Günler tekdüzelikle birbirine bağlanırken, o gün Güneş Ülkesi'nden davet aldım. Aldığım gibi kabul ettim. Şimdiye kadar sergilediğim tavırdan oldukça farklıydı bu durum zira kararsızlık hayatta en iddialı olduğum alandı. Ama hiç tereddütsüz bir evet çıkmıştı ağzımdan.
Son güne kadar çıkabilecek her aksiliğe razı, yine de gayet hevesle hazırlandım. Sonuçta bir yıldız, üstelik gezegenim üzerinde epeyce etkili bir yıldız davet etmişti beni. Yani gidemesem bile o daveti almıştım ya zaten halihazırda fazlasıyla mutluydum.
Şimdi siz neyin nesi oluyor yıldızdan davet almak falan dersiniz, biraz anlatıyorum o zaman, ama biraz.
Bundan çok çok uzun yıllar önce kıymetli bir dostun yazlığında balkonda tekbaşıma oturuyordum. Günbatımıydı. O vakitler ev arkadaşı olduğum Külkedisi aramıştı. Telefon konuşmamız sırasında içinde bulunduğumuz ruh hali nedeniyle birkaç kez, "evrene gönderelim, evren bizi duysun" gibi laflar etmiş olmalıyız ki, daha yerime oturmadan sokaktaki çalılıktan "evren sizi duydu hanımefendi" diye seslendi biri. Şaşırmıştım. Zira görünürde kimseler yoktu. Sokak tarafına doğru başımı uzatınca benden yaklaşık yirmi yaş büyük ama oldukça dinç ve güleryüzlü o adam gördüm. Üzerinde basit plaj şortu ve beyaz tişört vardı. Bak ne gariptir o zaman da bilmediğim yerden hareket etmiş ve balkondan inip adamla sohbete başlamıştım. Bana kitabını hediye etmek istediğini söyledi; Küçük Prens 3 Einstein 0. Kitabın adı buydu.
Uzatmayalım, kitabı aldım, ertesi sabah gün doğumunda yoga yapmak üzere sözleştik. Bir yabancı ve ben sabah körü sahilde buluşacaktık! Hiç Elvanlık davranışlar değildi bunlar. Velhasıl o vakitler gündoğumu beni sadece görsel anlamda etkileyen birşeydi ki, o da ucundan. Fakat sohbet ilginçti. O sohbette bana Siriuslu olduğum, babam tarafından gezegene getirildiğim söylendi, sene iki bin sekiz. Haaa dedim içimden demek ben bu sebeple kendimi hiç evde, yuvada hissedemiyordum. Bak sen! Ama yetmezdi, başka başka açılımları da olmalıydı bu buluşmanın ve oldu da. Ustamla Ergun Bey tanıştılar. Pek hoşlanmadılar birbirlerinden. Sonra Ergun Bey bir arkadaşımın dayısı, kelli felli avukat, hatta Kalamış'dan mahallelimiz çıktı ve inanılmaz hikayesiyle beni şaşırttı. Tam bir ferrarisini satmış bilge duruyordu karşımda.
Velhasıl o hikaye orada kaldı. Ben Ergun Bey'in asistanlık teklifini nazikçe reddedip yoluma gittim. Yoluma mı gittim? Belki de bir kez daha yolumu kaybettim?
Bunu neden anlattım, çünkü o rivayete göre Sirius adındaki yıldızdan gelerek Dünya'da bedenlendim. İyi de niye? Başkaları da olmalı, kim onlar? Neredeler?
O seyahatte çok yakın dostum Jasmin'in babası vefat etti, zaten civarda olmamın sebeplerinden biri de ona destek olmaktı. Blog okuyucuları belki hatırlar, onların vedası için Balıkçının Kızı ve Paslanmaktan Korkan Şövalye adındaki hikayemi yazmıştım. Ve ne ilginçtir ki arkadaşımın babası da bu konulara hiç uzak değildi. Üstelik cenazesinde benim etkin bir rolüm olmuştu. Şimdi düşünüyorum da acaba aynı yıldızdan mı gelmiştik?
Bütün bunların üzerinden yaklaşık on beş yirmi yıl geçtikten sonra Bodrum'da uzun kaldığım bugünden yaklaşık on beş ay önceki tatilde hiç böyle şeyler düşünmezken güneş tekrar görünür oldu... Fakat bu defa onunla ilgili algım bambaşkaydı, zira sadece doğanın seyredilesi güzelliği olmadığını, çok daha fazlasını barındırdığını sezmiştim. Yine de adını koyamıyordum.
Her sabah koşarak gündoğumu izlemeye gider oldum. Üstelik tam güneş doğmadan az evvel suya giriyor ve onun dağın ardından yükselişini çocukça ve hiç tanımadığım bir sevinçle, sanki birbirimizi vaftiz ediyormuşuzcasına bekliyordum. Bazı sabahlar yataktan kalkmakta tereddüt ettiğimde bile ne yapıp edip vazifeli gibi yetişiyordum gündoğumuna. Böylece haftalar geçti.
Tuhaf bir sıcaklık, hatta neredeyse içten içe genişleyen mutluluk hissediyordum. Güneşi alnımın ortasında ve kalbimin önünde algılayarak ona uzun uzun bakıp gözlerimi kapatıyor ve ışık oyunlarının güzelliğine inanamıyordum. O tukuvazlı, turunculu renk cümbüşünde görmüştüm İsis ankını. Büyüleyiciydi.
İstanbul'da Ela ile birlikte ilgilendiğimiz, bir süre evimde baktığım kediciğin adıydı İsis ve gezegende en uzun tapınım gören tanrıçaların neredeyse en kudretlisi. Zaten kediciğe de bu dirayetinden yola çıkarak İsis demiştim.
Öyleyse elde var kara kedi İsis, Siriuslu olmak, İsis Ankı ve Gündoğumu ve veya güneş.
Yavaş yavaş puzzle tamamlayan biri gibi güneşin peşine düşmüştüm. Nerede olursam olayım iki arada bir derede güneş kültü hakkında okuyor ve filmi geriye sardıkça bildiklerime hayret ediyordum. Gizemli fakat eşsiz bir oyuna davet almış gibiydim.
Duydunuz mu hiç, daha sonra Doğu Roma'nın başkenti olarak bilinecek olan KONSTANTİNOPOLİS 'in kurucusu I. Konstantin ölüm anındaki vaftiz törenine kadar Güneşe tapardı? Anadolu'nun en büyük değerlerinden olan Mevlana Celalettin Rumi'nin entellektüel anlamdaki tüm bilgisini, ezberini sıfırlayan ve onu bambaşka alemlere davet eden Şems idi. Tebrizli Şems. Tebriz'in Güneşi.
Peki Atatürk'ün en önemli projelerinden birinin adı? Güneş Dil Teorisi.
Ya Masonların muhakkak bir kutsal kitabın üzerine bağlılık yemini istemelerini neye bağlamalıyım? Neden illa biri değil de hepsi makbul?
Yanıldığımı düşünmüyorum. Bence boşuna değil bütün o sevgi, ışık ve birlik lafları. Ama neyi sembolize ediyorlar? Bir yere kadar açık olup, sonra gizlenen bilgi ne? Buralarda hem yeniyim, hem heyecanlı.
Bunca lafı etmemin nedeni de Güneş Ülkesi'nden henüz dönmüş olmam.
Size göre bütün bunlar tevafuk olabilir, belki de haklısınızdır ama ben öyle olmadığına her an daha da iknayım. Kocaman ve büyüleyici bir sistem var ve siz ona kavuşmayı yürekten istediğinizde usul usul aralanan perdeler var. Vaktinden önce gelen delilikle sınanmamak ve günlerce karanlıkta kalıp aniden ışığa ulaşan biri misali gözleri kaybetmemek için usulca yürünmesi gereken bir yol var hissediyorum. Maddeden manaya, Dünya'dan güneşe, dışarıdan içeriye...
Ne dersiniz?
Devam edeceğim....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder