Dün akşam iş çıkışı, sıcağa yenilmiş bedenimi ve zonklayan kafamı ikna edip, kendimi vapura kadar sürükleyemediğim için, bu yıl Aya İrini denilen görkemli mekanı tavaf edememiş olacağım.. Ne yazık ki kapanış konseri de Lütfü Kırdar'da olacakmış. Gidilecek elbette. Madem açamadık, kapatalım bari. Adamlar ki, bizim gibi refah ve huzur içinde bir ülkeye müzik yapmaya gelmişler, e tabii gidip hürmetlerimizi sunmamak, bunca keşmekeş arasında bizi, iki saat için bile olsa ait olmadığımız dünyalara götürdükleri için minnettar kalmamak olmaz.
Çok az şey insanın aklını başından alıyor hayatta, müzik de bunlardan biri bence. Korkunç bir emek; hayatı hayat olmaktan çıkartan, hatta amansız tekrarlar yüzünden aklı ve ruhu epeyce zorlayan bir mücadele. Ne için peki? Bir avuç insan tarafından dinlenmek mi? Alkış mı? Sanmıyorum. Nasıl yazarlar yazmadan, sporcular antreman yapmadan duramıyorsa, müzisyenler de bir noktadan sonra yaptıkları işi hayatlarının merkezine koyup, muhtemelen vazgeçilmez bir uzuvları gibi algılıyor olmalılar.
A.D. onlardan biriydi... Piyanonun başına oturduğunda parmakları tuşların uzantısına dönüşen, gözleri "ah beni de yanına alsa keşke " dedirtecek kadar güzel bir mekana kilitlenen, gerçek bir müzisyen. Neredeyse bir ay boyunca uzun uzun sohbet ettiğim ama daha ziyade uzun uzun sustuğum acayip bir adam... Ufacık tefecik, çelimsiz...
Onunla eski sarayın avlusunda tanıştım. Benim için kutsal olan topraklarda onun için kutsal olan bir şey paylaştık; müzik dinledik. Bir kadın ve bir erkek, içinde sadece tarih ve müzik olan mekanlarda ne kadar yakınlaşabilirse o kadar yakınlaştık. Ana dilimizde konuşmasak, hatta zaman zaman hiç konuşmasak da bedenlerimizi yanımıza almadan, uzun uzun seyahat ettik İstanbul semalarında... Geçmişimizin neşeli ve can yakan sahnelerinde gezindik...
A., insanın kulağıyla değil, aslında kalbiyle müzik dinlediğini, hatta iyi müziğin de ancak kalple yorumlanabileceğini söylerdi. Daha da ileri gider ve iyi bir müzik aletinin de ancak aşkla yapılabileceğini anlatırdı. Bitirme tezi bir piyano yapmak, -evet yapmak dedim- , olan bir adama nasıl inanmazsınız ki?
Gözleri babamın gözlerine benziyordu. Avrupalı adamların temiz, abartısız şıklığı vardı giysilerinde. Çocuklarından ve eski karısından bahsederken ağlamaklı olurdu bakışları. Onun, gözlerinde biriken yaşları bir yabancı karşısında akıtamayacağını çok iyi anladığım için, sessizce dinlerdim. Bana bakınca ne görüyordu bilemem. Saçlarımın, eski karısının saçlarına benzediğini söylemişti. Ama karısının daha çok çili ve tiz bir sesi vardı. Belki de bu fiziksel benzerlikler sayesinde, ruhlarımızı hızlıca yakınlaştırabilmiştik. Kimbilir, belki ilk defa saçlarımın rengi işe yaramıştı. Çünkü A. ile müzik dinlemek ve hele hele o çalarken dinlemek, bütün müzik aletlerine derin anlamlar yüklemişti. Özellikle klavsen! Kaburgalarımda çaldığına yemin edebilirim!
Saatler süren provalar boyunca Aya İrini'de kitap okumak, uyumak, kahve içmek ve hatta evimin balkonunda gezer gibi üst galeride salınmak bana ilaç gibi gelmişti o yıl. Böyle yaşayabilceğim duygusuna kapıldığımı itiraf ediyorum. Hatta A.'ya beslemeye başladığım duygulardan tedirgin bile olmuştum. Oysa yalnızca müzik vardı aramızda. İletkenimiz samimiyet ve müzik olmuştu. Garip bir mesafemiz, bütün mesafeleri komik kılan içtenliğimiz, yaşanan bir aylık serüveni ayrıcalıklı kılmıştı. Kilisenin ya da müzenin merdivenlerinde uzun uzun sohbet ederken, hiç bilmediğim ülkelerdeki yerel ama görkemli festivaller hakkında akıl almaz şeyler öğrenirken, keyfime diyecek yoktu.
İlk kez, A. ile arkadaşlığım sırasında bana olgun bir erkek gerektiğini anladım. Saygı duymalıydım. Saygımı kazanmalıydı. Samimi olmalıydı. Bilmediğim ama bilmek istediğim şeyler hakkında beni geliştirmeliydi. Didaktik olmamalıydı. Cesaretlendirmeliydi. Öylece yanımda dururken, elimi dahi tutmazken, kalbime yakın durmalıydı. A., öyleydi. Bir aşk hikayesi yaratılabilecek en muhteşem adaydı... Eğer evlenmek üzere olduğu bir sevgilisi olmasaydı...
Hayatım boyunca diğer kadını yok sayamadım. Ne zaman hikayede bir kadın daha olduğunu duysam, hemen çekilmişimdir.
Aşk bölüşülmez.*
Perşembe akşamı A. konserdeydi. Purusya Kralı yanıma gelip, "A. burada, gördün mü dedi? " Artık görmemezlik edemezdim... Oysa kırgındım. İki yıl boyunca bir kart bile atmamıştı. Fakat haklıydı. Ben de İsviçre'ye gitmemiştim! Constance'da yelken yapacaktık ama ben gitmemiştim. Ve A.! Tokalaştık. O kadar heyecanlandım ve o kadar çabaladım ki sakin görünmek için, öpüştük mü emin değilim. Nasıldım? İyiydim. O nasıldı? İyiydi. Neden gitmemiştim konserlere? Zaman bulamamıştım. Ama yarın gece Barok vardı, gidecektim değil mi? Evet! "İyi konserler" diyerek ayrıldık.
See you tomorrow night...
Salonda, müzisyen piyanonun tuşlarına basarken, özellikle de Debussy'nin yumuşacık müziği salonu doldururken yine aynı mekanda müzik dinliyor olmak içimi bir tuhaf yaptı. Beni bu değerli adama aşık olmaktan alıkoyan kontrol mekanizmamdan nefret ettim. Kendimi, diğer kedilerin önündeki yemeği alamayan, aciz bir sokak kedisi gibi duvar dibinde açlıktan can çekişirken hayal ettim. Biraz daha aç kalırsa ruhum, ölecektim. Yine de dün gece konsere gitmedim. Kimbilir, belki de evlenmişti nişanlısıyla?
A., benim hayatımda duruşu ve varlığıyla çok anlamlıydı. Farklı koşullarda bir dakika düşünmeden onunla dünyayı gezebilirdim. Eger bir başka kadın ona aşık olmasaydı, eğer benden bu kadar yaşlı olmasaydı, eğer ben azıcık arsız , azıcık daha fütursuz olsaydım.Olabilseydim...
Salı akşamı A. ile aynı salonda müzik dinleyeceğiz. Bu gece gelir mi bilmiyorum. Fakat dün için pişmanım. Çünkü onunla yan yana oturup müziğin sunduğu büyülü yolculuğa çıkmayı özledim. Bana ait olmayan, içimde bir umut ya da aşk beslemediğim bu değerli insanla sadece müziği paylaşmam suç sayılmaz değil mi?
Aşkın binbir yüzü var; bana, garip garip yerlerden bakıyor ama gözlerini gözlerime dikip, kımıldamadan duran biriyle henüz tanışmadım!
*Bölüştüğünü sananların sonu hep felaket olmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder