Yaklaşık iki aydır evim burası. Ha tabii birde uyumak için kullandığımız ve dünya tatlısı kızlarla paylaştığım odamız var. Sabah kapısını açıp, bir gün öncenin çanak çömleğini yayıp, çalıştığım masa bu. İçinde soğuk su olan buzdolabı ve bu alanı nasıl kullandığımızı anlatan pano da işte tam orada.
Zor bir yaz oldu. Arkeolojiyi özlediğimi, ama bu camianın çirkinliklerini hiç özlemediğimi anladığım, uzun upuzun bir yaz..
Her daim sevdiğim bu şehrin, en sevdiğim dönemine bu kadar yaklaşmışken nasıl vazgeçeceğimi bilmiyorum. Keşke bir yolu olsa. Keşke oniki ay burada veya dünyanın bir köşesinde unutulmuş bir kitaplıkta çalışarak geçirebilsem. Ne güzel olurdu! O zaman hayat bana bayram olurdu.
Yıllar önce, genç ve çok havalıyken, aşkını reddettiğim bir oğlan, "kütüphanelerde çürürsün inşallah" demişti. Ah ya, keşke öyle olsaydı azizim. Rica etsem bu dileğini yineler misin?
Kış gelmeden, mümkünse Konya seyahati evvelinde Süleymaniye - Vefa ve Zeyrek anlatmak istiyorum. Şöyle Sinan'ın kubbesi altında yayılıp, ardından Darülziyafe'de yemek yiyip, en telvelisinden kahve içelim. Fallar bakıldıktan sonra Süleymaniye'nin etrafını tavaf edip, Molla Gürani'den bahsederek Vefa'ya inelim. Bir bardak boza içip şenlenelim. Sonra mı? Ver elini Zeyrek!
Gün sonunda Sur Kebap yapalım derim. Hatta hala enerjimiz kalırsa Karaköy'de bile soluklanırız azıcık.
Bütün bunlar bana İsa'yı unutturur mu? Mudraların hıristiyan alemine geçişini merak etmeyi bırakır mıyım bilinmez..
Arkeoloji bir mikrop! İnsanın içine girmeye görsün!
1 yorum:
En azından sevdiğin bir şey var, sımsıkı tutunabildiğin.
Yorum Gönder