Bir zamanların, benim İstanbul'umun sesleri rahatsız edici değildi. Rıhtımda vapur beklerken duyduğum hiçbir ses irkilmeme neden olmazdı. Akşamın olmadık saatlerinde sokaktan insan sesleri yükselmez, parklarda, bahçelerde kimse evinin bahçesindeymiş gibi rahat rahat bağırmazdı. Benim İstanbul'um sessiz değildi, tüm seslerinin bir ahengi vardı. Fakat edepsiz ve hadsiz hiç değildi. Şu içinde yaşadığım son İstanbul öyle ama avaz avaz insanların doluştuğu dev bir kasaba!
Oturmayı, kalkmayı, giyinmeyi, Kaldırımda yürümeyi, ortak alan paylaşmayı bilmeyen, işin fenası bilmediğini de bilemeyen insanlar... Ömrü taşrada geçip, soluğu burada alanlar. Elitist miyim? Bence değilim, o insanların toprağına gittiğimde hepsini seviyorum, ben onların buradaki hoyratlıklarını, ucuzluklarını ve kıskançlıklarını sevmiyorum.
Almanya'daki Türk ne ise, İstanbul'daki taşralı da o! Bir iki istisna yakıştı şehre diye farklı düşünecek değil. Genele baktığımızda tablo feci.
İnsanın kulağına tıkaç takmadan uyuyamadığı bir hayat nedir yahu? Komşularının sıkıntıdan dedikodu yaptığı bir apartman? Hayvanlara zulmü iş edinen emekli teyzeler ordusu ile dolu bir sokak?
Haftaya yokum İstanbul! Bir hafta yokum. İçim şimdiden neşe dolu. Fıstık çamları beni hatırlayacak mı acaba? Ya çakallar? Bakalım gün batımında şarkı söylemeye gelecekler mi?
Henüz çantamı hazırlamadım. Zaten içine koyacak neyim var ki? Diş fırçası, kahve, iki çorap, iki don, iki t-shirt. Bir de seyahatnamem. Oraları yazmaya başladığım defterimi, arasındaki kuru yapraklarla birlikte tekrar yanıma alacağım. Bu defa neler görürüm kim bilir?
Sessizliğe gidiyorum diye içim kıpır kıpır....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder