Sabahın erken saatinde Fenerbahçe Parkı'na doğru yürüyordum. Aklımdaki tek şey elimdeki kitabı kulübe bırakıp işe yetişmekti. Önce solumda kalan köşke baktım, bronz ejderhalar hala oradaydı... O köşkün restaurant olduğu zamanları anımsadım. Ailece yenilen pazar günü yemeklerini. Ve hatta ilk flörtümle orada buluştuğumu... Bizim zamanımızda flört diye bir şey vardı. Şimdi ne kadar demode değil mi?
İnsan bazen yıllarca gömüyor anılarını, duygularını. Hatta o kadar derine gömüyor ki, unuttum sanıyor. Azalttım sanıyor. Sonra her ne yaşanıyorsa yaşanıyor ve bütün detayların ilk günkü kadar canlı kaldığını görüyoruz. Açıkcası, Külkedisi söylediğinde şaşırarak aydım bu duruma; var olan duygunun yok olamayacağı gerçeğine. Demek ki ona hayat veren bendim. Besleyen ya da başını kopartan da bendim! Peki ölümsüz kılan kimdi??
Köprüyü geçtim. Köprüler bence kulelerden bile daha tuhaf yapılar. Kulelerde bir ulaşılmazlık var; mücadele, macera. Oysa köprüde karar var, kader var...
O, her iki yanına beton dökülmüş daracık kanalın üzerine yapılmış kavisli köprüden geçerken, zihnimin sapkın* tarafı çalışmaya başladı sanki. Hep ötelediğim, baskın geldiğinde algımı allak bullak edebilen ama asla yok saymadığım diğer tarafa geçtim. Köprü bir eşikti, onun altındaki kanalın duvarlarına vuran yumuşak ama gürültücü dalgalar ise anılar. Beton duvarlara vuran ölü dalgalar!
Ölü dalganın saati olmaz. Açık denizlerde yaşanan trafiğin kendine yön bulup kıyıya ulaşmış halidir ölü dalga. Propontis'in** göbeğinden bir kalyon geçer. Bir bakarsınız onun dalgası sekiz on saat süren uzun bir yolculuktan sonra kıyıya ulaşmış... Bu arada kalyon artık o denizde değildir, belki de çoktan yükünü boşalttığı bir limanda dinlenmektedir. Ama ölü dalgalar henüz ulaşmıştır dalgakırana... Bahsettiğimiz bir içdeniz değil de okyanussa eğer, bazen dalgaların kıyıya ulaşması günler alır.
Yıllar önce bir ölü dalga yüzünden ölüyordum. Hayatım boyunca atlattığım en ciddi deniz kazalarından biriydi. Uzun bir dümen tutma macerasının sonunda, kendimi gece seyrinin büyüsüne kaptırmış ama nihayetinde iyice yorulmuş olarak dümeni ve seyir defterini teslim ettim. Fakat gün doğumunu kaçırmak istemiyordum. Ayrıca her şey çok steril olmalı diye kaygılanan tiplerden olmamakla beraber sıcak yatak sistemine pek de bayılmıyordum. Bu nedenle kamarada uymak yerine tulumumu alıp, havuzluğa çıktım. Koskocaman ve simsiyah bir suyun üzerindeydik; Propontis! En küçük bir dalga yoktu. Erol Hoca'nın meydanda olmayışını fırsat bilerek, can yeleğimi çıkarttım ve tulumun içine girip teknenin yan tarafına boylu boyunca uzandım.
Bunca yıllık ömrümde hiç bir ana değişmeyeceğim kadar güzeldi o ılık rüzgarda beşik gibi sallanarak uykuya dalmak. Sanki çok uzun bir süreden sonra yeniden kavuşulan güvenli suların ritmi vardı uykumda. Ne kadar uyudum bilmiyorum. Bildiğim tek şey beni uyandıran, teknenin baş omuzluktan yediği koskocaman bir dalgaydı! O dakikaya kadar ne olduğunu bile bilmediğim ölü dalgalarla, karanlık sulara gömülme korkusunu iliklerimde hissederek tanıştım. Son bir hamleyle tellere tutunamasaydım, şu an yoktum! Tulumumla birlikte paketlenmiş olarak Propontis'in dibini boylayacaktım!
Kelimelerle anlatamayacağım o acayip panik anı geçip toparlandığımda, zangır zangır titreyerek çıktım tulumun içinden. O kadar sinirlerim bozuldu ki ağlayacaktım neredeyse. Fakat suçumu bildiğimden ağlamaya cesaret edemedim. Seyir halindeyken yelek çıkmamalıydı ve havuzluk dışında uyunmamalıydı. Erol Hocam, o gece alacakaranlıktan gün doğumuna geçerken bana ölü dalgaları anlattı. Usta bir denizciyi bile şaşırtıp alt edecek kadar sessiz ve beklenmedik olabilen dalgalar... Zamansız ve hesap dışı gelen ölüm. Deniz başımızı döndüren bir aşıktı, gönlünü kaptıranlar canları için her an tetikte olmalıydılar.
Dün, köprünün altındaki beton duvarlara vuran sesleri duyar duymaz, onları hatırladım. Bu sesi o unutulmaz gece seyrinden tanıyordum. Güçlü, acelesiz çalkantının son nefesi! O anla ilgili bu garip anımsamayla, zınk diye içimde bir yere döndüm. Çok uzun zaman önce iç sularımdan geçen bir kalyonun ölü dalgasıydı kalbimin beton duvarına çarpan. Bir gün onun geri dönebileceğini, üstelik bunu hiç beklenmedik bir anda yapabileceğini bildiğimden, o duvara beton döktürmüştüm!
Zihnimin firar eden sapkın tarafıyla bu hikayenin sembollerini dizdim sabah serinine. Sonra da aklımda kalanları buraya yazdım.
Ölü dalgalar, köprüler, ejderhalar, çocuklar, çıkılmış ve çıkılacak yüzlerce seyahat hakkında yazmak, yere düştüğümde "düştüm", sevindiğimde ise "sevindim" demek meğer ne çok rahatsız ediyormuş insanları. Benim karmaşama sahip olmayı farklı yerlerden algılamak bu demekmiş. Ben kendime "kafası azıcık karışık" derken, adamın /kadının biri çıkıp, doktor adresi verebiliyor. Kim iyileşmek istiyor ki? Buradan öyle bir yardım çağrısı mı yapıldı acaba? Eğer ben kendi özgür irademle başlattığım mücadeleden kah akışa teslim, kah yataklara düşmüş olarak çırpına çırpına çıkmaz, bir avuç hap ve uzman görüşüyle iyileşirsem- ki sizin iyileşmek dediğiniz düzene uyumlanmak olup, benim asla böyle bir talebim ve niyetim yok, hiç bir zaman da olmadı- ne anlamı var varlığımın? Uyuşmuş ve uyumlanmış bir beden istemiyorum ki. Aradığını bulmuş, bu uğurda yollara düşmüş, önüne gelen, içinde depreşen anları zaman zaman yazmış bir insan olmak istiyorum. Başka sözüm yok bu gece. Pizza yiyip, film seyredeceğim. İyi bir hafta sonu olsun:))
* Yaşarken de yazarken de asla gizlemediğim bu yanımı çok seviyorum. Bir gün beni klinik hastalar sınıfına sokma ihtimaline rağmen kendisini özenle koruyorum. Beslemiyorum. Koruyorum. Bu nedenle "adsız" olarak bloguma doktor ismi bırakan ve yorumu yayınlanmasın diye rica eden hayırseverin gönlü ferah olsun. Eğer bana bir yardımda bulunmak isterse hesabıma 50.000 dolar yatırabilir uzun bir seyahat için:))
** Marmara Denizi.
Not. Yakın zamanda bir dostum hasta olduğuna ikna edilerek doktora götürülmüştü eşi tarafından. Ne var ki aslında sadece sancılı bir iyileşme sürecindeydi... Ama göze alamadı... Böylece yuttuğu haplarla ve masallarla düzene uyumlandı. Göze alamayanlarla beraber, kendi koyduğu kurallara yenildi. Kuralları insanların koyduğunu unuttu... İyileştiğini düşünüyor olmalılar ama bence çoktan öldü.
10 yorum:
yeterince uyumlu, canlı, sıradan, normal, güleç, konuşkan (ya da her neyse işte) olmadığını düşünenler kah bir doktor adresi kah prozac önerisiyle çıkıyorlar karşına. kim durup da anlayacak gerçekten ne düşündüğünü, ne hissettiğini, nasıl yaşamayı seçtiğini? zaman ve çaba isteyen işler bunlar. böylelerine tek sözüm "gölge etme başka ihsan istemem senden." ve derhal olay mahalini terk ederim.
İnsanlar günlüklerini internette tutmamalılar. Tutmamalılar kesinlikle. Özellikle de özel birşey yazdıkları havasını verip aslında başkalarına duygu sömürüsü yapmak için yazdıkları günlükleri.
Sevgili Yasemin, sana katılmazsam ayıp olur:) Gel gör ki olay mahali dediğin yer evim ve gölge eden de sanki zorla davet edilmiş gibi, gelip uzun uzun oturan bir misafir! Bir çay daha ikram edeceğiz mecburen!
adsız lar ve doktor lar out
Canım Pilatescadısı,
Her misafirimizden aynı derecede hoşnut değiliz elbette ama eğer gelmişse vardır bir sebebi:)) Ekmek Teknesi'nde harika bir laf etmişti rahmetli Savaş Dinçer: "gidene kal, kalana git denmez". Bizimki bu hal olsa gerek.
bu sefer yorum fotoğrafa... böyle uyursan ilerde boyun fıtığı olma şansın çok fazla.
Çok haklısınız:) Ama tekne hayatı budur maalesef. Gerçi parası bol olanlara için daha konforludur muhtemelen amma bizim için vaziyet bundan ibaret:)
yahu
normun dışında olduğumu bildiren sertifikamı gururla ballandıra ballandıra anlattım tanıdıklarıma çeşitli online yollardan dimi fortunata?
birilerine benzemeyip, üstüne üstelik onlara benzeme yolunda çaba harcamayınca canlarını acıtıyosun canım kardeşim :)
bu sırada "Maya Takvimine inanan topluluğu" na taş atmadın di mi?
ne zaman yazdın sen onları ben hatırlayamadım?
Sevgili Kali'm,
Yerden göğe haklıosınız. Benzeme benzememe hakkında. Ayrıca Maya Takvimi ya da benzeri her detayı değerlendirmek lazım gelir. Hayat!!!
Yorum Gönder