Babam resim yapabiliyor muydu bilmiyorum. Yıllar sonra çantasında amcama benzeyen kara kalem bir çalışma bulmuştum. O mu çizdi acaba hep merak ederim. Bir de bazen şaka olsun diye imzasını atarken Sadi'nin S harfini leylek gibi yapardı. Çok güzeldi el yazısı. Hani mürekkep yalamış adam deriz ya, kesinlikle mürekkep yalamış, yalamak ne ki mürekkepte yuvarlanmış adamdı babam.
Şefkatini ve üzerime titreyişini elbette hatırlıyorum. Eğer uzun yaşasaydı muhtemelen bambaşka bir hayatım ve büyük olasılıkla şu an yaşadığıma hiç benzemeyen günlük rutinlerim olurdu. Ama bence sabahları ve denizi öteki hayatımda da severdim. Babam da severdi.
Gözümün zenginliğini, kitaplara ilgimi ve sanata yatkınlığımı babama borçluyum. Evimiz saray değildi ama her ayrıntının özenle düşünülmüş olduğunu şimdi daha iyi görebiliyorum. Belki de bu yüzden ev sıcaklığını, eşyaların rahatlığını ve birbiriyle uyumunu önemserim. İnsanın gözü neyi görmeye alışırsa, onun devamlılığını ister oluyor.
Babamın marina tarafında, Seçkin Konaklar'ı biraz geçince atölyesi olan ressam arkadaşı vardı, Özcan Amca*. Ona ilk gidişimizi hatırlıyorum. Babam motosikletiyle götürmüştü beni. Elimde birkaç yaprak resim kağıdı ve keçeli kalemlerimle. Şu an anlatırken bile bir o sabahın kokusunu, atölyeye girdiğim an hissettiklerimi anımsıyorum.
Kemerli penceleri, asma katı, epeyce yüksek tavanıyla adeta modern bir katedral gibiydi Heyamola. Biz gittiğimizde sanırım ilkbahardı çünkü içerisi soğuk değildi. Yoksa o kadar büyük alanı ısıtmak muhtemelen çok zordur. Atölyede sadece tuvaller yoktu. Heykeller ve alçıdan plakalar hatırlıyorum. Mausoleum'dan bazı replikalar. Hatta birkaç kurumuş ağaç dalı. Pencereler buzlu camdandı, perdesiz. Güzel ışık alıyordu atölye.
Babam uzun uzun konuşmadı Özcan Amca'yla, zaten seslerini de duyamadım. Beni emanet edip gitti. Heyamola'daki ilk ziyaretimde Özcan Amca'yla ne konuştuk, nasıl başladık veya sonraki derslerimizde aramızda nasıl sohbetler geçti hiç anımsamıyorum. Sadece orada olmaktan memnundum. Mekan hoşuma gitmişti.
Bu anlattıklarım ilkokul öncesine denk geliyor. Okuma yazma henüz yok. Muhtemelen dört ya da beş yaşındayım. Prusya Kralı ya doğmamış veya doğmak üzere. Belki de beni bu yüzden, oyalanayım da arıza çıkartmayayım diye götürdüler oraya:))
Resim yapmayı her çocuk gibi çok sevdiğimden bana sunulan ortamın ve malzemelerin nasıl bir fark yaratacağını hiç bilmeyerek sakin sakin işime odaklandığımı anımsıyorum. Yine de diğer çocuklardan farklı bir ortama sahip oluşumu seziyordum. Çünkü babam beni bir yere getirmişti, burası efsane güzeldi ve resim yapabilmem için türlü malzeme vardı. Daha ne isteyebilirdim acaba? Babam sanırım beni iyi gözlemliyor ya da eğilimlerimi anlayabilmek için üzerimde deneysel çalışmalar yapıyordu. Sonuçta neresinden bakarsak bakalım iyi ebeveyn olmak için gayretliydi.
Atölyede arka fonda müzik var mıydı hiç anımsamıyorum. Belki çok hafif bir klasik müzik? Kulağıma dolmamış. Orada hem kulağıma, hem içime yerleşen his alanın genişliğinden kaynaklanan huzur ve kendi halime bırakılmanın güzelliğiydi. Resim bu demekti benim için: kendi haline bırakılmak.
Heyamola'da çok gelişme kaydettim. Oradaki rutinim birkaç hafta veya bir iki ay devam etmiş olmalı ama sonrasında malzemeyle ilişkimin değiştiğini, keçeli kalemlerden pastel ve suluboyaya geçtiğimi anımsıyorum. Renklere ilgim artmış, kağıdın dokusunu hisseder olmuştum. Resim yaparken sahiden keyfim yerindeydi. Resim yoga gibiydi, yapılmıyor, olunuyordu. Dışarıdakiler aklıma bile gelmiyor, atölyeye girdiğim anda adeta olgunlaşıyordum. Boyumu aşan tuvallerin önünde duruşumu, hiçbir şeye elimi sürmemem gibi bir durum olmadığından heykellere dokunmanın keyfini anımsıyorum. Özellikle yüksek kabartmalardan taşmış at bacakları, aslanlar ve savaşçı kalkanları bana göre gerçek hayattan bile daha etkileyiciydi. Çok uzun seneler sonra İskender'e ait olduğu söylenen lahitin etrafında turlarken ona dokunmak için nasıl yanıp tutuştuğumu anımsıyorum da müzelerde yapılan şey kesinlikle haksızlık. Neden dokunamam yahu?
Bu sabah resim yapmak, resim malzemesiyle yuvarlanmak arzusuyla uyandım. Eğer ben, Elvan bunca yıl sonra önüme boyaları koysam, birşeyler anlatmak istesem acaba renklerin dili çözülür müydü? Çünkü resimle ilişkimi üretim anlamında mesafelendiren okuma yazma öğrenmem olmuştu. Kelimelerin sihriyle öyle başım dönmüştü ki, okulda resim dersi olmasa muhtemelen elimi sürmeyecektim kağıda boyaya. Fakat şansıma sıra arkadaşım ünlü bir ressamın** kızıydı. İmbat. Yani sanat hep bana yakın mesafedeydi.
Bir ev ve bahçe çizmek istiyorum. Onu sevdiğim renklerle boyamak ve çocuk gibi resimle baş başa kalmak istiyorum. Evde bir avuç akrilik ve keçeli kalem dışında da birşeyim yok galiba:)) Bakayım bi.
* ÖZCAN ONUR
** BİROL KUTADGU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder