estetik beğenimizi geliştirecek şeyler almaya özen gösterirdi fakat bunların hiçbirine sahip olurken paradan, fiyatından bahsedilmezdi. Bir heykelin veya nadide bir kitabın kıymeti, güzelliği konuşulurdu elbette ama ederi değil. O gün sanırım paranın sadece kağıt olduğunu hissetmemizi istedi. Başardı da. Ha konfeti, ha para idi işte. Bu anıyla ne kadar alakası var elbette bilemiyorum fakat, ne ben, ne de kardeşim hayatımız boyunca ne varsıl ne de yoksulken paraya pek kıymet vermedik. Hatta içten içe yaşamına para üzerinden değer biçen insanlara şaşırdık.
İşte Telemann ile gelinen güzel bir anı karşı pencereden.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder