27 Temmuz 2009 Pazartesi

Yaramaz Abla'nın Tatil Maceraları.

Bora'nın yaramaz ablasıyım ben*. Aynı zamanda birilerinin can dostu, birilerinin en sevgili komşusu, birilerinin okyanuslar kadar sevdiği ablası ve hatta birilerinin geçmişindeki en değerli kız çocuğuyum. Ve birileri için derdini anlamayan, anlatamayan dost... Hatta halden anlamayan, gavurun dölüyüm. Bunların hepsi ve daha fazlasıyım.

Üzerimde tahakküm kurabileceğini sanan herkese ( işveren, dost, sevgili adayı, hoca, aile vs vs.. her kimlerse onlara ) koskocaman bir nanik yapmak istiyorum buradan. Olmaz. Her şey olur ve hatta 2012'de galakside başka bir boyuta bile geçilir ama hiç kimse kuş kadar beyniyle beni yönetmeye kalkamaz. Hele hele kendi hayatını dahi idare edemeyenler akıllarından bile geçirmesinler üzerimde hakimet kurabileceklerini. Şimdi, bu boğazıma takılmış cümleyi yazdım rahatladım. Gelelim kalbimi sıkıştırıp duran ve tatil boyunca kara kaplı deftere yazıp yazıp rahatlayamadıklarıma....

Tatile neden gidilir? Dinlenmek için. Ben neden tatile giderim? Dinlenmek için. Dinlenir miyim? Bedenen ve ruhen evet, zihnen hayır! Beynimi kavanoza koyup evde bırakmadıkça bana huzur yok. Bunu gayet güzel anladım. Ah bir de cep telefonumu bırakmalıyım evde; arayanlar bana ulaşamamalı, kimse mutsuz ruhunu bende avutamamalı... Yok yahu bir dakika, aslında ben artık tatile çıkmamalıyım, sırra kadem basmalıyım!

Nihayetinde, tatilden dinlenmiş ama huzursuz döndüm. Bunda emeği geçen herkese ayrı ayrı teşekkür ederim. Dilerim bana hissettirdikleri bu harika duyguyu tez zamanda onlar da doya doya yaşasınlar! ( Kirişoğlu Ailesi'ni ve onlar tarafından tanıştırıldığım herkesi, özellikle Ali ve Bora'yı bu dileğimin dışında tuttuğumu özellikle belirtmek isterim).

Yalıkavak'da kalmak bana çok değişik geldi. Gerçi iki gün Bodrum'da ( bir gecesi Ortakent'de ) kaldım ama yine de Yalıkkavak'da tatil tam anlamıyla Bodrum'da olmak değildi. Hatta Bodrum'da olmak bile aslında tam olarak orada olmak değildi. Yaptığım tüm ziyaretler; başsağlığı gezmeleri, mezarlıkta turlamalar ve hasta ziyaretleri zaten iyice karışmış olan kafamı yerden yere vurdu sanki. Allak bullak oldum gitti...

Son gün havuzda yüzerken hissettiğim şeyi anlatmadan duramayacağım. Tam olarak şöyleydi:

Ne kenarında ne de içinde benden başka kimsenin kalmadığı havuza yavaşça süzüldüm. Ilık su her zaman olduğu gibi içimi bulandırdı. Ama denize girip dalgalarla boğuşmak, her dakika deniz kestanelerini kollayarak ve de yosunlarla savaşarak yüzmektense, evimin küveti dışında kafama kadar suya batmak için bu son şansımdı.

Sırt üstü yattım. Dizlerimi hafifçe büktüm. Kollarımı iki yana iyice açtım. Saçlarım Medusa'nın yılanları gibi suyun içinde yayılmaya başladı. Suratımın yarısı minik bir adaydı su yüzeyinde. Göğsüm ve diz kapaklarım suyun salınımına göre batıp çıkarken, ayak parmaklarımda rüzgarı hissediyordum. Boynuma kadar gevşemiştim. Ama ondan ötesi tonlarca ağırlıktaki bir çıpa gibiydi. Kendimi kafamdan suyun dibine çekiliyor gibi hisettim. Bildiğim tüm gevşeme ve teslimiyet tekniklerini ard arda denediysem de rahatlayamadım. Kafam, içindeki herkes ve her şeyle kocaman bir ağırlıktı! Saçlarımı kessem hepsinden kurtulur muydum acaba?

Aklıma olur olmaz şeyler gelmeye başladı. Hamlet'i düşündüm... Zavallı Ophelia'nın cansız bedeninin nehirde sürüklendiği ana gittim sanki. Acaba onunda kafası bu kadar ağır mıydı? O da upuzun saçlarının, kafasının içindeki talihsiz düşüncelerden kaçan yılanlara benzediğini düşünüyor muydu? Onun da kalbi benimki kadar soğuk muydu?

Masmavi gökyüzüne bakarken, hiç ama hiç eve dönmemek ve bu kısacık tatilden doğruca ölüme gitmek istedim. İhanetler, iki yüzlülükler, hırçınlıklar, hayalkırıklıkları ve bekleyişler için yeterince dirençli değildim. Fiziksel ve ruhsal olarak çok yorulmuştum. Kalan ömrüm, tedavülden ha kalktı ha kalkacak bir para gibiydi. Onu son kuruşuna kadar harcayıp, Şeytan Sofrası'ndan atlamak istedim.

Kafamı ve içindekileri taşıyamamak fikriyle dakikalarca öylece yattım havuzda. Uyumlu olmaktan, güleç olmaktan ve hatta akıllı geçinmekten fena halde sıkılan ben, sadece "yaramaz abla" sıfatına gülümseyebilerek kurtulabildim kendimden. Kurulandım...
O otobüse neden yetiştim sanki?!



*Yüzüme güneş kremi sürdüğüm zamanlarda ise yaramaz teyzesi.

6 yorum:

Adsız dedi ki...

uçurtmalar rüzgarın etkisiyle yükselmez,rüzgara karşı koyduğu için yükselir...ne demek ölümü düşündüm.duymayayyım bi daha.çekerim kulağını...aaaa.şuraya iki güzel şey okumak için giriyoruz olmuyorrrrr.

kali dedi ki...

ağlama öyle, abla olmak kolay diil, yaramaz abla olmak hiç diil tamam mı :)
o külkedisi ile seni ayırcam birinizi times meydanına birinizi covent garden a koycam :p

JoA dedi ki...

haklısın, insan bazen ölmek istiyor. ben de istedim, hala da istiyorum ara sıra. ama neyse ki insanın her istediği olmuyor:)

döndüğüne sevindim ben fortunata. beraberinde getirdiğin her şeyle kabulümüzsün. belki kelebekler ve gül ağaçları sana iyi gelir biraz.

Fortunata dedi ki...

Sevgili Eczahaneci,afedersin:) okuyucu haklarını unutmuşum!

Canım Kali'm,
Yaramaz abla olma sorumluluğu bitirdi beni. Aç kollarını geliyorum. Beni Covent Garden'a koy lütfen! Ama Külkedisi olmadan uzun yaşayamam... O da gelsin.

JoA,
Çok teşekkür ederim...
Neyse ki insanın her istediği olmuyor demişsin ya, çok doğru bir laf. "Her şerde bir hayır vardır" der büyükler..

No More Virgilius dedi ki...

Şimdi küfürlü bir şeyler yazacağım.

Sen "kendin" olmaktan memnun musun?
Yanıtını bilmesem de, devam edeyim zırvalamaya:
Memnuniyetsizsen şayet, sebebi insanların gözünde "ne" olduğuna dair bir endişeden mi kaynaklanıyor? "Kendi"ne bakarken, merceğin nerde duruyor? Annenin, x amcanın, y teyzenin, z abinin ve q ablanın gözünden mi bakıyorsun?

Cevap vermekte acele etme. Kaldı ki cevapları buraya da yazma fortunata. Sadece olabildiğince soyutlanmanı çok isterim etrafındaki uyarıcılardan ve onlardan sana ulaşanlatı algılamandan. Bu kadar güzel bir insanın, olgun durabilen, sakin düşünebilen ve dingin bir ruhla dolu birinin (eğer bizi kandırmıyorsan kafamdaki fortunata böyle bir şey) sürekli endişe yumağına sarılı, isyana hazır ama dişini sıkan yeniçeri modunda olması bana tutarsız geliyor...

Bir hazine keşfedilmediği veya anlaşılamadığı için değerini yitirmez. Hisse senedi değil o, duruma göre kıymeti eksilsin veya artsın.

Küfürlü bir şeyler yazacaktım güya ama senin blog efsunlu, yorumum sona erdi efendi efendi yazdım bitti.

Fortunata dedi ki...

Sevgili Virgilius,
Bu blog da ben de çoktan okkalı bir küfürü hak ettik.Doğru söze ne denir. Ver beni bostancıbaşına gitsin.
Hisse senedi benzetmene bayıldım. Gerçi ben tedavülden kalkmak üzere olan bir bozuk para benzetmesini şahsen daha fazla beğeniyorum.
Bütün güzel sözlerin ve her zaman olduğu gibi yerinde uyarıların için sağol.Kafandaki Fortuna gayet sahici, çünkü ben sadece yazarken ve çocuk milletiyle oynarken sahiciyim. Ah bir de uyurken!
Haftaya on günlük bir tatile çıkıyorum. Hani şu hep ertelediğim masalı iki küçük meleğin yanında yazıp geleceğim kısmetse.
Ve inan beni ayakta tutan tek şey onların baktığı yerden kendime bakmak. Sanırım en çok o merceği seviyorum.Sanki içimi gören sadece onlar. Çünkü bana koşulsuz teslim olan ve benim koşulsuz teslim olduğum sadece onlar, çocuklar.
Sular bulanmadan durulmuyor Virgilius. Patrona Halil fena bastırıyor, padişah da, sadrazamımız damat da fena azıttılar. Artık dişimi sıkmayacağım söz:) Sevgilerimle...