"Güldür önemli olan.."
Bu cümle Küçük Prens'den değil... Bu cümle yazdığım bir masaldan ya da okuduğum bir şiirden de değil...Geçmişten... Vakko'dan. Vakko, 1990'lı yılların başında düzenlediği bahar kampanyasında, pek değerli müşterilerine çok şık bir dosya içinde indirim günlerini müjdelemişti. Dosyayı saklıyorum; üzerinde kırmızı bir gül fotoğrafı ve tırnak içinde "güldür önemli olan.." sloganlıyla siyah, parlak bir dosya. Kampanyayı elbette unuttum. Zaten o yıllarda artık Vakko müşterisi bile değildik, ama onlar yine de babamın anısına hürmeten, her bir kağıt parçasını yollamaya devam ediyorlardı... Şimdi hatırlıyorum da, Beyoğlu Vakko kapandığında, sanki içimden bir şey daha kopup gitmiş gibi hissetmiştim. Ne tuhaf....
Dosya duruyor. İçindeki her şey, yirmi yıl önceki kadar değerli... Hatta sanırım daha da değerli. İşin ilginç tarafı ve benim bir türlü anlayamadım şey ise, yaptığım bütün temizliklerden sağ çıkmıştır bu dosya. Kalbimin iki kulakçığını ve iki karıncığını köşe bucak silip temizlediğimde bile - ki her temizlik sonrası zedelediğim dokular yüzünden çok kan kaybederim- , onu hep aynı özenle aldığım yere bırakmışımdır. Zaman zaman ruhumdan geçen o amansız buzul çağlarında, özellikle açıp açıp bakarım içindekilere; içimi ısıtsınlar, bunu bir kez daha başarsınlar diye dua ederek! Zamansız ve mekansızdır bu dosyanın içindeki şiirler.
Ne tuhaf değil mi? Benim gibi bir kafirin, bir inançsızın bile karşısında secdeye geldiği kelimeler var.. Ve o kelimeleri bir araya getiren bir adam; karşısında ömrüm boyunca utandığım...
Dün sabah ve bu sabah erguvan ağaçlarının altından geçerken aklıma geldi bütün bunlar. Çünkü erguvanları sevmeye başlamamla, bir tomar şiirin kucağıma bırakılması aynı yıla denk gelir.. Sene 1990, yer Beyoğlu...
"Üç adam sevdim Beyoğlu'nda; biri çocukluğumdan, biri gençliğimden. Üçüncüsü kimbilir hangi yılın Nisan ayında..."
Ondokuz yıl önce de tıpkı şimdiki gibi buzdan duvarlar vardı insanlarla aramda; benim inşa etmediğim, varlığını hiç sevmediğim görülebilir duvarlar. Hep oradaydılar. Ne zaman biri sevgi sözcükleri söylese, duvarlarım çatlar ve hançer şeklini alan buzlar yüreğime saplanırdı. Paniğe kapılırdım. Daha kazanmadan, kaybetmek korkusu kaplardı içimi. Sevdiğini zamansız kaybetmek korkusu... Benim en derin korkum.
O vakitler, hayatı uzun, saatleri ve mevsimleri de benim kontrolümde zannederdim. Daha pek çok şeyi "zannederdim". Sevdiğimi zannederdim, sevildiğimi zannederdim, akıllı olduğumu zannederdim... Akıl bir halta yarayacak zannederdim...
Şimdi, bu kadar güzel bir Nisan sabahında belleğimin gücü karşısında çaresizim. Hiçbir şey hatırlamak kadar acıtmıyor... Özellikle el değmemiş mutluluğu hatırlamak kadar... Unutamamak cezam olmalı diye düşünüyorum.
Bütün bu hatırlamalar karşısında kontrolümü kaybetmemek için yoga yapıyorum. Dikkatini ana çevirmek için, olimpiyatlara hazırlanan halterciler gibi, tüm gücümle geçmişi ve geleceği itip, anın içinde kalmaya çalışıyorum. Bu çok zor... Tonlarca taşı sırtında taşımaktan, yokuş yukarı koşmaktan ve hatta fiziksel gücün sınanabileceği her şeyden daha zor.
Biliyor musun, dersin sonunda yerde uzandığım ve beşten geriye saydığım dakikalarda senin yüzün de gözlerimin önünden geçiyor. Ve beş Mutluyum, ve dört huzurluyum ve üç sağlıklıyım ve iki geçmişi ve kendimi affediyor, sevgiyle kucaklıyorum ve bir kendimi onaylıyorum...
Sen oradasın; ve ikide. Ne zaman bu cümleyi tekrarlasam bütün kalbimle diliyorum ki; bir gün seni hakkın olan sevginin içinde görüp, kendimi gerçekten affedebileyim...
Mutlu Yıllar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder