Beklemekten başka çare olmadığına ikna, ezberlerimle sarmaş dolaş, biraz sıkıcı fakat kendi içimde güvendeydim. İçim dediğim yer tam olarak neye benziyordu derseniz, tanımı zor. Orada da güvende olmak dışında neşeli, yaşama dair pek bir canlılık kalmamıştı aslında. Hayat kısa devre yapan telefon hattıydı yaratıcıyla aramda.
Uzun zamandır arıyordum. Aslında kendimi bildim bileli arayıştaydım. Aramayı iş edinenlerden, öğrenmelere doyamayanlardandım. Belki bulur gibi de olmuştum zaman zaman ama bence ben aramanın büyüsüne kaptırmış, yolculukları hadinden fazla sever olmuştum.
Yine yola çıkıyordum. Güneş Ülkesi'nden davet almış, ufacık çantamı sakince toplayıp uçağımın kalkacağı kapıya yetişmiştim. Pandemiden sonra ilk ülke dışı uçuşumdu. Havalimanında sağıma soluma bakarken başım dönmüş, hani neredeyse bir kabuktan diğerine koşarken paniklemiş yengeç gibiydim. Etrafımdaki herkes farklı ülkelerden geliyordu ve bulunduğum noktayı düşünürsek gayet normaldi. Ancak neredeyse herkes ve tabii bende dahil Ortadoğu insanıydık. Kendi gerçeğine şaşırıp kalmış çocuk gibi öylece hafif iç bulantısıyla izliyordum bekleme salonunu. Arada durup, yüzümü buruşturmuyorum inşallah diyerek ağzımı burnumu kontrol ediyordum. Hiç bilmediğim yerden selamlanmıştım, selamın aleyküme ne diyorduk diye ezberlerime baktım.
Uçağa binince sakinleştim. Sonuçta ne güzeldi yahu, yepyeni bir coğrafya açılıyordu önümde. İnsan yeni bir senenin ilk ayında daha ne isteyebilirdi ki?
Tam planlandığı gibi uçtuk. Amerikalı bir turistin ağlama krizi ve iki holigan İngilizin hafif yüksek sesi yok sayılabilirse gayet güzeldi başlangıç. Havalimanı ekşi sözlükte milletimin ağlaya zırlaya anlattığı yere hiç benzemiyordu. Gayet ferah ve makuldü, hiç zahmet çekmeden bavulumu kapıp çıktım.
Elif'in beni alması için yolladığı şoför elinde Dahab tabelasıyla bekliyor ve gülümsüyordu. Gülüyordu ama otuzikiden epeyce az dişiyle tuhaf bir gülümsemesi olduğunu kabul edelim. Eksik dişli ama gayet güleç abiyle arabaya binip çöllere çıktığımızda neden o kadar rahattım sahiden bilmiyorum. Korku, endişe, kaygı gibi hislerimin İstanbul'da kalmış olması tuhaftı.
Yaklaşık bir saat süren zifiri karanlık yolda, kedi gözleri dışında tek gördüğüm dağların belli belirsiz silüeti ve Büyük Ayı takım yıldızıydı. Gözümü yıldızlardan alamıyor ve fonda çalan Mısır alaturkasının sıkı bir işkence olmasına aldırmamaya çalışıyordum.
Elif beni evin önünde karşıladı. Elif güzel sarılır. Şu hayatta tanıdığım öyle elinin ucuyla değil, essahtan sarılan nadir insanlardandır Elif. Kucaklaştık ve mis gibi temizlenmiş dairemizden içeri girdik. Az sohbet ve güzel bir çaydan sonra uyuduk. O gece ne bir rüya gördüm, ne de uykum bölündü. Sabah olduğunda gayet dinç ve neşem yerinde uyanmıştım. Heyacanlı ve aynı zamanda yumuşacıktı bedenim. Bildik sularda olmadığımı anlamıştım evet ama güvendeydim.
Sahi ben neredeydim?
İlk iki gün gerçekten bilemedim nerede olduğumu. Hayat, tanımadığım ipliklerden dokuduğu yumuşacık şalını atıvermişti omuzuma ve ben öylece Elif'i takip eder olmuştum. Rehberin adımları acelesiz, sesi işbirliğine açık olunca ne kadar da kolaydı yeniyi hemencecik benimsemek.
Beğenmiştim Dahab'ı. Daha ilk anda, ilk bakışta tanıdık hissetmiş, söylesene tam olarak neyi tanıdık dersen bilemeyeceğim yerden beğenmiştim. Beğenmiştim işte.
Kaldığımız evin avlusu çok güzeldi. Sadeliğe hasret ruhum, hani bıraksanız orada öğlece güneşe ve yıldızlara bakarak aylarca durabilirdi. Çünkü içim ısınmıştı kilimlere, yastıklara, palmiyelere. Hiç filmlerde gördüğüm gibi değildi dağlar. Evet hala yabancıydı bana ama öyle sert ve ulaşılmaz değil de daha çok istersen gelebilirsin der gibiydiler. Herşey mümkün, aslında hayat güzel hissi ılık ılık damarlarımda dolaşıyordu. Her attığım kulaçta pullarını döken bir balık gibi bildiğim hayatın ezberlerini döküyordum. Sanki beni büyük balık yutmuştu da şimdi tam da burada midesi bulanmış ve sindiremediği ruhumu kusuyordu. Çok şükür dedim, çok şükür beni çiğnememiş!
Yüzerken dönüp dönüp Elif'e bakıyor, resiflere kadar gidip dönsem de o büyülü ve derin sulara doğru yüzemiyordum. Çocuk merakı gelmişti üstüme ama yetişkinin öğrenilmişlikleri hala arkamda duruyordu.
Her yediği mi lezzetli olur insanın? O mütevazi, hatta hafiften salaş ve gösterişten uzak mekanlardan çıkan tabaklara her defasında hayret ediyordum. Sadece yemeklere mi? Havanın ağır gelmeyen ısısına ve tertemiz kokusuna ne demeli?
Daha ilk sabah, ilk kahveyle selam verdim İsis'e. Geldim, buradayım dedim. Kalbimde, alnımda, tam tepe çakramda şefkati vardı. Üzeri gümüş iplikçiklerle parlayan denize ve beni bir an bile yalnız bırakmayan sokak köpeklerine durup durup sarılmak geliyordu içimden. Buzları çözülüyordu dona kalmış yerlerimin.
Hemen ikinci sabah yine koşa koşa gittim güneşin doğuşunu izlemeye. Yalnız da değildim. Benden başka hayranları vardı gündoğumunun. Özellikle sokak köpekleri hiç kaçırmıyorlardı bu anı. Dünya'nın dört bir tarafından gelmiş ve sabah sporunu yapan dalgıçlar, öylesine nefes almaya çıkan turistler, akşamdan kalma gençler ve gizemli bir kadın. Hep birlikte izliyorduk. Kimsenin bir diğerini duymadığı, yumuşak sesleri vardı sabahın. Hafif serin ama üşütmeyen rüzgar, usul usul yükselen güneş ve biz.
Nicedir güzelliğinden ve görkeminden etkilendiğim ve hakkında öğrenmelere doyamadığım güneşle nihayet, üstelik onun ülkesinde göz göze gelmek inanılmazdı. Yaşadığım şeyi uydurmadığıma ikna olmak için birkaç sabah tekrarlamam gerekti ama kesinlikle atmıyorum; Mısır Güneş'in anavatanı bu gezegende.
Herşey büyülüydü Dahab coğrafyasında. Kullanmadığım, uzun zamandır itimat etmediğim ve körelmiştir artık dediğim duyularım canlanmış gibiydi. Kokulara, renklere, seslere dikkat kesilmiştim. Ama yetmezdi tabii, hayat bir kere eteğinden dökmeye başlamıştı hediyelerini. Ertesi gün Mısırlı bir kadının ses atölyesine davetliydi Elif. Gider miyiz birlikte dedi, tabii gideriz dedim. İyi ki de gittik. O beklenmeyenin sürprizi diyebileceğim birkaç saati galiba ayrıca anlatmalıyım. Sadece şunu söyleyebilirim, şarkı söylemek lazım.
Dahab insana unuttuklarını hatırlatan, kendini denizle, toprakla, güneş ve ayla ritim tutturmuş hissettiren bir yer midir derseniz, bence kesinlikle evet. Sırf bu yüzden, gezegenin yaşayanı, canlısı olma hissi Dahab'ta çok güçlü kucaklıyor insanı. Elbette tatilde olmanın, ev sahibinin yumuşaklığının ve her yediğimizin içtiğimizin lezzetli oluşunun algıda payı büyüktür ama yine de omuzları indirip, beklentisizce günü yaşamak tarifi kolay olmayan bir his.
Dahab'ta oldukça güzel bir otelde geçirdiğimiz gecenin de ayrı güzelliği vardı. Günbatımını plajda izlemeyi çok özlediğimi fark ettim. Ve tabii Ay yükselişini de. O gece Elif'le yemeği hafif kaçırmış olsak da geriye yumuşacık bir plaj ve denizin huzur veren görüntüsünün yanı sıra Elif'in bir günlük kaçamağımıza damga vuran şeker pembesi elbisesi kaldı. Elif'in cazibesi ses atölyesi gibi ayrı bir yazıyı haketse de şunu yazmam şart; kesinlikle dayatılan estetik anlayışının dışında bir kadın Elif ama cazibesi neredeyse başımıza belaya sokuyordu:)) Zira dişil enerjinin cazibesiyle ezbere bağlanmış güzellik ölçüleri arasında hiçbir bağlantı yok. Bunun en canlı kanıtı da Elif bence. Tatil boyunca biriktirdiğimiz en sevimli anılardan biri şüphesiz Elif'in cazibesiydi. Otelden eve dönerken bindiğimiz aracın şoförü hala rüyalarında Elif'le duş almıyorsa bende Elvan değilim! Üstelik Elif kesinlikle masumdu.
Sonraki günlerde Dahab'ın gün doğumlarını tıpkı Bodrum'da yaptığım gibi büyük bir hevesle izlerken her defasında denizin ve rüzgarın aniden hareketlenmesine ve coğrafyaya özel bu gizemli duruma hayran oluyordum. Eğer güneş bu denli etkiliyse şu ucu bucağı belirsiz Kızıl Deniz üzerinde, kimbilir neler olmaktaydı bedenimin her yanını dolaşan kanımda?
Bilimkurgu filmlerinden sahneler geliyor aklıma, hani güneş veya ışık hüzmeleri insanı olduğu yerden alıp kendine doğru yükseltir ya, tam olarak öyle işte, insan güneşi izlerken ışığa sokulmak, yanaşmak istiyor.. Hatırlayamadığım ritüelleri olmalı güneşin. Anımsıyordum, seziyordum ama ayrıntı yoktu zihnimde. Sadece ona bakmam, onu hissetmem ve ilk ışıklarını mümkünse alnımın, kalbimin önünde karşılamam gerekiyordu, bu kadarını anlamıştım. Bi haller de olmuştu bana aslında çünkü uluorta selamlıyordum güneşi ve benim için bu ritüelin bir adı bile vardı Surya "Ra"maskar.
Garip garip hisler, ışık oyunu mudur yoksa bir tür galaktik kontak mı bilemediğim görüntülerle yarı masal yarı gerçek izledim durdum güneşi.
Tekrar gerçeğe dönersek akan gündelik hayatta kendine has, ülkemde bilmediğim bir vicdanı ve acıta acıta göze sokulmayan seçimleri var Dahab'ın. Mesela tüm özel araçların yerli ve turistler tarafından taksi olarak kullanılabildiği, en pahalı yerlerde insanların sokak hayvanlarıyla yan yana oturabildiği ve hayvanların siz vermediğiniz takdirde yemeğinize musallat olmadığı fantastik bir yer. Hatta şöyle söyleyeyim Elif'in kendiliğinden gelen ve eve yerleşen bir kedisi bile vardı orada, adını Bukedi koyduk. Yumuşacık huyu olan, kucak seven, sadece çok açsa yemeği verilene dek yaygara yapan bir Mısır kedisi.
Herkes kendinin sahibi Dahab'da. Üst baş önemsiz. Mücevher yok. Fakirlik dilencilik değil, varlıklı olmak da bir gösteriş konusu değil. Bolca doğal ürün ve lezzetli şaraplar var mesela. Kadınlar, çocuklar ve sokak hayvanları güvende. Sarkıntılık, yakaran dilenciler falan yok. Aksine erkekler göz kontağı konusunda çekingen, ip bilezikler satan çocuklar da oldukça sakin ve rahatsızlık vermeyen türden.
Benim ilk ziyaretimden ilk dökülenler bunlar olsa da bir süre sindirdikten sonra tekrar tekrar yazar ve ilk yakaladığım fırsatta oraya dönerim gibi geliyor. Zira ne güneşe doydu ruhum ne de denize. Üstelik Musa'nın dağına tırmanmadan döndüm, geri gidip o işi halletmem lazım.
Bi de ricam olacak, aman sağda solda Dahab çok güzel demeyin, oralarda bizden birilerini görmemek ne yalan söyleyeyim bana pek iyi geldi:))
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder