İçine doğduğum hayatı her çocuk gibi en normal şey olarak kabul ettim. Üniversiteye başlayana kadar da bu böyle sürüp gitti. En karanlık, en alıştıklarımızdan uzak günler de dahil olmak üzere, bizim hayatımız "normaldi." Doğarken getirdiğim özellikler gibi, saçımın rengi, ayak parmaklarımın boyu ve çillerim mesela, evimizin sanat eserleri ve kitaplarla dolu olması da gayet normaldi. Hatta o kadar aklıma yatıyordu ki bunun böyle olduğu, başka hayatlara da aynı şekilde okeydim. Onların normali oydu, bizimki bu. Basit di mi?
O yüzden ne işimi, ne eşimi, ne de arkadaşlık edeceğim insanları ekonomik sınıflarına, eğitim seviyelerine veya sosyal hayatta ne kadar kabul görüp görmediklerine göre seçmedim. Kriterlerim yok sanmayın, vardı ama madde dünyasından değildi.
Buna rağmen güzel şeyleri kendimi bildim bileli sevdim. Sezgisel bir şekilde nerede, hangi vitrine bakarsam bakayım en pahalı, en emek harcanmış parçayı bulmuşumdur. İşin garibi bana sorsanız en sade olandır tercihim ama gel gör ki tasarımcılar çok acımasız:)) Benimki bir tür lanet olsa gerek!
Evlenene kadar marka nedir bilmez, dikkat etmezdim. Daha doğrusu umursamazdım. Günlük bişi alınacaksa Mudo veya Tifani Tomato'ya gidilir, azıcık daha eli yüzü düzgün şeyler Vakko ve Beymen'den alınırdı. Pahalı diye değil, uzun süre kullanılıyor diye. Kaliteli olan her zaman pahalıydı evet, ama pahalı olana her daim kalitelidir diyemeyiz değil mi?
Kendimi neyle takas edip, etmeyeceğime karar verdiğimde on beş yaşındaydım. Elbette insandım ve elbette bende yumurtaya üflerdim, üflerdim de ne için? Aşk? Belki bilim? Sanat? Kaldı ki bunları da yapmadım. Bilirsiniz akademik dünya pistir. Benim etim de pek değerlidir. Gerisini hayal gücünüze bırakıyorum. Ahlaktan değil, anlatmayı makul bulmadığım, içimden gelmediğinden.
Çocukluğumdan beri bazı kıymetli parçalara zaafım olmuştur. Mesela ikinci el pazarlarına bayılırım. Özellikle Avrupa'nın küçük şehirlerindekilere. Neler çıkmaz ki oralardan... Babamın ölümünden sonra ne yazık ki pek çok güzelliğin sadece takipçisi, uzaktan seyircisi oldum. Kendimi güzel olanla beslemek ve görsel olarak zenginleştirmek baki olsa da satın almalarım sınırlıydı. Bu asla moralimi bozmadı. Ben hep estetik olana abayı yaktım, pahalı olana değil. Ayrıca hırs yoktu bende, hamuruma karıştırmayı unutmuşlar. Sonuçta kendimce özgürlük alanı kazandım. Minicik bir çiçek buketi, pişirilen kurabiyelere seçilen tabaklar, hediyelerin paket kağıdı, günün saatine ve servise uygun peçeteler bana yetti. Paramın ulaşabildiği en güzel şeyleri almaya ve zaman zaman yorsa da ailemden kalanları korumaya devam ettim.
Yıllar böyle akıp giderken sahip olmadıklarım için katiyen ağıt yakmadım. Çünkü eğer isteseydim alım gücü yüksek biri olmayı seçebilirdim. Dayımın hukuk bürosunda yükselir veya zengin bir koca seçerdim. Yapardım birşeyler ama istemedim, böyle bir hedef beni küçültürdü.
Unutmayın Kaşıkçı Elmasıyım ben:)
Bunları neden yazıyorum biliyor musunuz? İnsan kaçtığına yakalanırmış. Son bir iki yıldır hayatıma epeyce varlıklı insanlar dahil oldu. Nedense, bunca saklanıp uzaklaşmama rağmen bazı şeyler kader galiba. Hele bir tanesi var ki sanırım sahiden dost olduk. Bazen bana hediye verirken ne kadar zorlandığını görüyorum. Üzülmemi istemediğini gözlerinden okuyorum. Beni kaybetmekten ne kadar korktuğu da açık... Oysa hediyeden bunca korkmak neden? Servet düşmanı değilim ben. Sadece servet avcısı da değilim. Hepsi bu. Kim sevmez ki biri bizi düşünsün ve özene bezene bir paket hazırlasın? Önemli olan inceliktir.
Sınırsız param olsaydı muhtemelen ben yine aynı mutfağı yaptırırdım, belki marka tercihim farklı olurdu, daha kalitelisini seçerdim. Aynı şekilde giyinirdim fakat kumaş seçimlerinde daha incelikli davranırdım. Takılar mesela, bak orası çok mühim:))) Senelerce saçım kızıl altın bana yakışmaz diye düşünmüşümdür. Hatta eski sevgilim sarraf diye bir dönem iyice tiksinmiştim altınla ifade edilen görgüsüzlükten. Ama heyhat! Meğer astrolojik haritama göre değerli madenim altınmış! Ne tatlı değil mi? Kendime hemen incecik bir bilezik ve bir çift küpe aldım. Epeyce minimal ama tam benlik. Bağırmıyor koş koş burada altın var diye:)
İşte benim servet anlayışım: üstün başın, evin barkın, tükettiklerin bağırmamalı, hazımlı olmalı, içselleşmiş ve yakışmış olmalı. Tıpkı bir çift küpenin tenine, ruhuna yakışması gibi yakışmalı insana madde.
Peki ben maddede kovalamadığım serveti manada yakaladım mı? İşte bu bir sonraki yazısı olsun mu? Noel için hediyem olsun kendime ve hepimize; ne aradım, ne buldum ve hala neye bakıyorum?
Selma burada mısın? Hoşgeldik!
1 yorum:
Hoşgeldin. 🤗💙🙏 Burdayım elbette.
Yorum Gönder