Geçtiğimiz yıl Konstantinopolis’de okur yazar oranında müthiş
bir artış oldu. Neden derseniz yüzyıllardır pek çok bilim insanına ve sanatçıya
ev sahipliği yapmış ülkemizde bu yıl prenses Eda Liza okula başladı. Al sana
artı bir! Ayrıca Lady Agi ve ben, Kraliçe Erika’nın hikayelerini Konstantinopolis
Türkçesine çevirmeye başladık. Olduk mu üç kişi ! Kısacası bu sene
Konstantinopolis’in edebiyat dünyasında büyük değişiklikler oldu.
Üstelik rakamsal değişiklikler de var. Mesela Prenses Eda Liza
yedi, bendeniz ve Lady Agi otuzdokuz yaşında olduk. Küçük Prenses Leyla Nora
bile artık beş buçuk yaşında! Kısacası yaşadığımız yılların sayısında da gözle
görülür bir artış var...
Bu yıl, Eda Liza bildiği harfleri yanyana getirmekle
birlikte, okuduğu kitapların sayısını çoğaltırken, ben hayatımdaki mutlu anları
arttırma derdine düştüm. Bu dertle kentin nicedir gizli kalmış en eski yerleşim
yerlerini keşfetmeye gittim. Bütün yaz Batonea kenti kalıntıları arasında
dolanıp, Akdeniz dünyasının en güzel malzemelerinden olan terra sigillata adı
verilen olağanüstü zarafette kaplarla tanıştım. Onlarla yap boz oynar gibi
oynadım, uzun uzun zaman geçirdim. Bu güzel malzemeler Batonea limanına da
acaba kral Theodosius zamanında mı geldiler
diye gün ortası hayallerine bile daldım.
Ben Konstantinopolis’in yıkıntıları arasında gezerken,
prensesler babaları Piri Altuğ Reis ve anneleriyle Akdeniz’de yelken açtılar,
Halikarnassos’da gezdiler ve hatta uzun bir süre de Macaristan’daydılar.
Döndüklerinde pek görüşemedik çünkü ben uzak bir ülkeye doğru
yola çıktım….
UZAK ÜLKE
Uzak ülkeleri çok severim. Aslında uzak ülkeleri değil, beni
gündelik sıkıntılardan uzaklaştıran her şeyi ve herkesi çok severim. Mesela
kahveyi, yelkenlileri, küçük prensesleri, insanı olduğu yerden alıp bulutlara
çıkartabilen müzikleri ve içi macera
dolu kitapları… Tadı damakta kalan meyveleri ve o meyvelerden yapılan ev
pestillerini falan.
Uzun yıllardan sonra tekrar gittiğim o uzak ülkede kocaman
bir nehir vardı. Nehir yüzyıllardır kentin tam ortasından geçiyor ve taaa
okyanusa kadar upuzun bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla yol alıyordu. Bunu ben de
yaptım! Elime bir gelincik aldım ve nehrin kıyısında uzun bir yürüyüşe
başladım. Bu yürüyüş tam on gün sürdü. On gün!
On günün sonunda elimde yaprakları dökülmüş bir gelincik
sapıyla başladığım noktaya döndüğümde gerçekten çok yorulmuştum. Tam
mızmızlanmaya başlayacaktım ki küçük kırmızı bir yengeç koşarak yanıma geldi ve
bana arpa suyundan üretilmiş harika bir içecek sundu.
“Çok cömertsiniz, soylu bir aileden olmalısınız” dedim.” Bu
içecek enfes!”
“Yok canım, sadece kalbinizin sesini duydum, biraz arpa suyu
size iyi gelir diye düşündüm” dedi.
“Eh, peki madem, teşekkür ederim” dedim.
Gelincik sapını nehre attım. Kırmızı yengeçle vedalaştım. Havalimanına
doğru yola çıktım. Beni almaya gelecek olan balon gecikmişti. Tam
homurdanıyordum ki, o geldi! Ejderham! İnanılmaz sevindim. Nereden biliyordu ki
benim uzak ülkede olduğumu?
Daha sorumu içimden henüz geçirmiştim ki, kafamın içinde bir
ses duydum. Ses “ben seninle ilgili herşeyi biliyorum!”dedi. Güldüm. Bavulumu
ejderhanın sırtına yükledim. Sonra ben
de atladım. Yavaş yavaş yükseldik. Evler, arabalar, insanlar, ağaçlar bir bir
küçüldüler… Sonunda o kadar yükseldik ki, ayışığının aydınlattığı bulutlar
arasında yol almaya başladık. Kulaklarımda sadece en sevdiğim ses; saçlarımın
rüzgarda söylediği ninni vardı. Gözlerimi kapattım, dudaklarımı kapattım,
kollarımı ejderhamın boynuna sıkı sıkı doladım ve kalbimi açtım. O anda soru
geldi:
“Nehir yolculuğun nasılsın? “ diye sordu içimdeki ses.
“İyiydi galiba, müthiş bir keşif yaptım” dedim.
“Neydi keşfettiğin?”
“Mutlu olma potansiyelimi”
“Peki gelinciği neden suya attın?”
“Bunu onsuz da yapabileceğimi anladım” dedim.
Başını çevirip bana baktı. Gülüştük!
Tam da o sırada Konstantinopolis’e varmıştık. “Önce kuleye
gidelim” dedim. “Prensesleri o kadar özledim ki! Hem biliyor musun Eda Liza’nın
doğumgününe çok az kaldı.”
“Elbette biliyorum” dedi.“Ona bu yıl ne vereceksin?”
“Cömert Ağacı vereceğim; karşılık beklemeyen, koşulsuz sevginin kitabını. Ve bu gezegendeki her yılı
için bir ağaç hediye edeceğim, yedi küçük, körpe fidan, tıpkı onun gibi!”dedim.
Ejderham gülümsedi, “peki sen okudun mu kitabı?”
“Evet”
“Anladın mı?”
“Hımm, sanırım”
“Peki neden ona vereceksin?”
“Benim kadar geç kalmasını istemiyorum. Çok mutlu olsun
istiyorum ” dedim.
Kuleye geldik!
KONSTANTİNOPOLİS’DE
YEDİNCİ YIL KUTLAMALARI!
Lady Agi ile okula kızları almaya gittik. Yol boyunca
“hediyeyi tahmin et” oyunu oynadık. Eve
geldiğimizde harika bir sofra hazırlandı. Piri Altuğ Reis, Leyla Nora, Prusya
Kralı… hepimiz oradaydık. Cömert Ağaç gecikmişti ama prensese yedi fidanı
verdim.
Yedi dileğim vardı onun için:
Huzurlu bir ruh
Sağlıklı bir beden
Bereketli sofralar
Yaratıcı fikirler
Merhametli bir kalp
Macera dolu yolculuklar
Ve pek çok dost!
SENFONİK ESER
O gece Konstantinoplis’de ilginç bir ses duyuldu. Söylentiye
bakılırsa Prenses Eda Liza, kocaman bir ejderha ve kırmızı saçlı bir kadınla
kulenin banyosunda ellerini ağzına dayamış pırtlama sesleri çıkartarak
eğleniyordu! Neden olmasın ki? Eğlenmek
prenseslerin, ejderhaların ve kırmızı saçlı kadınların da hakkıydı.
Konstantinopolis yüzyıllardır pek çok müzik duymuştu ya, o gece kulaklarına
inanamadı!
Prenses Eda Liza’ya Prenses Leyla Nora ile ilgili bir sır
verdim. Artık bu dünyada sadece ikimizin bildiği bir sır var. Zaman hızla aktı ve sonunda prenses sır
tutabilecek kadar büyüdü…
Majeste çok yaşayın, önceliğiniz daima kendi mutluluğunuz
olsun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder