2 Haziran 2021 Çarşamba

KAPI


Zaman zaman anlatmışımdır ailemin çok uluslu, çok inançlı hayatını. Çok şükür eşimiz, dostumuz da bizim gibiydi; ne ermeni dostlarımız, ne Museviler, ne de Süryani ve Rumlar hiç eksik olmadı sofralarımızdan, hayatlarımızdan. Sebatayistlere gelin gitmekten tutun da, hristiyanlığın üçlü birlik inancını patrikhanenin diyakonundan dinlemeye uzanan bin bir güzel hikayem var benim, çok şükür sahiden.

Kesinlikle azınlık sempatizanı değilim, eşcinsel olmadığım gibi. Fakat bu insanlara sırf farklı bir şeye inandıkları, hayatta bizden farklı sofralara oturup, kendilerine ait gelenekleri sürdürdükleri veya isimleri kulağa değişik geliyor diye yapılan ayrımcılığı içime sindiremiyorum. En sevdiğim arkadaşlarımdan Stella musevidir ve bu şehirdeki aile kökleri Sultan Beyazıd'a kadar dayanır. Bu durumda adı yüzünden benden daha az Türkiyeli olduğu söylenebilir mi? Veya Banu'nun Süryani kökleri benden daha mı az buralıdır?

Dün tesadüfen bir film izledim. Adı Kapı. İçim sızlaya sızlaya, ağlaya ağlaya izledim. İnsanları toprağından sürgün etmeyi, bir avuç insanı hiçbir yere sığdıramamayı utana, sıkıla, sanki sebebi benmişim gibi içlenerek seyrettim. Biliyorum çok ayıbı var bu ülkenin, çok.... Ve dokunuyor bana. 

Filmde uzun zaman önce Berlin'e göç etmiş, sonra yıllar sonra memlekete dönüp evinin kapısını, oğlunun cesedini arayan bir ailenin duygularına tanıklık ediyoruz. Bir ustanın elini sürdüğü eserle kurduğu bağı, yaptığı işe karışan terini, gözyaşlarını sakin sakin, abartmadan, lüzumsuz duygularla doldurmadan anlatıyor yönetmen. O sakin anlatıyor anlatmasına da, uçsuz bucaksız Mezopotamya ovasına bakarken böylesine kadim bir topluluğu nasıl sindirdiğimizi ben aynı sükunetle izleyemedim!

Tanımadığım toprakların beni bu kadar içine çekmesini hiç anlamasam da ellerim gari ihtiyarı telkari kolyemi aradı. Burhan almıştı bana, üzerinde akik olan bir yaşam çiçeği... Kim bilir belki de artık hayatta olmayan bir ustanın ince ince işlediği canım kolyem... Takı sevmem ya ben, işte bunlar çok özel parçalar... Bizans mozaiklerinden yapılmış yüzüğüm ve küpelerim, Arşipel'in derinlerinden gelmiş mercanlarım, İznik çinisi yüzüğüm. 
Hani Ülkü Tamer'in şiirindeki his gibi bu takıları taktığımdaki hissim;

Bütün tarihini sırtına vurup,
Denizi üç günde geçen serçenin
Bir seher vaktinde soluk soluğa
Tünediği dalda şenlik gibisin!

Sadece bir takı değil, derin bir kültür, ustadan çırağa süregelen bir gelenektir parmağımdaki, bileğimdeki. Belki de bu yüzden pahalı ve sözde tasarım olan takıları hiçbir zaman sevemedim. Ucuz, ruhsuz, özümsenmemiş taklitlerin pahalı metalle birleşmesi tıpkı filmdeki  bir his verdi bana. O kapı, o evde güzeldi, müzede değil....

Kaldı ki kapı zaten başlı başına çok güçlü bir sembol... Hele de üzerindeki işlerle...

Neden insanın gözlerinde bu kadar kalın bir perde var? Niçin güzellikleri görmekten böylesine aciz ve uzağız? Sahi bizim derdimiz ne? Neden dış sesleri, ezberlenmiş cümleleri susturup, varlığın avaz avaz bağırdığı tılsımı duyamıyor ölümlü kulaklarımız?

Bin kere dünyaya gelsem, bin kere kendi aileme doğmak, bin kere böylesine çok kültürlü yaşamaya saygılı, kollarını insan olmaya açmış bir evde doğmak isterim. En büyük kusur koşullu sevgi olsa gerek. Yazıklar olsun kalbi mühürlü toplumlara...

Kapı. İzlenilesi film...



Hiç yorum yok: