Bu haftaya damgasını kokular vurdu; kızlarla çıktığımız akşam İstanbul ve deniz kokusu doldurdum ciğerlerime. Aynı gece gelen ve odamı güzelleştiren muhteşem güllerin kokusu ise sabaha kadar burnumdaydı. Bugün de kış için hazırladığım domateslerin tırnaklarımın içine sinen kokusuna doyamıyorum... Ah bir de kardeşimden gelen şarabın kokusu efsaneydi bu hafta. Koklamaktan yutmak istemedim, o kadar diyeyim! Ve tabii sokaktaki tüm kokulardan mahrum kalmamıza sebep olan maskeler yüzünden ıskaladıklarımız var... İşte orası hazin...
Geçen yıl da çok ilginçti hayat, bu yıl da öyle... Geçtiğimiz Temmuz Ağustos aylarında ölümle, yasla hesabımı kesiyor, tüm yanlış anlaşılmaların temize çekilmesi için bana fırsat veren Ayşe'nin elini tutuyordum. Ayşe ateş içinde yandıkça, ona Kuzey Afrika manzaraları anlatıp, yanaklarını dolapta soğuttuğum gül suyu ile serinletirken, yıllarca alev alev yanan kalbimi de nihayet özgürleştiriyordum. Geçmişte ölüm vardı, odada ölüm vardı. Fakat bu defa ölüm normaldi, ölüm döngünün parçasıydı ve ölüm bir son değildi. Tıpkı aşk gibiydi ölüm, tıpkı mevsimler gibiydi; hep vardı, hep bizimleydi, hep biz idi....
Bu yaz, Seray ve salgın hastalıkla derin bir gaflet uykusundan uyandığım o uğursuz sandığım Temmuz akşamında, bu kez aşk için geçtim o daracık kapıdan. Oh dedim biliyor musun? Oh, nihayet aşk için hazır evim barkım dedim. Sonunda kendimi tutsak ettiğim şu amansız illüzyondan özgürleştim, akit içinde olduğum varlıkla helalleştim ve oh dedim.
Sırf bu yüzden anlamlandı renkler, bu sebeple içime işler oldu kokular. İşte bu sebeple mis gibi domates kokan ellerimi hiç yıkamak istemiyorum. Beni gerçeklikten koparacak hiç bir şeye eyvallahım yok gelecekte. Ne ölüm, ne de aşk almasın gerçekliği. Acısı, kederi ve heybesindeki her saniyesi ile kabulümdür hayat, yeter ki bir daha kalbim donup kalmasın korkuyla, kalbim unutmasın döngüleri, kokuları tatları....
14.08.2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder