8 Ocak 2009 Perşembe

One Master One Way.

İçimin kara sularında "ıssız ev" hali devam etmekte. Annemin evde olmadığı, Prusya Kralı'nın ise koridorda hayalet misali, parmak ucunda dolandığı sakin günlerimi Leyla ile parkta el ele gezerek, hava yağışlı olmazsa denize çıkmayı umut edip ama nedense hevesli birini bulamayarak (sözüm teknesi olan ama üşenen arkadaşlaradır:)), ölü diller ve de dinler hakkında okuyarak, daha da önemlisi belimin ağrısına çare arayarak geçiriyorum!

Bugün öğleden sonra değerli Purusya Kralı ile mutfakta laflarken de buna benzer bir şey söyledim yani "belim fena halde ağırıyor" diye mızıkladım. O da "Facebook'da yogaya dönüyorum demişsin, zaten gitmiyor muydun, hayırdır" dedi. Ben de "pilatese gidiyorum, yogaya ne zamandır gitmedim" dedim. Arkadaş aldı yürüdü oradan "kaç tane hocan var senin?" Cevap "yelken, yoga, pilates..." Bomba cevap: "ama olmaz ki; one master, one way!

"İşte budur! Demek ki bütün başıma gelenlerin sebebi ilgimin pek bir dağınık olmasıymış. Tüh ya, ben nasıl bunu anlayamadım:)) Velede bak, bir yandan tost yaparken, arada bana laf giydirdi.

Şimdi geldik mi işin acılı tarafına, ben hangi hocamı seçeceğim? Pilates yapmazsam hayatta huzur bulamam; hazır bacaklarımdaki yağ oranı azalmışken ve kollarım tarihinin en güçlü günlerini yaşarken olmaz! Denize çıkmazsam öleyim daha iyi. Rüzgara tapan biri olduğumu hatırladığımdan bu yana hayatım güzelleşti. Ruhum huzur buldu. Bundan da vazgeçemem. E uyku uyuyabilmem için mutlaka yogaya dönmem lazım... Hem Nazmi Hoca masaj yapmazsa bu bel asla düzelmez.


Ben işin içinden çıkamadım. Ayrıca yazmaya ara vermek de benim sonum olur. Tabii çizim işini de aksatamam! Of ya. Kim benim hocam yahu? Ayrıca bütün bu hocalara ihtiyacım var. (Hazır yeri gelmişken, kendimi "Yedi Hocalı Hürmüz" ilan etmemin tam zamanı:)) Pilates ve yoga bedenimi ayakta tutmazsa yelken yapamam. Yelken yapamazsam yarışlar ve Kuzey Denizi de yalan olur. Denize çıkıp kafamı rahatlatmazsam zaten ya kalp krizinden, ya da beyin kanamasından tez zamanda ölür giderim.O zaman ne olacak? Hocaları bırakalım da bi koca bakalım desem, etrafımdaki bütün kadınlar kocalarından şikayetçi! Yani çözümün bir adamda da olmadığı besbelli. Nihayetinde o da gezegendeki ölümlülerden biri, bana yardım edemez ki! Kelin ilacı olsa başına sürer:))

Yani benim için tek yol yok maalesef. Hayatım boyunca da olmadı. Bana tek hobi yetmedi, bir tür film izlemeyi ya da bir tür müziğe gönül vermeyi beceremedim. Kıyafet seçerken bile ruh halime göre değişir ne alacağım; bir gün acayip klasik bir ayakkabıyı alırken, ertesi gün en olmadık renkte bir terlik seçebilirim. Mesela örnekleri daha anlaşılır kılabilmek adına; Haziran'da Aya İrini'de karşılaşabiliriz, yazın ilerleyen günlerinde köprü altında bir lokantada, kimbilir?
Arkadaşlarım bile birbirlerine benzemezler. Hani arkadaşını söyle sana kim oduğunu söyleyeyim lafı vardır ya, benim bir akşam yemeği davetime katılsanız kafanız allak bullak olur! Her biri ayrı güzelliktedir dostlarımın; ama ne yüzleri, ne eğitimleri, ne de seçimleri birbirine benzer. Bir tek ortak noktaları vardır: ben!


İşin aslına bakarsanız yeni yeni anlıyorum ki, ben sadece kalbim konusunda istikrarlıyım; onu verdim ve geri almadım.

Hayatım boyunca - biraz sıkıcı olsalar da - hayranlık duymuştum istikrarlı insanlara ama son iki yıl içinde gördüm ki tamamı olmasa da çoğu ciddi şekilde hastalanmışlar.. Aldıkları kararları sorgulamayı bırakmış, akıntıda sürükleniyorlar. Farklı bir şuursuzluk ama şuursuzluk işte... Artık muhtemelen sormuyorlar kendilerine hayat ve mutluluk hakkında. Neyi iyi yapıyorlarsa onunla tatmin olmaya şartlanmışlar... Elde ettiklerinin yeterli ve elbette mükemmel olduğuna inandırılmış hayatlarında, soluksuzlar ve farkında değiller. Diğer tüm seçeneklere sımsıkı yummuşlar gözlerini. Çoğu maneviyatını kaybetmiş ya da kaybetmek üzere şeytanla flört etmeye başlamış! Bu durumda one way bazen no way olabiliyor...

İki yıl önce müzik festivalinde ünlü bir piyanistle* sohbet etme şansı yakalamıştım. Çok yalnızdı, mutsuz görünüyordu. Uğruna özel hayatından vazgeçtiği, adını müzik tarihine yazdıracak ve ona inanılmaz bir ün getiren işinden neredeyse nefret eder gibiydi. Heyecansızdı, yorgundu ve sanırım geç kalmıştı... Çalışmaktan yaşamaya geç kalmıştı... Bunu bir gün onun cümleleriyle yazmak istiyorum. Çünkü bazen kazandığımızda kaybettiğimizin** en güzel örneklerinden biriydi... Yüzde yüz başarı, bedeli mi? Sürprizsiz hayat!

Bütün bunları neyi seçeceğimi bilemeden, ya da aklım sıra aynı anda birden fazla seçim yaparak harcadığım zamana karşı kendimi aklamak için yazmıyorum. Hem geçmişi ve geçmişte yaptığımız seçimleri aklasak paklasak ne olacak? Önemli olan, şu anda elde ne var ona bakmak lazım. Öyle değil mi?

Sadece, yazarken yüksek sesle düşünebiliyorum ve işin diğer yüzünün de farkında olduğumu anlıyorum. Kaybettiğinde kazananlardan olmayı diliyorum:))



* Hiç evlenmemiş, seyahat etmekten sıkılmış - ki, en büyük hobisiymiş - ve o kadar uzun yıllar Avrupa'da yaşamış ki artık nereli olduğu belli değil... Fransızcası Türkçesinden daha iyidir muhtemelen!
**İnsan bazen kazandığında kaybeder, "Aşkın Gücü". İzlenilesi filmlerdendir.

1 yorum:

Brajeshwari dedi ki...

bence sana ne iyi geliyorsa, ona götürüyor hayat bizi..Sana bu 3'ü de iyi geliyorsa, sakin vazgecme 3'nden de..Ben renklilikten yanayim.