Sir ve ben İstanbul'un en eski bölgelerinden birindeyiz, Üsküdar'dayız. Hava ha yağdı ha yağacak; dolu dolu, gri ve soğuk. Ama kararlıyız sokaklara dökülmeye. Her zaman ki gibi iki elmamız ve bir termos dolusu güzel kahvemiz var.
Önce Çiçekçi'deyiz. Sanırım ben bu mahalleyi çok seviyorum, hatta Kuzguncuk kadar seviyorum diyebiliriz. Oysa öyle geç keşfettim ki... Bazen rüyalarıma giriyor, koskocaman pencereleri olan bir evden Topkapı Sarayı'nı seyrediyorum...
Sir'ün çok beğendiği, huzurlu bulduğunu söylediği camiinin önündeyiz, III. Selim'in yaptırdığı Selimiye Camii. Burası gerçekten inanılmaz güzel. Avlunun ortasında durup başımı kaldırınca yarısı dökülmüş, kalan yarısı can çekişen çınar ağacı yapraklarına hayran hayran bakıyorum. Şimdi daha iyi hissedebiliyorum, Sir'ün burayı niçin huzurlu bulduğunu. Camiinin etrafında turlamaya başlıyoruz. O kadar zarif ve o kadar ince ki, o an esmekte olan rüzgar yüzünden minarelerden biri başıma yıkılacakmış gibi geliyor. Özellikle camiinin arka avlusunda musalla taşlarının olduğu yerdeki kuş evlerine bayılıyorum! Bu denli incelikli bir eserin III. Selim gibi hassas ruhlu bir adama çok yakıştığını düşünüyorum.
Denizin kokusu her yerde. Sarıp sarmalıyor insanı. Çok üşüyoruz ama merak daha ağır basıyor. Biraz sonra aralık bir kapı buluyoruz. Tam kafamı uzatıp "bu kütüphaneyi herkes kullanabiliyor mu acaba? " dememle beraber, bembeyaz saçları ve güleç yüzüyle kütüphanenin araştırma görevlisi karşılıyor bizi. Uzun ve çok keyifli bir sohbetin ortasına düşüyoruz. Ne şans ama! Hem ikram edilen çaylarla ısınıyoruz, hem de camiilerden tekkelere uzanan bilgi denizinde rasgele kulaç atıyoruz.
Masada bir hat var: HU...
Tekkeler ve camiiler hakkında sohbet etme fırsatı yakaladığımız bu muhterem zat, bize birbirinden değerli hikayeler anlattığı gibi Özbekler Tekkesi'nin yerini de tarif ediyor. Kendisiyle tanışmak ne kadar memnun olduğumuzu söyledikten sonra tekrar görüşünceye dek vedalaşıyoruz. Belli ki bugün şans bizden yana, bütün kapılar açık...
Tekkeyi aramaya başlamadan evvel Üsküdar'a gidip arabayı otoparka bırakmamız lazım. Ayrıca acilen kahvaltı etmeliyiz, çünkü aç karnına içtiğim çay yüzünden alt üst olmuş durumdayım.
Neyse ki yakında bir otopark ve Mado var! Aldığımız kahvaltılıklarla termosumuzu yüklenip, Mimar Sinan'ın en çok ama en çok sevdiğim eserinin - ki bu onun erken dönem eserlerindendir - yanındaki merdivenlerden tırmanıp, yol kenarında bir banka oturuyoruz. Solumda bütün zerafetiyle Mihrimah Sultan Camii, sağımda Sir ve elimde miiiissss gibi kahve var. Uzun uzun boğazı seyrederken şehrin bize sunduğu en hazin aşk hikayelerinden birini garip bir hüzünle anımsıyorum. Bu şehirde ne kadar çok kavuşamayan aşık olduğunu düşünüyorum. Mutlu aşkların şehri değil sanki İstanbul....
Havanın gri rengi içimize kurşun gibi çökmeden ve ben hüngür hüngür ağlamaya başlayıp sevgili arkadaşımı korkutmadan kalkıyoruz oradan. Hiç unutamayacağım sabahlardan biri olarak yazıyorum bir kenara Mihrimah Sultan, Mimar Sinan ve Sir'le yaptığım kahvaltıyı.
Sultantepe'ye doğru yürümeye başlıyoruz. Zorlu bir yokuştayız. Sigara içmiyor olmama rağmen nefes nefeseyim. Evet, gerçekten kilo vermem lazım!
Tam umudumu kaybetmek üzereyken, bordo boyanmış güzel bir konağın önüne ulaşıyoruz. Burası Özbekler Tekkesi. Defalarca çok yakınındaki Bülbülderesi Mezarlığı'na gelmeme rağmen bir kez bile merak edip görmediğim tekkenin kapısı önündeyim. Demek ki zamanı şimdi diye geçiriyorum içimden. Görüldüğü üzere zamana ve olmuş olanın en iyisi olduğuna çoktan teslimim...
Tekkenin mezarlığında uyuyan köpekleri rahatsız etmeden uzul usul etrafı seyrediyoruz. Aradan A. E.'ün mezarını görüyorum. Çocukluğumdan hayal meyal hatırladığım bu adamın mezarını ziyaret ediyor olmak çok garip geliyor bana. Sir fotoğraf çekiyor bir kaç kare. Ama ne gelen var ne de giden. Koskoca konakta hayat yok sanki. Yoldan geçen bir kadına soruyorum, "acaba burada yaşayan var mı?" diye. "evet" diyor, "içeride bir aile var."
Artık kapıyı çalmadan durmam imkansız! Sir çok çekingen ama ben kapısına kadar geldiğim bu tekkeden kabul görmeden dönmemeye kararlıyım. Ve zile bastım bile!
Derin, uzun bir taşlıktan içeri giriyoruz. Soldaki binanın merdivenlerinde bir kapı açılıyor. Yaşlı bir kadın ve kucağında torunuyla Özbekistan'dan gelen ve bu tekkeyi bekleyen ailenin son kuşak gelini duruyor karşımızda. Önce kimiz, neyiz ve ne arıyoruz diye ardı sıra onlarca soru soruluyor. Sonra "sevdim sizi" diyerek içeri buyur ediyor bizi Nezahat Hanım. Çok şanslıyız demiştim değil mi?
Bu evdeki sohbet bizim mahremimiz.... Ama gördüğümüz ebrular, dinlediğimiz ney istesem de anlatamayacağım kadar özeldi.
Özbekler Tekkesi'ne yakında herkes girebilecek çünkü neredeyse 300 yıldır bir geleneğin ev sahipliğini yapan bu tekke müze olacak. Dilerim ki içinde bol sohbet, ney ve rebab da olsun... Dilerim bize anlatıldığı gibi meşk geceleri yapılsın yeniden...
Nezahat Hanım'dan bayramda Özbek Pilavı yemek üzere davet adıktan sonra tekkeden çıkıyoruz. Sir de, ben de adeta yere basmıyor gibiyiz. "Neydi bu?" diye aramızda konuşamayacak kadar şaşkınız. Ne yüzümüzü acıtan serpinti ne de ciğerimize işleyen soğuk neşemizi kaçıramıyor. Tepeden inmiyoruz, uçuyoruz!
Açlık son haddinde. Nereye mi gidiyoruz? Elbette Kanaat Lokantası'na! Aranızda diyet yapanlar vardır diye anlatmayacağım ama Kanaat Lokantası'ndaki her şey çok çekici. Özbek Pilavı, Hünkar Beğendi, Fırın Köfte.... Özellikle tatlılar. Mevsimi geçmeden Ayva Tatlısı yemenizi öneririm. Gerçekten akıllara zarar!!
Şimdi Türk kahvesi içmek için Kuzguncuk'a gidiyoruz, gelen var mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder