Son bir yıl hiç kolay geçmedi. Evsiz, aç, kimsesiz değildim kabul. Yine de zorlandım.... Beş para etmez insanların çirkinliğine, korkaklığına tanıklık etmek, ölümün kıyısından dönen kardeşimi izlemek az buz değildi.
Yine de devran döndü, güzel günler geldi. Bir yerlere gittik biz ve dönüşte boğazıma düğümlenen duyguların çoğunu geride bıraktım. Öyle bir yer ki şu an, yani tam burası, sadece ve sadece yutabildiğim lokmaların teşekküründeyim.
Düğümler mi? Bıraktım.
Kuzeye gittik biz. Kendimize yurt aramaya.
Sigara böreği yiyecek kadar acıkmış köpeklerle yemeğimizi bölüşüp, son yılların en güzel patates kızartmasıyla biralarımızı yudumladık. Ne yazık ki durumu içler acısı olan bir Bizans Kilisesi vardı aynı yerde. İlk kez görmüyordum yeşermiş duvarları ve terk edilmişliği. Yine de ah etti kalbim es geçilmiş hazineye...
Buradan demir aldığımızda bir gece konaklayacağımız yere ulaşmıştık. Ormanın kıyısında ufacık bir kulübe. Eşyalarımızı içeri bırakırken bizi nasıl bir gece beklediğinden habersizdik. Ne muhteşem kumsalda kabuk toplarken, ne de hamsi tavaya acayip yakışan rakılarımızı yudumlarken bize pusu kuran maceranın sesini duymadık!
Rüzgar, rakı ve tatlı bir yorgunluk vardı gecenin sonunda. Hepimiz sakinleşmiş, gevşemiştik. Macera mı? O bekliyordu, ormanın kıyısında!
Açık havada soluklanalım derken kulübenin anahtarını içeride unuttuk! Anahtarla birlikte yorganlarımız, sobamız, ilaçlarımız ve ne varsa içeride kaldı! Bir saate yakın uğraştık kapıyı açmak için. Issızlığın ortasında olmanın ne anlama geldiğini de doya doya hissettik. Korkmadık fakat endişemiz her dakika arttı. Ufacık bir plastik parçasının yardımıyla kapı açılınca sobanın sıcaklığına fazlasıyla minnettardık. Oh dedik sahiden. Ses? O hala ortalarda yoktu. Soruma cevap gelmedi.
Sabah kahvaltımızın güzelliği acılı menemen ve kulübenin ardındaki tahta köprüyle geçilen orman oldu.
Bakmaya doyamıyorduk yeşilin ışıltısına. İçtiğim en güzel kahveydi elimdeki. Oysa evden getirmiştim, yani dün sabahkinin aynısıydı aslında:) Kahvaltı sonrası o bölgeyi özel kılan milli parka doğru yola koyulduk. Bizi bekleyen kartallardan, kuğulardan ve ağaçkakanlardan hiç haberimiz yokken, cennete davet edilmiştik!
Bu defa rakı yoktu ama nedense dün geceden daha sarhoş, daha keyifliydik ormanın derinliklerine doğru yürürken. Yolumuza çıkan çemberler, tırmandığımız kuş gözlem kuleleri ve eşsiz bir sazlık... Ayak seslerimizi duyunca suya zıplayan kurbağalar. Hepsi kendimizi bir ortaçağ masalında hissetmeye fazlasıyla yeterliydi. Yerlere dökülen yaprakların renkleri.... Daha güzel bir halı olamazdı ki!
Kısa bir ziyaret daha yaptıktan sonra yol üzerinde, sislerin arasında direksiyon sallamaya başladı fedakar ekip! Bu coğrafyadan ayrılırken hiç ummadığımız bir yerden uğurladı hayat bizi; aşırı şanslı olduğumuzu söyleyerek el salladı ardımızdan....
Yolda sislerin ardından çıkan mültecilerin çıplak ayaklarına bakınca birkaç saniye için korku ve çaresizlik ile merhamet arasına sıkışıp kaldık. Nasıl da hükmümüz yoktu kötülük karşısında....
Masal gibi bir bahçede yemeğimizi yerken, sislerin içinde parlayan güller vardı masanın etrafında. Her şey yan yanaydı hayatlarımızda; yaşam ve ölüm, sevgi ve nefret, güzellik ve çirkinlik... Her ne varsa hepsi el eleydi. Son bir kez sordum sorumu, cevap yoktu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder