Bir zamanlar kardeşim iletişim fakültesinde okurken, derslerden birinde reklam kampanyası hazırlamışlardı. O kampanyanın mıydı yoksa sözde ajanslarının mı pek hatırlayamıyorum ama sloganlarına bayılmıştım: "basit ama derin"
Böyle insanlar oldu benim hayatımda basit, sade ama gerçekten derin... Burhan Amca da o listenin ilk sıralarındadır. Sadece hali tavrı ile değil, dümdüz siyah pantolonları ve siyah t-shirtleriyle başka bir gezegenden yolu buraya düşmüş bir yolcu gibiydi. Bir şekilde aramıza karışmış, bizi sevmiş ama hep evini özleyen biriydi. Acaba onun evi nerdeydi?
Tevazu. Onun en belirgin özelliğiydi. Sadece açılışlarda coşardı azıcık. E o kadarı da hakkı olmalı insanın. Kim bilir ne büyük bir hazdır ayların emeğini seyircinin beğenisine sunmak. O zamanlarda bile açılışın sonuna kadar tatlı tatlı, mahçup bir gülümsemeyle misafirler arasında dolanır, sanki onca iş onun ellerinden, kalbinin ta içinden çıkmamış gibi, küçücük bir oğlan çocuğu misali sakin sakin bir şeyler anlatırdı.
Babam öldükten sonra uzun yaşamadı, Fakat on yıl boyunca bana öz amcalarımdan daha çok kıymet verdi. Sergilerinin baş tacı yaptı, bir dediğimi iki etmedi, hayatıma tiyatroyu, resmi ve İstanbul'u iyice yerleştirdi, sonra da hiç beklemediğimiz bir anda gitti. Bu şehre çok yakışıyordu. Özellikle Üsküdar'daki evini ve ufacık atölyesini hiç unutamam. Hele o dev kapıyı resimlerken ne kadar meraklandığımı hatırlıyorum, nasıl çıkacaktı ki o odadan? Şimdi ne zaman İstanbul Modern'e yolum düşse ve kapının önünde dursam, tekrar on altı yaşıma dönüyorum ve aynı merakla bakıyorum kapıya, o odadan nasıl çıkarttılar acaba?
Tipik bir yengeçti Burhan Amca. Kabuğunun içinde yumuşacıktı. Dünya fazla sert, çok hoyrattı ona. Hayır kelimesini kullanır mıydı bilmiyorum. Ağzından hiç duymadım. Genellikle olumlu cümleler kurardı. Dünya'nın karanlığına, çirkinliğine kafa tutan ufacık bir kır çiçeğiydi o benim için. Bu sebeple uzun yaşamadı. Hassas ruhlara göre değil buralar, o da fazla dayanamayıp gitti zaten.
O vakitler çok gençtim. Cenazeden sonra hala ne kaybettiğimi pek anlayamamıştım. Üzerimde siyah penye elbisem, elimde ufacık bir fotoğrafla Tuna'nın odasında öylece oturmuştuk.
Ondan bana kalan palet, boyanmış taşlar ve tablolar çok kıymetlidir. Sadece maddi olarak değil, onun ruhunu taşıdığı için değerlidir. Tıpkı yukarıdaki minicik resim gibi. Ama artık bende yaşlanıyorum ve hızla sadeleştirdiğim hayatımda sadece insanda değil, eşyada da sadeleşmek zorundayım. Bu hoyrat ve acımasız dünyada küçülmek ve taşıyamayacağım yükleri azaltmak artık bir zorunluluk.
Burhan Amca yaşasaydı bana aferin kızım derdi. Verdiğim kararlara güvenir, bu ikimizin de abayı yaktığı kenti bırakmak zorunda oluşumu, tablolar da dahil, eşyalarımı azaltmam gerektiğini anlardı. Ona öykündüğümü bilmesini çok isterdim... Ondaki derinliğe asla ulaşamayacağımı bilerek sadeleştiğimi görmesini gerçekten çok ama çok isterdim... Bir müzayede de daha birileri üzerinde adım yazan bir tabloya evini açarken ben hangi ağaca onun adını vermeliyim diye düşünüyorum.
Sadeliği ve derinliğiyle çok özeldi Burhan Uygur, belki bir gün onu uzun uzun anlatırım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder