Avrupa’nın çok bilinmeyen, haritada işaretlenmiş ama yanına not düşülmemiş
uzak, ufacık bir köşesinde, bana armağan edilen manzaraya bakıyorum. Dışarıda
ince bir yağmur var. İçimden ince ince geçen düşünceler…
Karşı binanın çatısı iki kanat penceresiyle gözlerini bana dikmiş bir
şövalye. Ardı sıra yükselen yeşillikler çok gerilerde kalan bir bahar.
Yalnızlığım hiç olmadığı kadar açık ve benim. İtmiyorum onu, kucaklamıyorum,
üzerime çevrilmiş bakışlarından, içimi kemiren mırıltılarından kaçmıyorum. Durduk.
Anne oldum ben; seçimlerimin
annesiyim artık.
Tanımadığım bir kültürün en melankolik yüzüne, yüzümü yasladım; binaların hikayelerini
duymaya çalışıyorum. Tanrılar, tanrıçalar, bereket boynuzları, sepetler dolusu
çiçekler ve yumurta frizleriyle süslenmiş binaların cepheleri bir yanımda, kaldırımlara
yerleştirilmiş ve “ben de buradaydım!” diye seslenen hayatların izleri
pabucumun ucunda.
Kulaklarımı içimden ve dışarıdan geçen tüm seslere açtım. Sağır değilim
artık.
Gözlerimi kimsesizliğime ve yeşilin bütün tonlarını ayırt edebilmeye
alıştırıyorum. Yağmur her damlasıyla doğayı beslerken, benim artık büyütmek
istemediğim bir filizi de suladığını bilse bu kadar usul, bu kadar ince ,
böylesine kararlı yağar mıydı? Sanmam. Ben yağmuru bu denli severken, o beni
incitmek istiyor olamaz.
Kimse sevdiğinin üzerine basmaz.
Basmaz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder