Uzun hem de çok uzun zamandır bu kadar huzurlu bir kırksekiz saat geçirmemiştim. Aklımla, zihnimle ve bedenimle olduğum yerden kaçmadan, olduğum andan kaçmadan, kendimden kaçmadan yaşadığım dolu dolu bir kırksekiz saat... Bu beklenmedik başarımla ne kadar gurur duysam azdır. Anda olmayı becermek, uzayda istasyon kurmaktan daha zor. Hele hele benim gibi aklı bir karış havada olanlar için!
Bazen ve sanırım özellikle o malum günlere yaklaşırken, manasızca duygulanıyorum. Yol kenarındaki çıplak bir ağaca bakarken, artık yanımda olmayan, artık asla kucaklaşamayacağım kadim dostumla oynadığımız oyunlar düşüyor içime. Ağlıyorum. Sokakta ya da otobüste hiç önemi yok. O kurumuş, içinden hayat çekilmiş dallara bakıp, deliler gibi ağlıyorum. Radyoda S. Barber'dan Adagio for String çalıyor, ağlıyorum.. Neye ağladığım da belli değil!
Huzur dolu bir Pazar kahvaltısında karnım tok, ruhum tok, bedenim ısınmış, mutlu mesud otururken fonda bir şarkı* duyuyorum ve ben yine ağlıyorum! Bodrum'u, V. Coşkun'u, atölye sohbetlerimizi, dostluğumuzu özlüyorum. Bir telefon açıp, nasılsın demek yerine sanki o ölmüş gibi zırıl zırıl ağlıyorum. Ne var ki ağlayacak? Atla bi şeye git. Sabaha kucakla arkadaşını, doya doya öp, sarıl, sohbet et ve evine dön. Aptal mıyım ben ya?
Akordu bozulmuş bir enstrüman ya da menopozdaki bir kadın gibi davranıyorum; kah sevecen, kah kontrolsüz. Kendimdeki patlamalardan korkuyorum. Sakinliğimden, içime dönen hesaplaşmalarımdan... Ama bugün seyrettiğim filmde Cengizhan "kaçacak yerim kalmadığı için artık korkmuyorum!" dediğinde, kıs kıs güldüm. Aramızdaki yüzyılları bir nefeste koşup, "benim de kaçacak yerim kalmadı Cengizhan" demek istedim ona.. Bu hayatı kazanç ve kayıplarıyla kabullenip yaşamak dışında şansım yok. Çünkü yüksek bir yerden atlayacak gücüm yok. Hem ölmek istemiyorum. Ölüm zaten gelecek... Savaşsak da, saklansak da gelecek... Yine de sevgi bir pranga kalplere. Sevenler, esaretin gönüllü köleleri!
Fakat isterdim. Uzun bir seyahate çıkıp, dönüşte tam da olmak istediğim gibi sadece ben; başkalarının beklentilerini hiçe sayan, olduğu gibi, apaçık ortada duran bir "ben"le dönmek isterdim... Hocam bu seyahatin yollara düşmeden de, zihnimizi sıfırlayarak yapılabileceğini söylüyor. Geceleri yatağa uzanıp yüzden geriye sayarak.... Bu gerçekten mümkünse, evet istiyorum! Zihnimde halledemediğim tüm parça pinçik anılarla yüzleşmek, tıpkı My Name is Earl' de olduğu gibi hayatımı temize çekerek, yarattığım tüm karmaları temizleyerek sıfırlanmak istiyorum. Kalbini kırdığım herkesten tek tek özür dilemek, hayal kırıklığı yarattığım anları başa sarmak...
Kendime, bütün kararlarıma yukarıdan bakmak istiyorum. Planlarımı hızlandırmak, neşemi korumak ve baharı düşünmek istiyorum! Başlıyorum, başladım: 100, 99, 98, 97, 96....
* "One more cup of..."
4 yorum:
"Bir telefon açıp, nasılsın demek yerine sanki o ölmüş gibi zırıl zırıl ağlıyorum. Ne var ki ağlayacak? Atla bi şeye git. Sabaha kucakla arkadaşını, doya doya öp, sarıl, sohbet et ve evine dön. Aptal mıyım ben ya?"
bazen ağlıyoruz, bazen ağlamak yerine basıp gidip sarılıyoruz. ama bazen birine bazen diğerine ihtiyacımız olduğundan oluyor bunlar belki...
bazen izin vermek lazım :) gözyaşlarına, patlamalara, durakalmaya, dönüp bakmaya, hatta bazen bakmamaya....bazen yapmalı böyle şeyler...
Kesinlikle; bazen izin vermek lazım:))
Ben böyle durumlarda, hatirladigim kişininde beni özlediğini düşünürüm.Yoksa nasıl olabilir ki böyle duygu yogunluğu...
Duygusallaşma halini zaman zaman bende yaşıyorum.Kendimle eğleniyorum sonra bebek bezi reklamında da ağlar mı bir insan diye :)
Yazının sonunda belirtiğin " ben" ile ilgili bugun güzel bir cümle okudum arkadasimin sitesinde yazdığı bir mimde...Çok düşündürdü.Seninle de paylaşmak isterim."Kendinizi aramayın. Kendiniz olmaya cüret edin".
Sevgilerimle..
"Kendin olmaya cüret etmek!" muhteşem. Sanırım tam olarak böyle demek istemişim aslınsa:))
Yorum Gönder