İstasyondayım. Bir sahil kasabasının erken saatlerinin durgunluğu var havada. İki edepsiz martı raylara doğru pike yapıp bağırışmasalar, hiç kimsenin tek kelime ettiği yok. Henüz saat 10.00 ama etraftaki yüzlere çoktan akşam saati çökmüş; herkes yılgın, yorgun, sus pus dalıp gitmiş bir yerlere..
Banliyö treni bekliyorum. Elimde az evvel pazardan aldığım sebzeler var. Barbunya, bezelye, semizotu, domates... Ve biraz çilek. Garip bir oyun oynamaya başlıyorum içinde bulunduğum anla. Tamamen unutuyorum İstanbul'da olduğumu. Gözlerimi kapatıp, az önce denizin kokusunu burnumda hissettiğim kasabaya doğru yola çıkıyorum. Göz kapaklarımı araladığımda kulaklarıma yakındaki camiden yayılan sela sesi doluyor. Biri ölmüş, adını söylüyor imam ama bana bir şey ifade etmiyor. Çünkü yeni taşındım buraya. Semt pazarını bile öğreneli çok olmadı. İmam susunca, çocukken büyüklerden duyduğum cümleyi gayri ihtiyarı tekrarlıyorum: "Allah taksiratını affetsin". Ağzımı hiç kımıldatmadan, zihnimden dökülen kelimelere hayret ediyorum. Geleneklere uyumlu tarafıma kaçamak bir bakış fırlatıp, tekrar raylara çeviriyorum gözlerimi.
Çok sıcak. Ters yöne geçen üçüncü tren bu. Yerimden kalkıp su almak istiyorum ama treni açırma endişesi susuzluğumdan daha baskın. Çaresiz oturuyorum. Nihayet tren geliyor. Torbalarımı apar topar kavrayıp, önümde duran ilk kapıya adımımı atıyorum. İçerisi sus pus. İstasyondaki sessizlik benimle birlikte vagonun kapısından süzülüp geldi sanki. Kapının hemen yanındaki tek kişilik koltuğa oturuyorum. Sırtımı koltuğa değil, vagonun soğuk metal duvarına yaslıyorum. Böylece 180 derecelik bir açıdan, neredeyse herkesi görebiliyorum.
Türkiye'de olmanın avantajını kullanarak rahat rahat bakıyorum etrafıma. Oysa Londra'da ne kadar garipsemiştim birbirinden gözlerini ve sözlerini kaçıran yüzlerce insanı yan yana gördüğümde. Asla göz temasları yoktu. Herkes ya dışarıya, ya da elindeki dergiye, kitaba bakardı mutlaka. Otobüs, tren ve metroda birbiriyle konuşan hiç kimseye rastlamamıştım koca bir yıl boyunca. Ve sonunda öğrenmiştim bir Avrupalı gibi toplu taşıma kullanmayı; yalnız.
Aradan geçen uzun yıllardan sonra şimdi, kendi topraklarımdayım. Elimde pazar torbalarım, üzerimde terden ıslanmış gömleğim , arkadan tek bir örgüyle topladığım saçlarımla sıradan bir kadınım trende.
Karşımda oturan adamın, keyifsiz telefon konuşmalarına üzülerek tanıklık ederken, dinlediğimi düşünüp mahçup olmasını hiç istemiyorum. Dikkatimi trenin çıkarttığı seslere yoğunlaştırmaya gayret ediyorum. Bana huzur veren bu tıngırtı ve hafif yaylanma eşliğinde, karşı çaprazımdaki aileye takılıyor gözlerim. Kırk yaşlarında ya da otuzlarının ikinci yarısında, ancak epeyce çökmüş bir kadın var orada. Kat kat yağlarının üzerine giydiği ince gömleğinden ve döküm döküm şalvarından bile onun, tam bir neolitik dönem ana tanrıça idolüne benzeyen vücudunu görebiliyorum. Memelerine bastırdığı bebeğin mışıl mışıl uyuyor olması yüzümü güldürüyor. Ne üzerindeki rengi griye dönmüş kirli benyeler, ne yüzünü yiyip bitirmiş olan sinekler zerre kadar umurunda değil besbelli. Annesinin memelerine yasladığı yanağı ona ihtiyacı olan her şeyi veriyor; güven, huzur, sevgi...
Kadın çok yorgun. Yüzü hiç gülmüyor. Kimbilir kaçıncı bebeğidir diye düşünüyorum. Acaba sevdiği adamdan mıdır bu melek? Yoksa bir kaza kurşunu mudur hayatını daha da güçleştiren? İçinde hiç bir şey olmayan kalbime ve karnıma kayıyor bakışlarım. Gülümseyemiyorum.
Sol tarafımda, kapının eşiğinde yerde oturan üstü başı perişan iki yaşlı kadın var. Kucağında bebek olan kadın onlara birşeyler söylüyor ama tek kelimesini bile anlamıyorum. Karşılıklı çömelmiş kazak söküyorlar. Kendi aralarında tek kelime konuşmuyorlar. Ellerindeki eski kazağı biri sökerken, diğeri yünü yeniden yumak haline getiriyor. İkisinin de ayağında naylon ayakkabılar var. Mavi naylon ayakkabılar. Saçları upuzun, tek bir örgü görünüyor eşarplarının atından; cılız, beyaz don lastiğiyle tutturulmuş saçlar. En son ne zaman bir erkek için çözülmüştür o örgüler diye geçiyor aklımdan. Yüzlerinde hiç bir duygu yakalayamadığım bu iki yaşlı kadına daha fazla bakamıyorum. Elim belime kadar uzanan saçıma değiyor. Burkuluyorum.
Yaşlı kadınlardan biri iniyor durduğumuz istasyonda. Diğer yolcular bizimle devam ediyorlar. Kapının az ötesinde iki adam harareti hararetli konuşuyorlar. Genç olan sorular sorup bunaltıyor diğerini. Sorulara cevap veren adamın kaşları ve dudak kıvrımları aşağıya doğru; düşük. Sanki her an ağlayacakmış gibi bir ifade var yüzünde. Onu gülerken canlandırmaya çalışıyorum zihnimde. Başaramıyorum! Bu yüz gülmek için yaratılmamış sanki. Üzülüyorum.
Neolitik dönem tanrıçası uyukluyor. Karşısında oturan genç adam iki farklı takımdan toparlanmış bir ceket ve pantalon giyiyor. Yüzündeki irili ufaklı yaraları farkediyorum.. Saçları kafa derisi görülecek kadar kısa. Ayağında lastik terlikler var. Ayakları inanılmaz biçimli. Tertemiz tırnakları dikkatimi çekiyor. Kadının bir akrabası olmalı, ama nesi acaba?
Bebek uyumaya devam ediyor. Torbamdaki çilekleri çıkartıp onlara vermek istiyorum, ancak çok çekiniyorum. İncitmekten, yanlış anlaşılmaktan korkuyorum. Belli ki fakirler ama dilenci gibi bir halleri de yok... Bilemiyorum.
Benim ineceğim istasyondan bir öncekinde hareketleniyorlar. Bebek hala uyuyor. Tren yavaşladığında, kadın hiç sendelemeden ayağa kalkıyor. Onlar vagonun açılan kapısından çıkarken, bir kez daha hayretle bakıyorum kadının ardından; çok şişman. Yavaş yavaş uzaklaşıyorlar. Trenin penceresinden baktığımda bebeği bir banka yatırdıklarını görüyorum. Artık kayboldular.
Onlardan boşalan yere genç bir adam oturuyor. Top sakallı. Kalın çerçeveli bir gözlüğü var. Elindeki kitabın kapağını görmeye çalışıyorum. Nedense merak ettim ne okuduğunu. Kitabın adı "Karanlığa Direnen Yıldız".
Bu isim, bana bir kaç dakika önce ardımda kalan bebeği düşündürüyor; onun kirli beyaz tulumunu, sineklerin delik deşik ettiği yüzünü ve çıplak minicik ayaklarını... Küçücük bedeninin karanlığa direnişini düşünüyorum. Elim kolum bağlı nasıl da seyrettim öylece diye huzursuzlanıyorum.
İşte benim istasyonum. Hızlıca toparlanıp, iniyorum trenden. Kasaba düşüm sona erdi, sesler sardı etrafımı. Bağdat Caddesi'nin ortasındayım artık. Az sonra mutlu azınlığın yaşadığı mahalleme doğru yol alıyor olacağım. Orta yaş serzenişlerim, sıcakla savaşım ve daha buna benzer onlarca incir çekirdeğini doldurmayacak şımarıklık için bir saniye dahi sızlandığımda bu sabah trende gördüğüm insanların yüzlerini düşüneceğim.
Yaşadığım ülkenin gerçeklerine karşı içimde oluşan nefreti sakinleştirmeye ve o melek yüzlü bebeğin bir kaç yıl sonra başlayacak savaşında hiç bir iyileştirici rolüm olmayışına gamlanacağım. Sonra bir kez daha söz vereceğim kendime, ama bu kez Karanlığa Direnen Yıldız adıyla anımsayacağım bebeğe de söz vereceğim; bir gün mutlaka çocuklar için bir şeyler yapacağım.
Küçükyalı-Feneryolu arası , 10.10 treni.
4 yorum:
az evvel balkon sefasında bahsettiğin bu yazını okumadan uyumak istemedim.dostum sen bunu görebilmişsin çünkü insansın.insan görünümlü niceleri ne onları,nede bizim gibi daha fark edilir yıldızları görmeden geçiyorlar.o kadar dengesiz bir yaşam ki.Ayak uydurmak zorunlu,ancak attığın her adım seni ileri taşımıyor.kimi mehter takımı gibi ileri gittiğin kadar geri,kimi sarhoşlar gibi sağa sola ama aynı hizaya.bazende bir şeyi ilk kez görmüp şaşırmış,korkmuş v.b. duygulardan dona kalmış bir bebek gibi kalıveriyoruz,bu gün yaşadığın gibi.biz duraksadıkça arkadan gelenler itip geçiyor hatta bazen ezip geçiyor.görmezden gelmemek için durmak gerekmiyordur belkide.hernereye yürüyorsak oraya koşturmalıyız.yeter ki ulaşabileceğimize inandığımız bir yer olsun .birde ulaşırsak daha ne:)
Canım Muse, ahiretliğim,
Kim ne yaparsa yapsın, s..tir et. Asıl olan cesarettir ki, hala bir yerden atlamadıysan/sak o da gani gani var:))
Ulaşılacak yer için bir şey diyemem, zira son aylarda epeyce hevessizim. Ama yol güzeldir. Gel tadını çıkartalım derim:))
Bu yazıyı çok sevdim :o)
Çok teşekkür ederim Girno:))
Yorum Gönder