Londra diye inleyip inleyip, sonra gidip mızıldanıp, dönüşte de hiç bu seyahat hakkında yazmadığımı farkettim. Oysa çok iyi zamanlarım oldu. Güzel mekanlar keşfettim. Kıyafetler, parfümler, müzik dinlemek için keyifli salonlar ve pek çok hoş detay.
Bunlardan en çok ilgimi çeken kesinlikle Gudrun'un dünyası oldu. Burası Covent Garden sınırları içinde harika bir dükkan. İçeri girdiğinizde sizi rengarenk bir dünya karşılıyor. Adeta bir masal dünyası! Bu tanımlama sanırım benim neden o dükkana mest olduğumu açıklamıştır.
Dükkandaki renk cümbüşü nasıl olmuşsa olmuş, tam bir ahenk içinde. Etrafta güleryüzlü çalışanlar ve mis gibi kokan taze çiçekler var. Pamuklu ve ipekli kumaşlar, keçe aksesuarlar... Her detay olabildiğince oyuncu, olabildiğince hayal gücünü destekleyici. Umut ve sevinç dolu! Oysa sadece bir butik nihayetinde.
Bu dükkan unutamadıklarım arasında. Ortaçağ'dan fırlayıp, 2012 yılına düşmüş kıyafetler ve bu sıcak ortam Londra'ya yolu düşenlere ilk tavsiyem olur. Tabii çok şanslısınız, zira oraya kadar yorulmadan da bakabileğiniz bir sayfaları var: www.gudrunsjoden.com
Hazır Covent Garden'da gezerken, malumunuz oraya kabem diyorum. Bir kahve için benim için. Ah ya, bu dükkan var ya insanı mest ediyor. Kahve severler için cennetten bir köşe. A bir dakika, aç mısınız? O zaman önce Food For Thought ziyaret edilmeli. Bu nefis yiyeceklerle dolu dükkan bana Victor Ananias'ın hatıralarındandır. İlk yemeğimi onunla yemiştim...
Şimdi, karnınız doyduysa ağzınızdaki muhteşem lezzeti tamamlayacak mekana yani kahve cennetine gidiyoruz... Veee tabii kiii;
Monmouth Coffee!
Yemin ederim ki, daha iyisi yok şu dünyada. Yani varsa da ben daha içmedim! Daracık masalarda oturup, bu çileye değer mi falan demeyin sakın, zira kesinlikle değer. Kahve aşktır yahu!
Kahve faslı bittiyse sizi başka bir cennete götüreyim. Biraz parfüm koklamaya ne dersiniz?
Bu dükkanda parfümü uzun uzun anlatırlar size; içinde ne var, hikayesi nedir, kokladığınızda sizi nasıl bir dünyaya götürmek üzere tasarlanmıştır öğrenirsiniz. Ve gerçekten de amaçları sizi mutlu etmektir satıcıların. Bunu hissedersiniz. Gelelim bu büyülü dünyanın ismine:
Miller Harris!
Mutlaka içeri girin ve satışta çalışan kıza ne istediğinizi anlatın. Muhtemelen tam da aradığınız şeyi çıkartıp gösterecek. Biraz pahalı.. Ama değer:) Benim favorim fırtına sonrası beyaz çiçeklerin bıraktığı koku olmuştu... Ama param kalmadığı için alamadım:)))
Eh parfüm işini de hallettiğimize göre müzik dinlemeye gidelim mi? Kıyafetiniz için endişelenmeyin, burada herkes istediği gibi giyinebiliyor. Londra özgür bir şehir. İnanın Cuma akşamı donla gezen bile var! Vallahi de doğru söylüyorum. File çorabı ile sallana sallana yürüyen kadınlar var caddelerde. Üstelik ben kot pantalonumla bile o kadar rahat değilim!!! Sanırım bu yüzden seviyorum Londra'yı; gerçekten rahat bir şehir.
Hah müzik demiştik, hiç oyalamadan adresi veriyorum:
Wigmore Hall!
Burada müziğin alası sizi bekliyor. Ayrıca güzel bir İngilizce duymak için de şans. Zira yaş ortalaması epeyce yüksek olan bu mekanda bol bol İngiliz var. Üstelik Londralı!
Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Ama Lush'dan sabun kestirmeden ve nehrin kenarından St. Paul seyretmeden dönmek asla olmaz. Katerina'nın limanına da uğramak lazım... Tabii Holborn'daki pubları sakın atlamayın. Birbirinden köhne şarapevleri ve zamanda yolculuk hissi veren mekanlar orada gizli... Yine yazarım tabii, çünkü Londra bitmez....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder