İşte reklamım budur. Hani kendimi en iyi ajansın ellerine bıraksam, beni daha iyi bir sloganla ifade edemezlerdi. Bu benim: Eti DanKek, kek dünyasında tek!
Hem "kek", hem "dan"...
Mehmetus fırtına gibi geldi ve gitti... Sevinmemle üzülmem arasında yirmi dört saat bile geçemedi. Garip bir şiir hatırlıyorum hayal meyal: "... varlığı yokluğunda belli olur..." gibi bir mısra sanki.... Şiirden - hele şairden - pek bişi anlamayan ben ne yazık ki sadece bu kadarını anımsıyorum ve itiraf ediyorum: Mehmetus yokluğunda daha da fazla içime işlemiş... Bu küçük insanlar, durmadan kalbimdeki odacıkları işgal ediyorlar. Döşeği seren kalıyor. Bakınız Küçük İnsan Miami, bakınız Minik Deve Dubai, Lilith Stuttgart ve Mehmetus Londra! Heyhat, nereye kadar?
Yok yok, trajik bir yazı olmayacak. Gerçi C.tesi benim için biraz trajikomik başladı ama olsun. Bir dakika , daha da başa sarıyorum. Niye trajik canım, aslında gayet hoş bir adamla başladım güne. Üstelik bütün gün yaptığım birbirinden feci şakalara rağmen kaçmadı! Gerçi onun da çenesi çok düşük ve durmadan konuşuyor ama ben de kaçmadım:))
Efenim, sabahın köründe yataktan apar topar fırlayan ben, balıklara ve sokak kedilerine yemeklerini verdikten sonra, hızlı bir duş alıp evden çıktım. Tabii pek muhteren bazı arkadaşlar, - ki onlar kendilerini bilirler... - anamın evinde bir gram kahve bırakmamış oldukları için*, sokaklarda "kahve kahve" diye inleyerek yürümeye/sürünmeye başladım. ( Meraklıları için açıklıyorum: ben içimden sürünürüm. İçinden sürünmek, içinden konuşmak gibidir. Elaleme maskara olmazsınız.) Ve bakınız ne oldu. Benimle buluşmaya gelen beyefendi, yanağımdan öpmek için eğildiğinde kahve kokuyordu! Vay edepsiz! Ben inim inim inlerken, o kalkıp kahve içmiş. Bir de utanmadan geç kalmış! Neymiş efendim, termos aramışmış da, bana kahve getirecekmişmiş... Yalancı:))
Neyse, olgun bir insanım ya ben, elbette uzatmadım mevzuyu. Nasıl olsa Kadıköy'den kahve alabilirdik. Aldık da. Hatta daha da ileri gidip, mis gibi sebzeli poğaçalarımızla denizi seyrederek yedik. Sarayımın önünden geçerken içimi yine o bildik huzur kapladı, "Tanrım, sen çok güzelsin!" diye bağırdım. Yani saray güzeldi. Yanlış anlaşılmasın, Tanrı yakinim değildir...
Sonra beyefendi ile yollarımız ayrıldı. Kendisi Kazak filmlerini pek severmiş, ben ise Kiraz Çiçekleri Mevsimi için haftalardır yanıp tutuşmaktaydım. Böylece farklı seçimlerimizin kurbanı olarak, ayrı sinemalara doğru dağıldık. Film canıma okudu. Bu yazıya sıkıştırmak haksızlık olacağı için anlatmayacağım ama vallahi çok güzeldi.. Sadece sakura bayramı değil**, bütün kareleriyle güzeldi film.. Bu Pazar tekrarı var, izlemek isterseniz son bir şans derim. Bana inanmayanlar ve filmi abarttığımı düşünenler Burhan'a sorsunlar. O da ağladı!
Burhan'la vedalaştıktan sonra, farklı filmlerde geçirilen zamanın ardından, Balık Pazarı'na ulaşıp, aynı masada bira içmeyi başardık sabah kahvesini benden esirgeyen beyefendi ile:)) Hatta, anamın evinde kahve komayan kardeş de katıldı bize:)) Orada işimiz bitince günün en romantik anı için Karaköy'e doğru inmeye başladık.
Etraftakiler bu sahneyi nasıl algıladılar bilemem ama tam olarak şöyleydi: Üzerinde kahverengi bir pelerin olan kadın yani ben, yanındaki boylu poslu adamı ardında bırakarak ( bu da o kahve kokan beyefendi! ) iskeleye koşar ve oradaki kadına hızlıca gülümseyerek, ufak tefek gözlüklü adamın üzerine atlar! Adam dediysem, kalıbı minicik, kalbi koskocaman birinden bahsediyorum: Mehmetus! Gizli Samuray, Karanlıkların Efendisi, Londra'daki neferimiz, tekilanın gizli efendisi, fındıklı votkanın tek fanı!
Dışarıdan bakıldığında salakça olduğunun farkındayım. Ama kime ne ya? Mehmetus gelmiş, gerisi hava civa!
Ardımızda kalan kahve kokularını, vapurla karşı kıyıya yolladıktan sonra Üç Silahşörler olarak Galata Köprüsü'nden geçtik ve şehrin pek bir şahane noktasına ulaştık. Bütün günü sokak kedileri gibi güneşi kovalayarak ve olabildiğince yayılarak geçirdik.
Elbette arada acayiplikler olmadı değil. Hiç üçümüz sokağa çıkarız ve normal bir gün olabilir mi? Mehmetus, Londra'da her türlü yiyeceğe aşerdiği için tantuni diye tutturdu. Ama Sultanahmet'de tantuni ne gezer? Adamlara "hamile arkadaşa tantuni bakıyorduk" gibi manyakça yalanlar bile söylediysem de, tantuni bulamayınca lahmacuna kadar düştük! Mehmetus,boyuna posuna bakmadan dört tane lahmacun söylemez mi? Ya Burhan gelmeseydi? Nasıl bitecekti o lahmacunlar? Şişşt, kime diyorum?
Tek acayiplik bu diil, bilin bakalım bize ne getirmiş Londra'dan? Ayna!
Bu ne yaw? Zaten üzülüyorum saçlarım matlaştı, kaz ayakları aldı başını gidiyor diye. İnsan dostuna ayna mı getirir? Kafir! Tabii Külkedisi alınmadı! Onda ne gezer kaz ayağı. Bütün kazlar bende kamp kurmuş!
Şükürler olsun ki kahveleri unutmamış, yoksa o ayna kabusumuz olacaktı. Mehmetus'la ilgili yazıyı burada kesiyorum. Kalanına mail olarak devam edeceğim. Ama sır perdesi aralanmayacaktır, bunu peşin peşin söyleyeyim. Kocaman bir "Dan"kek olsam da, "kova" hakkında asla konuşmayacağım!
*Bu sabah öğrendiğime göre zamansızlıktan alamamış kahveyi garibim:))
** Bir "gölge dansı" durumu var ki içime oturdu!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder