23 Nisan 2009 Perşembe

Özgür Ruh Ne Demektir Ve Neden İnsanların Sinirine Dokunur?

Beklenmedik aksiliklerle, iptal edilmenin kıyısından dönen dvd gecesi bakınız bana neler düşündürdü; albatrosları, boşanmaya cüret eden kadınları ve yeniden deneyecek gücü bulanların kıskançlık uyandıran hikayelerini...


Filmde* üç kız kardeş ve bir babadan oluşan çekirdek aile, bana kalırsa sinema dilinin en ustalıklı örneklerinden birini sergileyerek anlatılıyordu. Elbette teknik şeylerden bahsedip, duyguyu es geçecek değilim. O benim işim değil. Burada beni şaşırtan ve düşündüren, filmi daha önce de defalarca izleyen arkadaşımın tepkisi oldu. Çok tanıdık, çok can sıkan, çok bildik bir tepki...


Üç, hatta hepsini sayarsak altı kadın izlediğimiz sahnelerde; en yaşlı kadın bencilliğinin doruğunda, öz güveni tavan yapmış ama aslında yalnızlıktan deliler gibi korkan bir anneanne, en küçük karakter oldukça zeki ve sevimli bir kız çocuğu idi. Küçük kızın annesi sakin ve kendi halinde bir portre çizerken, asıl hikaye diğer üç kız kardeş arasında geçiyordu.


En büyük abla içe dönük, yarattığı bir hayalle gururunu korumaya çalışan, ilahiyatta huzur arayan gelenekçi biriyken - ki ilerleyen sahnelerde aşk için nasıl yalvardığını ve saçmaladığını göreceğiz- , atılımcı ve genç küçük kardeş istediği aşkı sabırla alıyordu hayattan. Yaşına, gençliğine ve deneyimsizliğine rağmen, bir adama aşkın ne olduğunu her gün ona daha yakın durarak ve sabırla anlatmayı başardı. Akıllı kadın ve kazancı üzerine gayet başarılı bir tiplemeydi. Ona göre aşk; sevdiğinin yanında sansürsüz ve rahat olmaktı. Nihayetinde, aslında başka bir kadına aşık olan adamı da bu fikrine ikna etti. Üstelik sadece orada, yanıbaşında durarak! Ne sabır ama... ( ne kazandı bu kadın? )


Benim derdim ortanca ablayla. "Özgür" bir ruh ve sakin tavırlar sergileyen bu kadın, filmin son karesinde ne kazanır, ne kaybeder? Diğerleri ne kazanmıştır? Onun kaybettiği - eğer bir kayıp ise - nedir?


Evli bir adamla sevişmeyi reddeden ve ardından aynı evde yaşamayı başaramadığı, ama ara ara sevişip, yemek pişirdiği eski sevgilisiyle (adam bir başka kadınla evlenmeye karar verince) yalnızca arkadaş kalmayı tercih eden bu kadın, kariyerini ve geleceğini de beklenmedik şekilde yaşar. Onun duygularıyla verdiği kararlar, yani mutfağın birleştirici gücünü ailesi için koruma iç güdüsü ve yaşadığı şehri kariyer için terk etmeyişi bir kayıp mıdır? Ya da evli bir erkekle aşk yaşamamak kayıp mıdır? ( bir erkeğin gözüyle bakarsak zaten adam karısından ayrıdır ve nikahın önemi yoktur??!! Bu da tarih boyunca söylenmiş en klişe yalandır. ) Ona bir hayat adamış babasını hasta zannettiği için yanında kalmayı tercih ediş bir kaybediş midir? İnsan ne zaman kaybeder, ne zaman kazanır? Kazanç ve kayıplarımıza kim sevinir, kim üzülür? Kim karar verir? Nedir peki bu özgür ruh?


Özgür ruh, yerinde olmak için çırpındığımız, hayattaki duruşuna imrendiğimiz, hatta zaman zaman gücüyle sinirimize dokunan biridir. Bizi cesaretsizliğimizle yüzleştiren haindir! Tıpkı C. Baudelaire' in Albatros şiirinde anlatıldığı gibi; düştüğünde için için zevk aldığımız, tekrar havalandığında imrenerek izlediğimiz biridir. Boşanmayı başaramamış kadınların, bunu becerenlerden için için nefret etmesidir. Tıpkı konformist muhteremlerin kıçlarının rahatı için, kaosun ortasında "izole olmayı başarıyorum" aldatmacaları gibidir... Anlatayım mı daha ne saçmalıyorum?


Filmi izleyen arkadaşım için ortanca kızın filmin sonunda geldiği nokta hayal kırıklığıydı. Ama o bir kadın gözüyle bakamazdı elbette. Film okullarında bunun öğretildiğini sanmıyorum. Orada bir hikayenin ilk perdesi kapanmıştı sadece... Diğer kadınların seçimlerinden ne denli mutlu olup olmadıklarını söylemek için çok erkendi. Ama ortanca kız mutluydu. Olmak istediği yerde; mutfaktaydı. Babasına yemek pişiriyordu ve hayatında hiç yalan yoktu! Bu mudur kayıp?
En genç kadın bir "çocukla" aşk yaşamayı seçmişti; hayat boyu anlatırdı artık ona... En büyük abla yoktan bir aşk yaratacak kadar aşka susamıştı. Kendi yazdığı senaryolara "inanmayı becerebildiği sürece" besbelli mutlu olacaktı. Ama inanabildiği sürece... Ortanca kardeş, hani şu özgür ruhlu olan, her şeyi ve herkesi görebilecek kadar açmıştı gözlerini.. Kesinlikle bir erkek arıyordu; çocuk yapacak bir erkek, ama erkek yapacağı bir çocuk değil!**


Ne istediğini bilen ve içindeki hislere itaat eden kadın neden kaybedenler kulübüne üye yapılır? O kadını kaybetmiş görmek nasıl bir ruh halindeki erkeğe haz verir? Biraz düşünmek lazım...




*EAT DRINK MAN WOMAN


** Bu muhteşem ve tam yerinde hatırlatma için Lilith'e teşekkür ederim:))



2 yorum:

kelebeklerözgürdür dedi ki...

self-denial...

şimdi ben ortada duracağım. bugünlerde ortalarda duruyorum :)...artık tek bir gerçeğe, tek bir doğruya inanmıyorum. filmi kalabalık fobim yüzünden kaçırdım o yüzden senin yorumun üzerinden değerlendirme yapacağım ve doğru olmayabilir. ama...

filmdeki kadınların her biri, "kendi" doğasına uygun seçim yapmış anladığım kadarıyla...doğru'su "bir liman" olan kadın için, bir limana demirleyip uygun mevsimi beklemek, doğru bir seçim olabilir. o zaman kim diyebilir ki bu kadın yanlış seçim yapmış....doğru'su "çıplak göz"le bakmayı seçmek olan kadın için özlem ve arzularını anlık veya kısa zamanlık da olsa dindirebileceği bir erkekle birlikte olmak yerine babasına yemek pişirmeyi seçmek, doğru seçim olabilir. buna da kaybetmek demek kimin haddine?...

herkes farklı rapunzel...hayatını ve kendini başkalarına göre konumlandıran ve o dış noktayı referans alarak bir benlik inşa edenlerin,- ve bunu yaparken içine kulak tıkayanların- seçimlerine çok saygı duymuyorum ben artık. ama kimseyi kendi gerçeğimle kendine getirmeye de inanmıyorum. farklı yerlerde duralım zaten, hayat öyle ilginç...ama iş ki merkezimizde olalım...

biryerlerden aklımda kaldığı kadarıyla...jung olabilir..."özgürce yaşanmamış tek yaşam, kendi benliğine ihanet ederek yaşanmış yaşamdır"...

şimdi bulaşıkları yıkamalıyım...:p

sevgiler :)

Fortunata dedi ki...

Sevgili Külkedisi,
Önce mesai dedin, sonra Maviay, ardından kalabalık fobisi:))) Olsun, Burhan bulur bize bu filmi:))


"herkes farklı rapunzel...hayatını ve kendini başkalarına göre konumlandıran ve o dış noktayı referans alarak bir benlik inşa edenlerin,- ve bunu yaparken içine kulak tıkayanların- seçimlerine çok saygı duymuyorum ben artık. ama kimseyi kendi gerçeğimle kendine getirmeye de inanmıyorum. farklı yerlerde duralım zaten, hayat öyle ilginç...ama iş ki merkezimizde olalım..."

Bu paragrafa tüm kalbimle katılıyorum... Ammaaa benim cümlem, yani kimseye dayatmadığım ve inandığım şeye yakın olan şudur: "özgürce yaşanmamış tek yaşam, kendi benliğine ihanet ederek yaşanmış yaşamdır"

Bulaşığı yıka sen, yemek benden bu akşam:))