6 Nisan 2009 Pazartesi

Sonum Başlangıcımdır.



Luna Park severlere soruyorum; deli gibi alçalıp yükselen saçma bir alet vardır, neydi onun adı? Kendimi ve etrafımdaki bir avuç hassas miğdeli(!) muhteremi işte o alette çalkalanırken canlandırıyorum gözümde; bir yukarı, bir aşağı derken.... Kafalar bacaklarla, kalp akılla, neşe iç bulantısıyla takas oluvermiş!



Herkes aynı şeyi özlediğini söylerken, bu huzur denilen zımbırtının ne sebeple karaborsa olduğunu merak ediyorum. Yoksa o çok sevimli Zen Rahibinin dediği gibi gölgemizden mi kaçmaya çalışıyoruz? Ya da aramaktan vazgeçtiğimizde sahiden bulacak mıyız onu?



Her devirde bu kadar karmaşık mıydı insan, bu kadar tatminsiz ve bu kadar çözümsüz müydü kendi içinde? Bildiklerimizi uygulamakta hep mi tembeldik? Hep mi olmadık şeyleri sırtlanmış yürüyorduk zamanın içinde? ( Bakınız: Kelebekler Özgürdür son yazı ve bakınız J. W. Atlas'ın Yükü ) Herkes mi aynı batakta? Bilmiyorum....



Aylar sonra, geçen hafta sonu Beyoğlu'na çıktım bir arkadaşımla. İnanılmaz güzel bir gün geçirdim. Bütün yukarıda saydığım sorulardan uzak, herşey yolundaymış gibi -ve buna bütün içtenliğimle inanarak- tam gün huzurluydum. Sırtımda, içimde, aklımda olması gerekenden bir gram daha fazlası yoktu! Zencefil'de yediğim balkabağı tatlısının* güzelliğine bile kapılıp tamamını yemedim. Yani o kadar hafiftim, o kadar dengedeydim :)) Peki ben bunu neden "daima" başaramıyorum?



Yoksa kendime dürüst değil miyim? Ooooo çok sıkıldım aynı şeyleri düşünmekten! Artık kimi sevip kimi sevmediğimden, hatta aslında bir zamanlar birilerini gerçekten ama gerçekten sevip sevmediğimden bile emin değilim. Ailemle kurduğum ilişkide bile iki ruhlu hissediyorum kendimi; bazen onlar herşeyim , bazen ben hiç kimseyim! Kendimim bile değilken, nasıl onların bir parçası olabilirim ki?



Sonra vızıklıyorum, neden iletişim bu kadar zor diye. Oysa C.tesi akşamı baktım da herkes aynı batakta değil. Batak bir bin türlü... Mesela o gece karşımdaki masada oturan adam - ki aslında üstü başı derli toplu sayılırdı - yarım saatten fazla gözlerini bana dikip**, bir sonuca varamayacağını anlayınca yan masadaki kıza döndü. Bir saatin sonunda adam, kız ve kızın sonradan onlara katılan arkadaşı beraberce eğleniyorlardı.
Benim için gayet gereksiz bir sohbeti başka bir kadın memnuniyetle kabul etmişti. (Hayatım boyunca bu hep böyle olmuştur; benim gereksiz bulduğum adamları başka kadınlar alıp gerekli hale getirdiler. Ben bu konuda gerçekten tembelim:)) Ne sanıyordum ki ben kendimi? Anlayamadım gitti! Kibirimi, gururumu ve yerden almadığım burnumu toplayıp, kaçıp gitmek istiyorum kendimden. Yoksa hayatın sonunda şöyle bir tablo görüyorum (lütfen kızma bana Külkedisi, bu sadece bir yazı!!): Elvan huzurevinin merdivenlerine oturmuş, başını ellerinin arasına almış öylece duruyor. Sonra basamaklardaki yosunları kazıyor elindeki bozuk parayla! Amanın!!!



Diğer yandan Almanca bir atasözü duymuştum geçenlerde Türkçe meali: "birinci sınıf olmayan birşeyin sizi ele geçirmesine asla izin vermeyin!" Vay be değil mi?



Fikir üretmekten, tur planları yapmaktan kafam patladı. Artık büyük bir hevesle Kapadokya için gün sayıyorum. Bir gezi yazısı yazmayı çok özledim. Günlük mü tutsam orada? Kapadokya Günlüğü. Hem bölgenin tarihi coğrafyası hakkında da yazarım, hoş olmaz mı?


Aaa bir de konuyu iyice dağıtmışken, C.tesi günü izlediğim iki filmden bahsetmem lazım. Hani adamları, şarapları yazdık bari kültür eksik olmasın!


Efendim Başsız Kadın gerçekten kafayı ve algıyı zorlayan, benim gibi sinema hakkında bildikleri 100 gr kesekağıdını doldurmayacak biri için ise epeyce enteresandı. Sıkılmadım ama bir kez daha izler miyim çok emin olamadım doğrusu... Ve fakat Zaman ve Şehre Dair beni aldı götürdü.... Terence Davies isminde bir yönetmenin filmi. Sanırım bir sonraki İngiltere seyahatimde ilk işim koşarak Liverpool'a gitmek olacak. Ayrıca merak ederim ben şimdi, bu adam başka ne işler yapmış?



Filme dönersek; sokaklar, liman görüntüleri.... Müzik seçimleri. Film boyunca yönetmenin birinci tekil şahıs olarak şehri, zamanı ve daha da önemlisi ve samimisi kişisel tarihini anlatması inanılmazdı. Bu anlatımı daha da etkileyici kılan onlarca önemli cümleriyi ise tek tek hatırlamam imkansız... Çünkü her biri başlı başına vurgundu! "Sonum başlangıcımdır" da o cümlelerden biri.. Ama sadece biri!



Bir gösterimi daha var mı, varsa nerede kaçta bilemem fakat görmenizi isterdim doğrusu. Ya film gerçekten iyiydi, ya da ben fazla hassaslaştım yine!





* İnanılmaz güzeldi... Tarifini Ferdağ'dan almak şart oldu!

** Gayet namuslu giyinmiştim. Kot ve kazak. Makyajım bile yoktu. Demek hazırlanıp çıkılsa et pazarı gayet almış yürümüş...




4 yorum:

kelebeklerözgürdür dedi ki...

yazının başlığı bana bir bienalden aklımda kalan bir cümleyi anımsattı. (bir fotoğraflar dizisiydi ve bir kadına dairdi yanlış hatırlamıyorsam)
"this is the first day of the rest of your life"...

ben de bilmiyorum herkes aynı batakta mı, değil mi...ama farklılığa ödaklanınca farklılıkları, benzerliğe odaklanınca benzerlikleri görüyoruz.

ve elbette, sırtımızda en ağır yük olarak, kendimizi taşıyoruz. zaten bizden başka kim taşır ki böylesi bir yükü...kendinle bile dalga geçmek mi lazım..ben henüz çözemedim...çözünce yan odaya haber gönderirim :)

sevgiler

Fortunata dedi ki...

"this is the first day of the rest of your life"...
Sevdiğimiz bir cümledir kendisi. Demek ki aynı bienalde dolanmışız:))

Yan oda umutla haber bekler sevgili Külkeidisi...

JoA dedi ki...

dalgalanmadan durulmuyor di mi:)

kapadokya'ya gidince lütfen benden selam söyle, çok özledim oraları. sabah balonların şişirilmesini, yükselişini, süzülüşünü izlemelisin mutlaka. ve o günlüğü merakla bekleyeceğim:)

Fortunata dedi ki...

Anlaştık Joa,
Balonları seyredeceğim ve senden selam da söyleyeceğim:)