Günaydın Ahali,
Bu sabah, beş kuruşluk ederi olmayan bir gazetenin köşe yazarı gibi hissediyorum kendimi. Sebebi de Pelin Özer. Bana kuş cıvıltısını andıran sesiyle öyle okkalı ev ödevleri veriyor ki, içimden "vay anasını sayın seyirciler, bu ses tonuyla ne kaleler fethetti Pelin'im kim bilir?" dedirtiyor. Pelin haklı, yıllardır kafayı taktığım bir iki yazar dışında gerçek anlamda edebiyat okuyucusu değilim. Aynı anda iki şeyi yapamıyorum. Annemdeki disleksi bende bu şekilde tezahür etti zahir...
Çocukken epeyce güzel resim yaparmışım. Öyle üfürükten de değil, şu gelecek vaad eden veletlerdenmişim yani. Aslında gayet normal. Kapısından Alantar, bacasından Burhan Uygur giren bir evde ya ne yapacaktım? Okuma yazma gelince boya kalemlerim puf diye gitti, dünyam kitaplar oldu. Resim hakkında bir daha hiç düşünmedim. Ama geçiş dönemi eserlerimi görmelisiniz, araya üç beş harf serpiştirilmiş, soyadımı öğrenmeye çabaladığım post modern işlerim var ki, of! Yaş beş!
Velhasıl uzun lafın kısası, okuma yazma meselesindeki edebiyat aşkımın sonu arkeoloji ile geldi. Bilim adamı olacağım diye makaleden gayrı bişi okumadığım uzun yıllarım oldu. Ardından kafayı inançlara ve yogaya da takınca, o keyfim için okumalar tümden gitti, yerine öğrenme açlığıyla ve anladığını aktarma sorumluluğuyla okuma yazmalar geldi. Eğitim notları, dergilere yazılar, öğrencilere ev ödevleri derken, bana kala kala blog yazarlığı kaldı! Güzel dilimizde buna kendim ettim, kendim buldum diyoruz. Bi de "oh olsun!" denir ama insanın kendine oh olsun demeye dili varmıyor.
Neyse, bugün konumuz meditasyon.
Yıllardır yüzlerce defa anlattım aslında. Meditasyona oturmak huzurlu bişi olmayabilir... Ki değildir de.. Osho'nun yavaş yavaş haşlanan kurbağaları gibi tatlı tatlı haşlanıp, pardon yaşayıp gitmek varken, rahat mı battı da oturacaksınız meditasyona?!
Geçen yıl yoga derslerimin mottosu Mevlana'dan idi. Adam açık açık söylemiş. Ama bizdeki kafa magazin gazeteciliği bakışıyla bi kısmını anlamış, fakat ne hikmetse asıl cümleyi pas geçmiş.
Şimdi, "kim olursan ol gel" diyor ya, BU CÜMLEYİ İYİ ANLAMAK LAZIM. ÇÜNKÜ DEVAMINDA GELDİĞİN GİBİ KAL DEMİYOR..."Yola gel" diyor. Daha da ehemmiyetli olan asıl okkalı cümle de ardı sıra eklenen; "Gel, gel ama sıkılırsın..."
Yola girmek, arayıcı olmak merakla başlar. Zihinsel arayışın, ruhsal arayışa dönüşmesi için yolculuğa akıl fikirle, merakla ve mümkünse aşkla çıkmak iyi olur. Bu yolculuğun hakkıyla gerçekleşmesinde takip edilen ve birbirine paralel iki yol vardır. İçerideki yol ve dışarıdaki yol. Er geç bu ikisi buluşur.
Dışarıdaki yolculuğun zaman zaman rehberleri olur, gurular, şeyhler, hocalar, okkalı deneyimler, felsefeciler, kitaplar, kuramlar... Bu hocaların elini tutarsanız yol kısalır, zamandan kazanırsınız. Fakat orada da bir sır vardır ki, beni en zorlayanlardan biri olmuştu, o dış yolculuğun rehberi arayarak bulunmaz... Siz hazır olunca, içerideki yol, dışarıdakiyle bir olmaya niyet edince, usta karşınıza çıkar.
Onu görür görmez tanırsınız, iç sesiniz "bildim seni" der. İşte öz benliğin bu "bildim seni" cümlesini fısıldayabilmesi için yapılan içsel hazırlık serüveni meditasyondur.
Kaynakla bağlantı kurmak için bir budist pratiktir meditasyon. Meditasyona oturmak için budist olmak gerekmez. Eğer müslümansanız ve meditasyon kelimesi sizi inancınıza dair huzursuz ediyorsa adına "tefekkür" dersiniz, olur biter.
Meditasyon bir zihinsizlik hali değildir. Meditasyon, kendimiz sandığımız ve elbette biz olmayan zihnin aralıksız oyunlarını izlemektir. Bedeni durdurduğumuzda, zihnin gün, hatta gece boyunca yedi yirmi dört aralıksız bombardımanına tanıklık halimiz başlar. İşte bu izleme, düşüncelerin geliş gidişlerini görme egzersizine meditasyon diyoruz.
Burada, meditasyona oturduğunuz anda, acı, sevinç, şüphe, kaygı, geçmiş ve gelecek... Ne varsa içinizde hepsi koşa koşa gelecektir. Bütün bunlarla savaşmayın, kovalamaya çalışmayın ve peşlerine takılıp izlemeyin.
Eğitimlerde defalarca anlattığım bir Zen hocasının örneğini tekrar ediyorum; düşüncelerimiz biz değildir. Düşüncelerimiz evimize davetsiz gelen konuklardır. Onları nezaketle kabul edin. Bırakın gelsinler. Ama çay ikram etmeyin!
Aslında bu kadar basittir. En değersiz, en korkutucu duygu ve düşüncelerimiz bile bizim tarafımızdan görülmek, bilinmek ister. Onları görün, onları kabul edin. Karanlığınızı da kabul edin. Bu bedende insan olmayı deneyimliyorsak, insana dair her şey bizde mevcut. Meditasyona oturarak bunu görür ve her şeye bu kabulle başlarız. Amaç, hedef mutluluk değildir. Huzur ve mutluluk olsa olsa bir sonuç olabilir. Acele etmeyin.
Devam edeceğim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder