Timur'un ziyaretiyle başlayan süreç o kadar güzel bir geçmişe yolculuk oldu ki, ne yazarsam yazayım hissettiğimi ifade edemeyeceğim. Bunu biliyorum çünkü yazmanın gerçek bir paylaşım olduğuna dair derin şüphelerim var artık... (İçime şüphe tohumları eken hocama bu ilk hasat için şükranlarımı sunarım...)
Bazen, son üç yıl içinde blogda yayınlanan yazılarıma baktığımda - oysa ki, yazarken çok samimi olduğumu düşünüyordum- aralarında sadece iki üç tanesinde kendimi yakalayabiliyorum.
Yazı üzerinden anlamaya ve anlatmaya tutunmanın, kuyruğunu yakalamaya çalışan bir yavru kedi davranışından farkı olmadığını- en azından benim için - şimdi şimdi görebiliyorum. Değersiz mi? Asla! Bir peçete üzerine yazılmış telefon numarası da, eski bir müze biletinin arkasına iliştirilmiş notta, blogdaki günlük serzenişler ve hatta artık yaşamayan bir dilin şiirinin kazındığını taş tabletler de çok değerli. Sadece ölüler... Yazarken öldürüyoruz, öldürüyorum onları; anılarımı, anlarımı, duygu ve düşüncelerimi sırf onlardan kurtulmak ya da sırf onları ölümsüzleştirmek için yazıyorum. Oysa yazı ne anı ölümsüz kılacak bir iksir, ne de silebilecek kadar güçlü bir büyü. Yazı sadece "yazı". O kadar. Daha fazla anlam yüklemeye gerek yok.
Çoğu zaman müziğin yazıdan daha güçlü olduğunu düşünüyorum. Müziğin içinde kaybolmak mümkün, müzikte zihinsiz olmak olası... Oysa yazarken kelimelerin çoğu zihinden. Kalbin aralık kapısından kaçmayı başarmış bir kaç satır dışında hepsi geçmişten ve gelip gelmeyeceği belli olmayan meçhul bir gelecekten.
Tatilde sabah erken saatte kalkıp plaja indiğimde genellikle yaşlılar vardı etrafta. Su tertemiz, rüzgar ılık ve deniz muhteşemdi. İtiraf ediyorum, bir kaç kez elim kaleme kağıda gitti. Ama çok net bir şekilde gördüm ki, ya dalgaların oyununun bir parçası olacaktım ya da oyuna seyirci kalıp yazacaktım. Oynadım; yazmaya, anı öldürmeye, egoma yenilmedim. Nice anın katili olan ben, geçmişte içinde duramadığım binlerce anın telafisinin mümkün olmadığını sükunetle kabullenip, dalgalarla sallandım. Sallandım. Sallandım.
Deniz tutması gibi "an" tuttu beni. Son dönemde Nazlı Hoca ile yaptığımız meditasyonlardan birinde de böyle olmuştu; anın içinde kımıldamaksınız kalmak bana ilk kez, tam ve bütün hissetmemi sağlayacak parçaya hazır olduğumu fısıldamıştı. Hayatıma alamadığım tüm kadın ve erkeklerden bütün samimiyetimle özür dilerim. İçim tıklım tıklımdı, sizi buyur edemezdim. Yer yoktu! Geçmişten taşıdıklarıma "haydi gelenler var, sıkışın" mı diyecektim? O zaman herkese haksızlık olmaz mıydı? Bana haksılık olmaz mıydı?
Nihayet geçmişin hayaletleriyle barıştığım, en azından onları mutfakta görünce çığlık atmadığım bir sürece girdim. Artık gece rüyamda gördüğüm biri, öğleden sonra aradığında sadece sakin sakin gülümsüyor, bu keyifli bağın tadını çıkartıyorum. Anlam yüklemiyor, olmakta olanı şekillendirmeye çalışmıyorum. Geleni durdurmuyorum, frene basmıyorum ama gaza da basmıyorum. Ne gelirse AŞK'tan gelecek, bunu bilmenin tatlı huzurundayım.
Fincanları kapatıyor, telvelerde şekillenen kalbin sahibine gülümsüyorum.
2 yorum:
Engin Geçtanın Hayat isimlikitabında olumuştum: konuşurken ve yazarken duygularımızı, aklımızdan geçenleri indirgiyoruz aslında. asla ve asla bizdeykenki gibi olmuyorlar diyordu. aynen öyle. resimler çekiyoruz, videolara kaydediyoruz.....niye, ölümsüzlüştürmek...oysa ölüm belki bu evrenin en doğal ve aslında en temiz süreci, varoluşu. ölümden, kaybetmekten bu kadar korkmak niye. geçmişe bu kadar yapışmak niye bilmem. buaralar kendi kendime, kendimce kendimi evrene bırakma oyunları oynuyorum fortunata. küçük denemelerle başladım. hiç de kolay olmuyor. içimdeki o şey ile farkındalığım resmen boğuşuyor, çekişiyor, beni geriyor geriyorler kopacak hale geliyorum. egom diyorki: heyyyy kontrol elinden gidiyor, nedennnn neden senin istediğin olmuyor, iste, ağla, kavga et, yapabilirsin.....yap, oldur, hemen, hadi hadi... boğuluyorum o anlarda.
hemen sakin kalmaya çalışıyorum: evrene izin ver, o en iyisini bilir, en iyi zamanı bilir, niye kendini yorasın ki, senin için en iyi olanı yapacak olan varken...ve öylede oluyor.
ama o anlar çok zor:D
seninle aynı zamanlamada olmak çok hoşuma gidiyor:D
tatildeyken öyle güzel cümleler vardıki aklımda hemen yazsam harika olurdu ama canım istemedi, onları evrene salıverdim, hiç bir enerji kaybolmaz, onlar bendeler ve hatta benler zaten, döndüm yüzümü denize:D
işte böyle seni okurken düşündümki: bak işte evren nasılda çalışıyor, düşündüklerini yazan bir el var orda heyttttt.
(ne güzel bir tesadüf şuanda bob marley dont worry be happy dinlemem)
aynı kalabalık hissini yaşamam, evdeki tüm kıyafetleri camdan aşağı atmak istemem, daha bir cümlenin başını yazarken sonunu unutmam, nereye bağlayacağımı unutmam...artık bunu yorgunluk olarak tanımlamıyorum. hıh cümleyi nereye getireceğimi hatırladım be. aslında izlediğim blogların %70 ini elemek isteyip onları kırmamak adına silemeyişim....bakalım yolumuz nerelere
Kocaman öpüyorum seni Guguk kuşu:)) Yalkında görüşeceğiz, bak yılın yarısı geçti. Şems'in camiisini düşündüm bugün. Valide Atik Camii'ne gittik hocamla, o kadar huzurluydu ki, içimden Konya'da olmak geçti.. Ama az kaldı, en geç altı ay sonra bütün bunları kahvemizi içerek paylaşabileceğiz. Ama lütfen kıyafetleri atayım deme, komşular korkar:)))
Yorum Gönder