Kule eve, Eski Türk Mahallesi'ndeki asfalt yolun sağ tarafından daracık bir rampayla gidilirdi. İlk ziyaretim gece yarısından sonraydı. Ne sokağın adını görebilmiştim, ne de avlunun önünde uzanan uçsuz bucaksız araziyi.
İki kanatlı tahta kapının önünde durduğumuzda, Harun cebinden büyük bir anahtar çıkarttı. Anahtar kilitte kolayca dönerken kulaklarımın çok eskilerden hatırladığı yumuşak bir sesle hareket ediyordu. Neyi hatırladığımı bulamadım ama gülümsedim. O gece bir süreliğine de olsa büyük resimdeki yerimi buldum, kule evin iki anahtarından biri benim oldu. Demirden yapılmış anahtarı sol elimle kavradığım an, hayatla nasıl bir akit yaptığımın farkında değildim. Her seçimin farklı bir yol yaratacağını kimse anlatmamıştı bana.
Kule eve ilk kez tek başıma gittiğimde üst kattaki pencerenin içine yerleştiğimi hatırlıyorum. Tam bana göre, ufacık bir niş, kireçle sıvanmış bir kozaydı burası. Arazinin zamansızlığını, evin bir geçit olduğunu sezdiğim an da tam olarak buydu sanırım.
Evin alt kattaki tuvaletinin tam üstüne denk gelen, ufacık bir odası vardı. Kilitliydi. Ev sahibi anahtarları verdikten sonra bir daha hiç görünmemiş ama ayrılırken Harun'a o odayı açmaması gerektiğini, eski eşyaları bıraktıklarını söylemişti. Odanın zincirlerle sıkı sıkı bağlanmış paslı bir asma kilitle korunduğuna inanırsak bu istekte hiç sorun yoktu. Ama odanın asma kilidi tamamen göstermelikti. Çünkü gevşek bir çivinin tuttuğu halka ufacık bir çekme hareketinde elimde kalmıştı.
Odanın kapısı tıpkı tekke kapları gibi alçaktı ve en ilginç yanı da içeriden sürgülü olmasıydı.. Zaman zaman Harun'la bunun ne kadar ilginç bir durum olduğunu konuştuk ama o kadar fazla olağandışı olay yaşıyorduk ki, kilitli odayı hemen unuttuk.
Daha sonraki ziyaretlerimden birinde kendimi yorgun hissediyordum. Harun'un eve dönmesine en az bir saat vardı. Yatağa uzandım ve yüzümü duvara dönerek battaniyenin altına kıvrıldım. Dışarıda şiddetli bir yağmur vardı. Yağmurun pencerelere çarpan sesini dinleyerek yavaş yavaş gevşediğimi, üşümemin geçtiğini hatırlıyorum. Sonra uyur uyanık olduğum bir an, merdivenlerde yavaş yavaş basamakları tırmanan ayak sesleri duydum. Yüzüm hala duvara dönüktü. Harun mu gelmişti? Ama kapıyı açışını duymamıştım.
Ayak seslerinin sahibi Harun'dan daha şişman, daha yavaştı. Zemindeki seslerden ve titreşimden bunu hissedebiliyordum. Artık odada yalnız değildim. Yalnız değildim fakat kiminle olduğumu görmek için yüzümü dönecek cesaretim de yoktu.
Gelen kişi yatağın kenarına oturdu. Tam arkamdaydı. Döşeğin eğildiğini hissedebiliyordum. Sakin bir nefesi vardı. Bana zarar vermek isteseydi çoktan yapardı diye düşündüm. Başka bir niyeti olmalıydı. Ama ne?
Bütün bunlar Harun'un anahtarı kilitte çevirmesiyle sona erdi. Harun'un ceketini çıkarışını, ayakkabılarını kenara bırakıp terliklerini giyişini duydum. Ev tekrar soğumuştu. Yavaş yavaş yukarı çıkan adımlarını dinledim. Yüzüm duvara dönüktü, şaşkındım. Uyuduğumu düşünmüş olmalı. Elektrikli ısıtıcıyı açtığını duydum. Sonra yanıma uzandı. Uyuduk.
Rüya mı görmüştüm acaba? Tek anladığım kule evin bizden başka sakinleri vardı ve bilinmek istemişlerdi. Olanları Harun'a anlattığımda gülümsedi. Kapının önünde ayak izlleri gördüğü söyledi. belki bir yere kadar sesler sahiciydi ve sonra rüyaya geçip ben devam etmiştim? Ama başka şeyler de bilmiyor muyduk biz? Bu yaşamda buluşmamız tesadüf değildi mesela, bunu biliyorduk. Sonra çatıdaki şeytanı hatırlattı bana. O bile zararsızdı. Nasıl da gülümsemişti bize ay ışığı altında! Arazi desen kesinlikle bir portaldi. Çünkü kule evimiz eski bir mahallede Çobanyıldızı sokaktaydı! Zühre, Venüs, Lucifer! Işık taşıyan. Bir parlayan* olarak Harun bu evi tesadüfen bulmuş olamazdı.
Artık ikimiz de emindik. Başka boyutlardan gezginler tarafından ziyaret ediliyorduk ve benim de ev halkına dahil olmamla birlikte gelen gidenimiz artmıştı! İşin ilginç tarafı arkadaşlarımız bu eve gelmekten, gelseler bile uzun uzun oturmaktan hiç hoşlanmıyorlardı. Bizim için gezegenin en huzurlu noktası, onlar için çivili bir sedir gibiydi. Bana göre çiçekler içinde yaşıyorduk ama onların yüzünde derin bir kaygı görüyordum. Aslında umurumuzda değildi. Birbirimize fazlasıyla yetiyorduk. Ne televizyona, ne arkadaşa, ne de başka bir şeye hiç ihtiyacımız yoktu. Zar zor sesini duyduğumuz kaset çalardan yükselen müzik tek eğlencemizdi. Onu da uyumaya giderken açıyorduk.
Kasabaya son ziyaretimde ayaklarım beni eski mahalleye götürdü. Kule evin arazisine çıkan toprak rampaya şimdilerde taş döşenmiş. Harun ve ben uzun zamandır o evde yaşamıyoruz. Yaşamıyor muyuz? Kim bilir? Görünen o ki akitlerimizi unuttuk, diğerleri gibi derin uykunun perdesi var kalplerimizde. Ama ben hatırlıyorum, alacakaranlıkta suya atılan taşın halkaları gibi genişleyen araziyi, çatıdaki şeytanı, gün doğumuna kadar ışıl ışıl parlayan yıldızı ve misafirlerimizi.
Aslında ben bir süredir yaşadığım tüm hikayeleri neden yaşadığımı hatırlıyorum. Kimlerin benimle akitleri var, kiminle ne amaçla kesişti yolum çok iyi görüyorum. Ama anlatamıyorum....
Bugün dışarıda durmayan yağan yağmur kule evi hatırlattı bana. Bir portalin önünde duracak kadar şanslı olduğum günleri anımsayarak gülümsedim bir başka portal için hazırlıklarımı tamamlarken....
*Harun
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder