10 Aralık 2016 Cumartesi

DÜN

 
9 ARALIK 2016, BAŞTAN SONA GÜZEL BİRGÜN OLDUN, TEŞEKKÜR EDERİM...
 
Öyle her gün ağzı kulaklarında gezemiyor insan malum, hatta çoğu zaman zihnin içinde dönüp duran hesap kitap, değil memnun olmayı, huzurlu kalmayı dahi engelliyor. Ama dün, hayatımda bu döngünün kırıldığı, başka bir aleme izin verilen ender günlerdendi.
Çok bir şey de olmadı aslında, ard arda gelen güzellikler zinciri diyelim. Sanki gökyüzünün kapıları açıktı ve Elvan neden memnun olur sorusuna cevaplar yağıyordu.
 
Sabah erken kalktım, şu garip e-posta meselesinden iyi bir hikaye çıkar kafasıyla oturup aklıma gelenleri yazdım, birazı da bloğa kaldı. Sonra yıldızları selamladım, zira henüz güneş çıkmamıştı. Ardından Zişan'ın efsane kahvaltısı ve evden çıkış.
 
Tabii ki vapur. Beni şu hayatta en sevdiğim yerlere hep bir deniz taşıtının götürüyor olması ne güzel! Mesela asla dağları bu kadar sevemem gibi geliyor. Belki de severim? Hiç dağ deneyimim yok ki. Ve tabii deniz yolculuğunun hediyesi, ömrüm boyunca sevmekten bıkmadığım saray... Kişisel tarihimin en kıymetli parçalarından biri. Topkapı Sarayı.
 
Sahi sen hala seyrediyor musun?
 
O sırada gelen bir telefon mesajı. Beklenmedik bir hamle. İlginç. Ve derin nefes, bir adım geri. Yok yok çok değil, küçük bir adım. Sonra koyver gitsin yılı değil miydi bu hatırlaması. ne mi yaptım? Tam da o anda karşımda duran manzarayı yolladım mesajın sahibine. Yazamadım. Diyecek sözüm yoktu. İçim sus pus oldu, bende sustum. Ama öyle mızıldanmalı bir sus pus değil, daha çok memnun, gülümsemeli bir sessizlik. Zaten o gülümseme gün boyu yüzümde durdu. Arada bir mesaja bakıp, tekrar tekrar gülümsedim.
 
Nihayet meydan. Ne zamandır almak istediğim lale soğanları. İstanbul laleleri sözde.  Keşe hakiki bir İstanbul Lalesi görebilmek mümkün olsaydı...
 
Ve renklerle kokuların dünyasına hoş geldiniz! Burası Tahtakale-Eminönü. İstanbul'un neşeli, canlı, insanın içini kıpır kıpır eden parçası. Yüz lira ile cenneti satın alıp, evinize getirebileceğiniz nadir adreslerden biri.
Ne ararsan var burada. Hem de hayallerinin ötesinde... Tarih, hikayeler, güzel bir kahve, yarı değerli taşlar, kuruyemişler, kırtasiye, oyuncak, sohbet, güler yüz, renk cümbüşü, yaşanmışlık, Pandelli, Koşer Restoran, ara sokaklardaki efsane lezzetler...
 
Lale soğanlarıyla başladım ya ardından en sevdiğim ritüellerle devam ettim; peçeteler ve Türk Kahvesi. Sonra yolumu bekleyene en sevdiği ne varsa aldım. Dünyadaki en güzel işlerden biri sevdiklerine alış veriş yapmak olmalı. Kendime bir şey alırken bu kadar memnun hissetmiyorum sanki.
 
Yolumun üzerinde ilk sevgiliye mektuplar postalanan Büyük Postane. Şu aşınmış merdivenlerin dili olsa da konuşsa.. Sahi hala saklanır o mektuplar, insan garip canlı..
 
Yavaş yavaş  Cağaloğlu tırmanışı başlayabilir. Ama bir dakika, şu dükkan nasıl da güzel yahu? Tam Sirkeci'den yukarı yürürken sağda bir baharat, turistik eşya, krem vs satan bir dükkan açılmış. İçeride muhteşem el yapımı sabunları var. Hele bir amberli sabun var ki, tövbe Lush'dan almam bir şey artık. Hadi Mehmetus, iyisin, sana sabun taşıtmayacağım :)
 
Tırmanışa devam, mübarek yol değil, benim Everestim!
 
Kapalıçarşı'ya gitmek güzeldir, ama girişi Nur-u Osmaniye'den yapmak eşsizdir. Sanki daha bir görkemlidir. İçeride göreceklerine hazırlar insanı, her şey on kat büyüleyici olur. Elbette Divan Yolu'ndan yürümenin de tadı ayrıdır fakat benim tercihim her daim Nur-u Osmaniye olmuştur.
Bu caddede yürürken kendimi çok huzurlu hissediyorum. O kadar tanıdık ki.. Ailemin bu yolları aşındıran uzun geçmişi beni buraya bağlıyor. Dedelerimden birini pamuk taşırken, diğerini bastonu ve şapkasıyla homurdanırken yanı başımda hissediyorum. İkisini de öpmek, kucaklamak, ne şahane adamlarsınız demek istiyorum...
 
Kapıdan giriş ve sonrasında dayım var. Dünyanın en tatlı dayısı benim! O kadar güzel hikayeler anlattı ki bu defa, yüz kez teşekkür etsem yetmez.... O minicik dükkana nasıl da yakışıyor dayım. Abartmıyorum, nefis adamdır. Yakışıklı, sempatik, akıllıdır dayım. İşini çok iyi bilir, bir çok dil konuşur ve hikaye anlatmayı çok sever. Ben de dinlemeyi. Sanırım bu durum bizim ilişkimizi önemli ve farklı bir yere koyuyor aile içinde. Çünkü o anlatmayı seviyor, ben dinlemeyi..
 
 
Oysa dayım konuşmaya başlayınca herkes ağız burun büküp, hızlı anlatmasını ister. Ne saçma, hayatta hikayelerimizden daha paylaşılası ne var? Birbirimizi, birbirimizin hikayesi içinde kendimizi öğrenmenin değeri paha biçilmez. Başka kalplerin notlarını dinlemenin ötesinde nasıl bir beklenti olabilir sohbetten? Anlamak imkansız.
 
 
Dayım dün  coştu.. Onun askerliği, ailemizin değerli bir askerinin ölümü, dedemin yorgancı dükkanı, gençlikte yaşanan güzel günler... Bu ayrı bir yazı konusu, elbette unutmadan hepsini yazdım bile... Fakat annemin amcaoğlu Yalçın Ağabeyini neden bu kadar içi yanarak andığını çok daha iyi anladım... Meğer nasıl da özel bir insanmış.. Merhamet ve güç, nadiren aynı insanda oluyor.
 
 
Dayımla içilen kahve, yenilen yemek ve çay çok lezzetliydi. Ama gerçek anlamda emin olmak zor. gerçekten yemek ve içecekler miydi haz veren? Yoksa ağzımın tadı yerindeydi ve ondan mı her yediğim içtiğim hoşuma gitmişti? Bilemedim.
 
Doktora gidip peştamal bakmam gerekiyordu. Bu yüzden istemeye istemeye dayımla vedalaştım. Dönüş yoluna geçtiğimde anladım çantamın ne kadar ağırlaştığını.  Yine de bu gavur ölüsüne dönmüş çanta, kitap almak için durmamı engellemedi. Ne zamandır okumak istediğim kitabın peşinde eski bir hana girdim. Bir zamanlar büyük dayımın buna benzer bir handa bürosu vardı. Yerdeki parkeler, o az temizlenen mekkanlara sinen çayhane ve havasızlık kokusu... Hoşuma gitti desem?
 
Kitaplarımı da yüklendikten sonra beni karşı kıyıya götürecek olan vapura atladım. Fakat güzel gün bitti sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Devam ediyoruz. karşımda beş yaşında bir kız çocuğu ve anneannesi. Birlikte alış veriş yapılmış ve eve dönülüyor. Çocuğun dudaklarında kabuk bağlamış yaralar var. İyileşmek için çırpınan uçuklara benziyor.
 
Konuşmaya başlıyoruz.
"Geçmiş olsun," diyorum, "bazen benim de oluyor. Özellikle rüyamda korkunca ya da üşüdüğümde. Senin neden oldu? Rüya mı gördün?"
"Bazen rüya görmüyorum, bazen de dümdüz rüya görüyorum."
"Korkulacak bir rüya görmedin yani?"
"Yok, bazen görmüyorum."
Burada anneanne anlatıyor bir şeyler. Torununu nasıl sevdiği belli. Bana yaptıkları alış verişi gösteriyorlar. Sepetler, arabalar, bisikletler...
İkisi birlikte, neden bunları aldıklarını anlatmaya başlıyorlar. Sonra konu kuşlara, evde besledikleri kedilere geliyor. Yirmi dakika boyunca birbirimize, daha çok onlar bana anlatıyor. Yanımda oturan genç bir kadın, bu manasız sohbeti sürdürme sebebimi anlamaz bir bakış fırlatıyor. Görmezden geliyorum. Çünkü ona göre manasız, oysa benim için fazlasıyla hoş bir tesadüf.
 
 
Son olarak bisikletleri sevdiğini söylüyor küçük kız. ve bir kez daha torbadan çıkartıp tek tek araba ve bisikletlerini gösterip, anneannesi ile onların içine nasıl yataklar yapacaklarını anlatıyor. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme. Muhtemelen dudakları çok acıyor. Bana bisiklete binmeyi sevip sevmediğimi soruyor. Eyvah diyorum içimden işte bu soru pek hoş! Dürüst bir cevap veriyorum:
 
"Seviyorum ama korkuyorum"
"Korkma, cesur ol."
"Öyle mi? Ama düştüm bir kere."
"Olsun, cesur ol! Ben cesur oldum ve yaptım."
"Tamam baharda deneyeceğim, sahilde Caddebostan'da"
"A bizde oraya gidiyoruz"
"Belki karşılaşırız? Sana nasıl sesleneceğim? Adın ne?
"Zeynep"
"Memnun oldum Zeynep, bende Elvan"
Ve vedalaşmalar.
 
Bu sohbetten ne öğrendik? Cesur ol! beş yaşındaki çocuk bana cesur ol dedi. Çocuklar koku alıyor ve sezgileri çok güçlü dediğimde masal anlatıyorum zannediliyor ya, hiç değil. Onların sezgileri bambaşka bir kanaldan mesajlar alıyor sanki...
 
Bir işim daha var dolmuşa binmeden evvel, rıhtımdaki çiçekçiye uğrayıp bir demet nergis almak. Bu gece odam nergis koksun istiyorum.
Şükür iyileşmiş, ayağı ağrıyordu, bir şey kalmamış. "Abla bir demet mi sadece?" diyor."İnan hiç param kalmadı, on lira sana, yirmi bana" diyorum. Gülüşüyoruz.
Kışlık bot ve kaban soruyor, bakarız diyorum. Benden bir şey olmaz ona, ayakkabı numaralarımız da uymuyor. Yeni yıla girmeden hallederiz diyorum, sorarız eşe dosta.
 
Tam mahalleye geldim, eve gireceğim fikrimi değiştirip Fahri Bey'e gidiyorum. Ne zamandır kestiremediğim saçımı da kestireyim de iyi işler yapılan bir gün daha da güzel sonlansın. Bu arada güneş nasıl güzel nasıl güzel..... Of yani.
Fahri Bey, ah Fahri Bey.. Bir blog yazısı olmaktan çok fazlasını hak eden müthiş insan. Emekli olduğunda onun anılarını yazacağız:) Kendisi her hikayesiyle beni büyüler. Saç kestirmek işin bahanesi, asıl önemli olan onun anlattıkları... Dönemin İzmir'i, İstanbul'u... gazinolar, kadınlar, saçlar, davranışlar, aşklar... Galata'da balık tutup, şehre meydan okumalar...
 
"Emekli de olsanız ben saçımı sizden başkasına kestirmem" diyorum. Gülüyor.. Çok yaşlandı artık, bu eski püskü dükkanı devredip kurtulmak istiyor.. Haklı da, artık kimse saçları bigudilerle sarılsın ve o uzay mekiği gibi aracın içinde iki saat oturulsun istemiyor. Ama ben istiyorum!  Lütfen o eski alet edevat olsun.  Lütfen kulaklarıma o garip, istiridye şeklindeki plastiklerden takalım! Sonra siz anlatmaya başlayın ve otuz yıl, hatta kırk yıl  öncesine gidelim.
 
Eve geldim. Ama aklım güneşte! Elimdekileri antreye attığım gibi üzerimi değiştirip sahile çıktım. Yorulmamıştım. Zihnimdeki hafiflik sayesinde olsa gerek bedenim üç tur daha koşacak enerjideydi. Koşmadım ama uzun bir sahil yürüyüşü yaptım.
Akşam Piri Altuğ Reis ile yemeğimizi yerken bütün olan biteni anlattım. Tabii özet geçerek! Sonra da yoga konuştuk biraz. Herkes yoga yapabilir mi? Neden olmalı? ne kadar sıklıkla olmalı?
 
Günü Şamanların Erk Hayvanları isimli kitabı okuyarak bitirdim. Ne zamandır peşindeydim, nihayet kavuştum. Fena görünmüyor. henüz okumaya başladım. Bitince onu da yazarım.
 
Şimdi günlerden C.tesi, sabah saat 07.20. Kahveler içildi, yazılar yazıldı. Yoga ve kahvaltı zamanı:) Herkese en az benim Cuma günüm kadar güzel bir hafta sonu dilerim.
 
 
 

Hiç yorum yok: