30 Kasım 2024 Cumartesi

"KÜN" DEDİM OLMADI!

 

Olmak, bilmek, öğrenmek, uyanmak... Fiil mi? Her manaya çekilebilen bu fiilleri neden içime çekip onlara hükmedemiyorum? Hani ben ol dersem olacak, bildim desem bilecek, gözümü açınca uyanacaktım?

Olmuyor. Oldurmaya çalışmanın manasızlığı artık gözüme batmayı bırak, gözümü oyuyor.

Durmak, damıtmak, hasat etmek kelimeleri dönüyor zihnimde. Belki o dönüşten mide bulantım, belki de yaşadıklarımın hazımsızlığından.

Nicedir, ama uzun bir zamandır ilişkilerim beni doyurmaz oldu. Ruhumun açlığına çare bulamaz, bedenimi oradan şuraya sürükler oldum. Yoruldum. Sıkıldım. Bıraktım. Vazgeçerim sandım. Sadece eksik kaldım. 

Haksızlığa sessiz kalınmasından, hiç düşülmemiş gibi ayağa kalkılmasından, "ah ya, geçmiş olsun" cümlesine erinilmesinden bezdim. Halden anlamayan, hali tavrı ancak paralel evrende makul olan en yakınlarımla mesafelenmek zorunda kaldım.

Ne kendimi olanı olduğu haliyle kabule ikna edebildim, ne diğerlerini. Bırakmanın tek çare olduğuna neredeyse iknayım.

Ve bu sabah öğrendim ki KÜN Arapçada "ol" iken eski Türkçe'de "gün" imiş, "güneş ışığı" imiş. Tevekkeli değil boşuna uğraşmışım oldurmaya, ışıkmış eksiğim.


29 Kasım 2024 Cuma

KAN KOKUSU ALMIŞ GİBİ UZUYOR DİŞLERİM TIRNAKLARIM.

 

Tek tek söksem dişlerimi, taşlara sürte sürte törpülesem de tırnaklarımı olmuyor, defalarca kafasını koparttığım öfkem her çaresiz hissedişimde beni ele geçiriyor. Üstelik beni bu hale düşüren hep aynı tuzak, avlayan hep aynı avcı oluyor. İnsan yedi kat ele değil, yakın bildiğine almıyor gardını.

Dayım öldü benim. Hala içime sinmiyor ölümü, hala daha fazla ne yapabilirdim diyor içimdeki ses. Ben kendi muhasebemde hata ararken, birilerinin kendilerini aklamış, üstüne haklı çıkmış olmalarına inanamıyorum. 

Ailem açık yaram benim. 

28 Kasım 2024 Perşembe

KONYA

 

Konya hakkında çok yazdım, hatta bence yeteri kadar yazdım. İlk gidişimden başlayarak bolca Mevlana hikayesi ve Selçuklu mimarısı güzellemesi yaptım. Fakat Konya şaşırtmaya, beni sürprizlerle şımartmaya hiç ara vermedi. Başka sunacak neyi kalmış olabilir ki, bildiğim yere gidiyorum desem de, hep bir bilinmezi vardı ona olan ilgimi tazeleyen.

Bunca yıldan sonra turist değilim Konya'da. Elbette türbe ziyaretini hala seviyorum ve kesinlikle önceliğim ama artık eşim dostum  da var  bu şehirde. Onları görmek, beraberce çarşı pazar gezmek veya öylece evde oturmak benim için kafi. 

Belki bu sebeple anlatabileceğim Konya bitti. Mevlana'nın sözlerinden, Şems'den anladıklarım anlatılamaz hale geldi. Sadece şunu söyleyebilirim müthiş bir belediyecilik var şehirde. Anadolu'nun ortasında yükselen bir değer olmaya aday Konya. Dev kütüphaneleri, Selçuklu'ya hakkı olan itibarı iade edişiyle Konya ilerleyen yıllarda tıpkı Eskişehir gibi bolca konuşacağımız şehirlerden olacak.

Et yemekleri sevenlerin gurme şehri olur mu bilemem, çünkü etten pek anlamam ancak değerlerini canlandırmak ve yeniden görünür kılmak için hevesliler. Hiç kolay değil bir şehre kaçıp gitmiş ruhunu iade etmek ancak mümkün. Eğer yeterli çaba gösterilir ve doğru projelendirme yapılabilirse neden olmasın?

Benim orda yaşayan iki kıymetli insanım bu konuda canla başla çalışıyorlar. Adnan Küçük ve Celaleddin Berberoğlu. Her ikisi de işinde gücünde, örf ve adetinde inançlı insanlar. Bana sorsanız sadece Konya'nın değil, ülkenin aydınlık yüzünü temsil ediyorlar. Çünkü seküler kesimin de, muhafazakarların da bilmediği bilmek istemediği bir yerde duruyorlar, makul ve uzlaşmacı zeminde.

Onlarla görüşmek bana hep üçüncü ve orta yolun mümkün olduğunu gösteriyor. Kendimizi ararken yürüdüğümüz yollar ve yolda olma biçimlerimiz farklılık gösterse de çok iyi biliyoruz ki niyetimiz bir. Amaç anlamak ve anlatmak, amaç konuşarak hatta bazen susarak diğerini kendi penceremizden bakmaya, o manzarada birlikte hissedip yeniden değerlendirmeye davet etmek. Bu sebeple seviyorum zaman zaman Konya'da olmayı. Hr defasında şansıma şükrediyorum hayatın beni onca dükkan arasından dedemin dükkanına götüren planına. Velhasıl benden Konya yazısı çıkmaz bu saatten sonra. Olsa olsa bu kadar.

26 Kasım 2024 Salı

HASAT -III-

 

Yeni kariyerime doğru hamle yaptığımdan habersiz kahvemden son yudumu aldığım an Senem sesleniyor "hadi" ve başlıyoruz yaymaya. Yaymak denilince malum akla ilk gelen yayılıp oturmak olsa da biliyorum ki buradaki anlamı tamamen farklı. Hadi diyorum içimden, yayalım bakalım!

Böylece yaygıcılık serüvenim başlıyor.

Çalıştığımız bahçe yaklaşık dört dönüm, deniz seviyesinden çok yüksek olmayan bir düzlük. Ağaçlara gözü gibi bakan babaları ölünce malı mülkü paylaşamayan iki kardeşin ihmalinden bakımsız kalmış. Nasıl olduysa Mehmet Usta'nın ısrarlarıyla bu sene zeytini toplatıp sıktırmaya razı olmuşlar. İşte ben o hiç tanımadığım rahmetlinin kızlarına yaygı seriyorum şimdi.

Zeytinlere "kız" diyorum ben, çünkü erkeklerin bunca kıymetli özelliği bünyelerinde barındırdığı doğada görülmüş iş değil. Dolayısıyla zeytinin doğası gereği dişi olduğunu düşünüyorum.

Yaygıcılık aslında balıkçılığı anımsattı bana. Neden derseniz yaygıcının yaygıyı zeytini silkilecek ağacın altına özenle yerleştirmesi, ki bu işi iki kişi yapıyor ve birden fazla yaygı yerleştiriliyor, aslında balıkçıların ağ atmasıyla aynı şey. Ağ, yaygı. Zeytin, palamut, yaygıcı, balıkçı gibi düşünülebilir. Çünkü zeytinin yaygıya düşmesiyle, balıkların ağa doluşması aynı şey olduğu gibi, yaygının toplanma tekniği ile ağın çekilmesi de neredeyse aynı!

Ah Erol Hocam ya, neler neler öğretmiş bana, kendi deniz aşkını öyle içten aşılamış ki tüm metaforlarım denizden. Yeri cennet olsun.

Diyeceğim şu ki hangi hayattan olduğunu bilmediğim balıkçılığımdan olsa gerek, ellerim hiç yadırgamadı yaygıcılığı. Bir iki saat sonra üstüm başım, halim tavrım, şevkim artık ne varsa hepsiyle,  yaygıcı olmuştum.

Çok severek, keyifle çalıştım. Bir çocuk merakıyla dinledim anlatılanları, yapılan işi seyrettim ve nihayetinde taklit ettim. Öğle molası olduğunu anlamadan akıp geçti zaman. Hava yavaş yavaş ısındı. Sabah ayazının yüzümü sızlatan serini yerini öğle güneşine bıraktı. Apartmandaki dairede yazı kışı ucundan yaşayan bedenim, günle akmanın şaşkını olmuştu. 

Sofranın eksiğini anlatsam vah vah edersiniz ama öyle güzel yorulmuştuk ki, o azlık bana bolluk gibi geldi. Daha da güzeli fazlasıyla yetti. 

Akşama kadar çalışacak gücü toparlar toparlamaz eteğimizi silkip kalktık. Yeniden yaygılar yayıldı, silkilen ağaçların yaygısı toplanıp yapraklar kuzulara, sıkıma gidecek zeytinler çuvallara diye ayırmaya devam ettik. Bu arada Senem iri ve kusursuz olanlardan sofralık zeytin kurmak için de ayırıyordu. Bana da tek tek gösteriyordu hangisi alınır, hangisi alınmaz. En ilginç olanı neydi biliyor musunuz? Kurdu içindeydi zeytinin. Dışarıdan bir canlı değildi kurt, zeytin kendi içinden çıkartıyordu onu yiyip bitireni. Ne metafor ama!

Buna benzer çokça düşünce zihnimi yalayıp geçse de hiçbirine uzun uzadıya takılmadım zira elimdeki işin hareketi parmak uçlarıma öğle bir neşe salmıştı ki, başka birşey olsun, parmaklarımla arama girsin istemiyordum. Düşünceler geldi ve gittiler, hiçbiri kalmadı, hiçbirinin avucumdaki güzellik yanında kıymeti yoktu.

İlk gün tıpkı Londra'daki Portre Galerisi'ndeki gibi kafayı bulmuştum. O vakit sanattan zonklayan başım, şimdi doğanın ihtişamından zonkluyordu. 

Eve dönüş yolunda Mehmet Usta bize güzel çalışmamızın ödülü olarak çukulata ısmarladı. Yaygıcılığım ilk rızkına kavuşmuştu. Ardından eve geldik, soba yakıldı, banyoya gidilip paklanıldı ve dünyanın en güzel tarhana çorbasını kaynattık. Ekmek, tarhana, keçi peyniri ve sofralık şarap. O andan sonra birkaç kelimelik muhabbet ve saf sevinç kalmıştı sadece. Saat dokuzu az geçmişti ki hepimizin gözleri ağırlaştı. Ertesi sabaha hevesli, bilmediğim bir yorulmanın şaşkınlığıyla uyuyup kaldım.

Gün aydınlanırken bu defa azda olsa bildiğim yerden başladım sabaha. Sofra bezini bulup serdim, kahvaltıya bir gün evvelden bildiğim zeytini, peyniri, salçayı çıkarttım. Mehmet Usta önce kedilere, sonra ağıla gitti. O sırada Senem de uyandı ve bize öğle kumanyasını hazırladı. Fırında karnabahar, köz biber, bakla... Of of... Zeytine mi gidiyorduk, şölene mi?

İkinci gün ne traktöre binerken tedirgindim ne de bir önceki günün ayazı vardı. Ya ben pek sevmiştim bu işi ya da doğa bana kıyak geçiyordu. Yukarı çıkınca emin oldum ki hava daha yumuşaktı bu sabah. Hiç zaman kaybetmeden başladık çalışmaya. Bir gün öncenin çuval sayısını geçebilecek miydik bakalım?

Hep birlikte çalışmanın ne garip bir büyüsü vardı. Az konuşuluyordu ama kelimeler zaten pek gerekli değildi. Hepimiz tertemiz bir zihinle pür dikkat zeytinlerle meşguldük. İpek nam ı diğer zeytin kraliçesi önüne yığılı zeytinlerle bizi beklerken biz yaygı işi biter bitmez yaprakla meyveyi ayırmaya onun yanına koşuyorduk. Arada bir ağaçtan da silktik Senemle zeytinleri, hatta küçük, yumuşak uçlu tırpana benzer taraklarla taradık zeytin kızın saçlarını. Bu taraklar gerçekten çok yumuşak, düşmeye gönlü olan meyveyi alıyor daldan ama dala zarar ziyan olmadan.

Ağaçlardan biri beni çok etkiledi. Koskocaman, üstü meyve dolu olan bu ağaçta dokunsan düşecek halde zeytinden tut, daha bir hafta on gün dalda kalmak isteyenine kadar hepsi yan yanaydı. Bir tür noel ağacı gibi birden fazla renkte meyvesi vardı. Mürdümler, morlar, lacivert ve siyahlar. Sadece bu ağacın bile kendine özel öykü kitabı olabilirdi ve aslında olmalıydı. Olmalı mıydı? Belki gerek yoktu, zeytin ona el sürene hikayesini anlatmıyor muydu? Okumaya gönlü olana yaprak yaprak açılmıyor muydu?

İkinci gün efsane bir öğle yemeğine oturduk. Önümdeki bazlamanın yarısını yemişsem Allah affetsin, ki yedim! Açık havadan mıdır bilmem pek tatminkardı hem ruhum, hem midem. Lokmalarımın tadını çıkarta çıkarta çiğnedim. Elimdeki kaseye doldurduğum sebzelerin rengi, kokusu ve tadı inanılmazdı. Salça, zeytinyağ ve domatesle yaratılan tılsımlı lokmalardı yuttuğum. İçimde birşeyler güçleniyordu, yemek yemekten fazlasıydı hissettiğim.

Öğleden sonra daha da hızlandık. Ertesi gün yağmursuz son gün olacaktı ve arazi çamurlanmadan ne kadar çok zeytin silkersek o kadar iyiydi. Gerçekten güzel çalıştık. Birara kendimi dev bir zeytin yaygısı üzerinde buldum. Telefondan bir türkü açtım kendime ne hikmetse; "bülbülüm altın kafeste" ve oturdum zeytin tanerinin ortasına. Başıma zeytinler yağarken düşündüm; neden bu hüzünlü türküyü seçmiştim? Besbelli çok gelmişti mutluluk, üstelik beklemezken gelmişti. Mutlu olmayı az, kederi, endişeyi fazla bilen zihnim telaşlanmıştı yabancı sularda. Fakat başaramadı beni bulanığına çekmeyi, başaramadım çok şükür. Arkadan hemen bir ses geldi İbrahim'den "ooo bizim yaygıcı çalgıcı olmuş!" Hep birlikte bir kahkaha, bir şenlik hemen toparlandım, hemen geri döndüm yaşamın kıyısına, çabucak çıkıverdim daldığım karanlığımdan.

Akşama doğru son ikisi bir aradamı içip, çuvalları traktöre attık ve yavaş yavaş eve dönüşe geçtik. Ertesi gün burada olmayacağımı bilmek canımı sıksa da tam puan almıştım zeytincilerden ve Allah ömür verirse seneye yine gelecek, yine yaygıcı çalgıcı olacaktım.

O akşam Elif ve Hokan beni almaya aşağı köye geldiler. Yatılı misafir olduğu evden annesi babası tarafından alınan çocuk gibi aklım oyun arkadaşlarımda kalarak çıktım yukarı eve. Hokan ve Elif muhteşem bir sofra hazırlamışlardı. Bu çok güzel yemeği bolca neşe yükleyerek keyifle yedik. Ne tatlı bir tesadüftür ki zeytin yaygısı toplarken hep palamut vardı aklımda ve hasat dönüşü yemeğimiz de palamut olmuştu.

Şu kısacık zaman diliminde yaşamın, ben çomak sokmadıkça kendi yatağında akan bir nehir olduğunu idrak ettiğim ılık sularda çimmiş, ne verildiyse bayıla bayıla, teşekkür ede ede almıştım. Uzun uzadıya oturacak, hala sindiremediğim güzelliği layığıyla anlatacak gücüm kalmadığından erken yattım.

Senem bana mevsimin en güzel iki gününü yaşatmış, hayatımda aldığım en güzel iltifatı yapmıştı: "olduğun yere çok yakışıyorsun" 

Uykuya dalarken sadece bu cümle vardı aklımda, kalan yaşamda olduğum yere yakışmak istiyordum çabasız bir çabayla. Belli ki zeytin hasatından fazlası vardı hikayemde, insan olarak neyi hasat etmeliydim? Ne ektiğimizin farkında mıydık? İki günlük hasattan beş aylık ödevle dönmüştüm eve, uyanır uyanmaz başlamalıydım düşünmeye. 






18 Kasım 2024 Pazartesi

HASAT -II-

 

Bu defa köydekilerle konuşup karar vererek çıktım yola, sadece ormanın kıyısındaki sessizliğin tadını çıkartmayacak, aşağı köyde kalıp Senem ve Mehmet Usta'yla zeytin hasatına gidecektim. Çünkü ağaçlarımın ilk zeytinlerini toplamaya yetişememiştim ve eksikleniyordum. Oysa ağaçları dikeli henüz iki yıl bile olmamıştı ve zaten beklediğimiz birşey bile değildi meyve vermeleri ama insanım nihayetinde, zaman zaman kapılıyorum böyle "eyvah kaçırdım" hissine.

Köye uzun bir yolculukla vardık. Yolda işler vardı halledilecek, yolcular vardı uçağa yetiştirilecek, uçaktan alınacak. Eve ulaştığımızda akşam olmuştu. Biraz sohbet ve şömineleri yakma faslı sonrası odalarımıza dağıldık. Ateşi dinleyerek uyuyakalmışım.

Ertesi gün sakin geçti. Nasıl geçti, ne ettik  bilmiyorum. Bir ara arazide dolanıp ağaçlarımı sevmeye gittiğimi biliyorum o kadar. Saate bakmayı gerektirmeyen günlerde insan afallıyor, sanki büyük bir baskı kalkıyor omuzlardan ve içerisiyle dışarısı arasında yeniden bağ kuruluyor. İçimdeki hayvanın sesini, ihtiyaçlarını daha iyi duyuyorum kırsalda. Açsa besliyorum, kokuyorsa yıkıyorum, uykusu gelirse de yatırıyorum. 

Kendini duymanın vahşiliği eşsiz.

Oralardayken belki daha vahşiyim fakat akışta hissediyorum. Kırılganlıklarım, şehrin konforuna dair rutinlerim anlamını yitiriyor. Hiç beceremediğim kadar eyvallah kafası geliyor. 

Pazar akşamı Mehmet Usta ve Senem yemekten sonra beni  aşağı köye, evlerine götürdüler. En son ne zaman köy evine misafir olmuştum hatırlamıyorum.

Bana oturma odasına yatak açıldı. İki çekyat, bir masa ve sobadan ibaret odam. Çarşafımı yaydık, yorganımın altına saklandım ve sabahı sabah ettim! Her zaman yadırgarım yerimi, ilk gece hep zorlanırım uyumakta. Fakat o gece endişe de ettim çünkü sabaha hasat vardı ve zaten rutinimin dışında  efor sarfedecektim, buna uykusuzluk eklenirse ne olurdu halim?

Birşey olmadı. Kalkıp üzerimi giyindim, yatağımı topladım ve evin sabah işlerini seyrederek sobanın kenarına iliştim. Mehmet Usta çoktan kalkmış, girişteki sobayı yakmış ve kedilerin yemeğini vermişti bile. Burada yirmiden fazla irili ufaklı kedi var ve evinde kaldığım çift onlara bakmaktan hiç gocunmuyorlar. Az ilerideki ağılda besledikleri keçi ve koyunlar kadar kıymetli bu hanede kedi nüfusu. Senem'in tavana astığı kavunlar ve çiçek saksılarının altında öyle fantastik bir manzara ki bu hayvanların kahvaltısı, görmeliydiniz.

Biz Senem'le sofra kurarken, Mehmet Usta ağıla gitti. O gelene kadar herşey tamamdı ve en son Senem'in tavsiyeleriyle üstüme başıma bir kat esvabımı daha giyince hazırdık yola çıkmaya.

Kolay değildi arazi için giyinmek. Bir defa çift çorap şart. Sabah ayazına değmemek için hırka, zeytin dallarına takılmamak için de eşarp şart. Çok şükür hepsi verildi.

Arabayı zeytine geldiğimiz köyde dar bir sokağa bırakıp, oradan traktörü aldık. Söylemeyi unuttum, Mehmet Usta'nın seksen yaşındaki anası da bizimle geliyordu. O hemen traktörün kasasına yerleşti. Bir an rüya görüyorum sandım çünkü genç bir kadın kadar çevik atlamıştı kasaya. Ben mi? Ben Senem'i bekledim. Önce O, traktörün tekerinin üzerine zıpladı sonra aynı onun bastığı yerlere basarak ben öteki tekerin üzerine çıktım.

Tanrım çok yüksekti! Tutunacak yer yok gibiydi ve bir şekilde düşmeden zeytinliğe varmalıydım. Vardık. Vardık ama ilk kez traktöre bindiğimden çok kasılmış, tedirgin olmuştum. Buna rağmen hoşuma gitmişti traktör tepesi. İnsan kral gibi hissediyor azıcık yerden yükselince.

Ve işte zeytinlerin arasına geldik. Bir aile daha var bizimle hasatta çalışacak. Uzaktan gülümsüyorlar. Yanlarına gidiyoruz. Küçük tuhaf bir soba tütüyor yanlarında. Benden haberdarlar, beklenmedik biri değilim. Hemen ikisi bir arada kahvemi tutuşturuyorlar elime. Fazla soru sormadan adım ve işimle yetinip, çabucak alıyorlar aralarına.

"Sen yaygıcısın" diyorlar kahvemi içerken, "olur" diyorum neye evet dediğimden habersiz. 

Ben bundan böyle yaygıcıyım önümüzdeki iki gün. Bakalım nasıl şeymiş şu yaygıcılık?








16 Kasım 2024 Cumartesi

HASAT -I-

 

Durmaksızın anlam yüklediğimiz, hasarlanmış zihinlerimizle nefessiz bıraktığımız hayat, gördüm ki sadece biz yakasını bırakırsak kendi yatağında akabiliyor. Eğer elimizi üzerlerinden çeker, aradan çıkarsak eğiliyor otlar rüzgara. Kusursuz dere yatakları ve her daim yumuşacık esecek rüzgarlar olmasa da yaşamın vaadi, sahiciliğini biz kendi ellerimizle sahte kılıyoruz. 

İnsan akmaktan korkuyor. İnsan ateşten, insan sudan, rüzgardan kısacası yaşadığını hissettirecek herşeyden delirircesine korkuyor. Niye ki?

Köye ilk gidişim bundan tam on bir yıl önceydi. 11 Nisan 2013. On bir sene geçmiş orada yediğim ilk yemeğin üzerinden. Ömrümde verdiğim en hayırlı, en hızlı kararlardan biriyle kabul etmiştim Hokan'ın davetini. O kısacık seyahatte Elif, Atlas ve İona ile tanıştım. Mehmet Usta ve Senem'le. Eve, İstanbul'a dönerken mutluydum, henüz bilmiyordum o köyde beni bekleyen bir hayat olup olmadığını ama beğenmiştim sunulan olasılığı.

Aradan yıllar geçti, defalarca gidip geldik köye. Benim ara verdiğim dönemler de oldu, sevgilimle gidip "bak burası ne güzel" diye gösterdiğim zamanlar da. Hep aklımın bir köşesindeydi ormanın kıyısındaki ev ama nedense adım atmayı erteledim. Hep eşlikçi bekledim, biri gelecekti hayatıma ve orada yaşam başlatacaktık. Fakat aslında kendimi bekliyormuşum; bedenim, zihnim ve ruhum hizalansız diyeymiş onca yıllık bekleyiş! 

Nasıl bilebilirdim ki?

Geçen hafta köydeydim, ormanın kıyısında, sislerin içinde, zeytin hasatında ve kendimde. Sıkılmazsan yarın anlatayım. Belki sende kendine gelirsin? Belki sende kendini bekliyorsun ama bilmiyorsun?




8 Kasım 2024 Cuma

KUZGUN


İlk gelişleri ben çok aşıkken olmuştu. Taş evin etrafında dolaşır, penceremize konarlardı. Bazen yolumu keser,  bağırırlardı. Anlardım birşey söylerlerdi ama bilmezdim. Ne ilginçtir ki Mehmet Ali Bey'le de aynı yıllarda tanışmıştım. "Mesajları oku" derdi bana, "oku Elvan". Okumadım, ben mesajları okumak yerine tüm sezgilerimi geçiştirip, zihnimin en karanlık, en can yakan hikayelerini tekrarlamaya, Dünya sahnesinde sergilemeye devam ettim, okuya okuya, oynaya oynaya ezberledim döngülerimi.. 

Koca bir kase bal veriyordu hayat, avuç avuç pul biber boşaltıyordum içine, içine.

Hiç anlayamadım bu kendini bilmekten korkma hallerimi. Fakat bunca yıldır olan buydu, bilmekten, bilinmekten korkuyordum. Dışarıda bilgiye aç bir ben yaratmış semirtmelere doyamamıştım fakat içim açlıktan kıvranıyordu, içim açlıktan ölüyordu. 

İçim çoktan dev bir boşluk olmuştu, parktaki çınar gibi.

Yusuf Amca, ara sokaktaki falcı, Yıldız Parkı'ndaki çingene... Kehanet kendini gerçekleştirmeden huzura ermeyecek, bana yaşamam için alan açılmayacaktı. Önce kehaneti kabullenecektim sonra hayat gelecekti ya da böyle bitecekti bana ayrılan süre; hayatın kıyısında, aç ve susuz, umutsuz.

Kargaları besliyorum günlerdir. kargaları besliyor ve sarmaşığımın güzelliğini seyrediyorum. İçimdeki cadıyı duymaya dikkat kesildim, gelip beni ele geçirsin istiyorum. Omuzumda kuzgunum, eteğimde buğday taneleri var. Elbisem babaannemin verdiği kumaştan, ayağımda yün çoraplar. Tam olarak evimdeyim, tam anlamıyla kendimdeyim. İşte şimdi herkese elimi uzatabilirim...
Hepsi olacak.






6 Kasım 2024 Çarşamba

BİR SABAH

 

İçinde olduğumuz yılı, yıldızı bilsem ne fayda bilmesem ne? Dünya gezegenindeyiz, sene ikibin yirmi dört. Elli bir yaşındayım ve ne geldiğim yeri anımsıyorum, ne de gideceğim yer hakkında fikrim var. İnkar edenden de, Kadıköy tarif edercesine öte alem anlatandan da bunaldım. Çok bileni beğenmeyip kibre düştü diye kınarken, az bilene zerre tahammül edemiyorum. Zaman ve merhamet konularına ciddi takıntılıyım. En hazin olanı da zihnimin beni ele geçiren sohbetlerine dair yenilgisi kabullenilmiş savaşlarım var. 

Eskiden kızıl saçlıydım, şimdi beyaz. Bilmem içinde olduğum alemi, içimdeki hali nasıl anlatsam. O kadar alışmışız ki kabuktan başlamaya, dışarı odaklanmaya, şimdilerde çok istesem de içime doğru yürüyemiyorum. Fakat hayal ediyorum... Bir sabah kalmışım ve alıp başımı gitmişim. Neden başımı alıp gidiyorum? Çünkü başımı ben, kendimi düşüncelerim sanıyorum. İnsan neden alıp başını gider? Neden alıp kalbini gitmez? Aslında öyle yapmak istiyorum, o halde; bir sabah kalkıp, alıp kalbimi gitmek istiyorum ezberimden. Peki niye yapamıyorum? Çünkü sabah kalkmak kısmı tamam da benim kalbim nerede, hadi buldum, aldım, benimle gelmeye ikna ettim diyelim, güvenebilir miyim ona, o ve ben bu işi kotarabilir miyiz bir türlü ikna olamıyorum. Yine de istiyorum; bir sabah alıp kalbimi gitmek istiyorum buralardan.

Çok istiyorum.

4 Kasım 2024 Pazartesi

HANGİ YILDAYIZ?


Günleri karıştırmak, havanın kapalı olduğu sabahlarda saati akşamüzeri zannetmek değil, ben yılları karıştırıyorum. İki sonbahar arasında ne varsa yaşanan o kadar ağır gelmiş olmalı ki yüreğime, geçen sonbahar sürüyormuşçasına kandırmak istiyorum kendimi, yok saymak istiyorum gördüğüm, duyduğum ne varsa. Olmaz, biliyorum. Ama insanım, istiyorum. 

Bodrum'dan dönmemişim, atom bombası gibi düşmemiş dayımın hastalığı kucağıma, ailem beni hiç yalnız bırakmamış. Dizlerimin ağrısına, kalbimin sızısı karışmamış... Aslında ben hiç dönmemişim Bodrum'dan. Oysa bu mümkün olmayan, olan ise önümdeki kış ve onun benim, benim de onun üzerindeki hükmümüz.

Hiçbir şeye hazır olmadığım gibi kışa da hazır hissetmiyorum kendimi. Toparlanamayan bir valiz, eteğindeki söküğü dikemediğim elbise, aşkla pişirip bir kaşık yiyemediğim yemek hayat önümde. Yükselmenin, toparlanmanın yolu yordamı var, biliyorum. Bu hafta meditasyona oturmak bana iyi gelecek. 

Biliyorum sonsuza kadar bu bitimsiz akşamüzerinde kalmayacağım.

2 Kasım 2024 Cumartesi

MEVSİM

Günaydın,

Dünya'nın en güzel şehirlerinden birinde ve yine bana göre bu şehre en çok yakışan iki mevsimden birini yaşıyoruz. Çünkü İstanbul denizin ve ağaçların renkleriyle başkalaşıyor, güzelleşiyor.

Sarmaşık nihayet beklenen efsane renklere büründü. İçindeki kuşların sesini hem Theo, hem de ben çok seviyoruz. Evimizin neşesi onlar. Hava derseniz, tatlı bir uçuk mavisi var göğün ve güneşli. 

Kahvemiz, yumuşak müziğimiz ve güne başlayacak sağlığımız var çok şükür. Bugün arabanın park sensörü işiyle ilgileneceğim. Burhan müsait olursa parkta yürüyüş yaparız. Belki Şule Gürbüz'ün yeni kitabına başlarım. Başka da işim yok gibi. Ha, yazlık pikeleri yıkayacaktım, belki onları yıkayıp kaldırırım.

Bir kişilik yaşamda bile, ki benim ki aslında Theo ve sokaktakilerle birlikte kesinlikle çok daha kalabalık, her zaman toparlanması gereken odalar, yetişmesi gereken ödemeler, alış veriş ve araya sıkışan işler oluyor. Galiba hayat böyle bir şeymiş. Keşke daha önce anlatılsaydı beklentisiz kalmamız ve olanla, gerçekleşenin içinde anın, akışın tadını çıkartmak dışında şansımız olmadığı. Eğer bunu erken yaşlarda kavrayabilmiş olsaydım ne umutsuzluğa kapılırdım, ne de oldurmak için uğraşırdım. Çok daha gerçekçi bir noktada kalabilirdim.

Mevsim diyorduk, sonbaharı severim. İnsanı yaratıcı kılar, renkler sıcaktır. Kahveler, kırmızı şaraplar, zencefil, balkabağı anlam kazanır. Rengarenk battaniyeler evin her köşesini şenlendirir. Ah kasımpatılar, onlar tüm evi sarar... Yeniden sabahlık giyilmeye başlanır. Velhasıl her mevsim gibi kendi güzelliğiyle gelir sonbahar. 

Benim hayatımda bol seyahatli olacak. Bu ay iki kez kısa süreli İstanbul dışına çıkmam gerekecek. İsis'in sağlığıyla ilgilenmem ve Nefes'in ders programını da yazmam lazım. Ah bu arada iyi bir hocayla haftada bir kez stres yönetimi üzerine online çalışmaya katılıyorum. Kendi derslerim için hala tercih etmesem de online işlere ısınmam gerektiğini biliyorum.

Çok güzel bir hafta sonu olsun hepimize.