Sabah yürüyüşe çıkamadım. Düşmüş enerjim, değil yürüyüşe çıkmak, yataktan kalmama bile zar zor yetti. "Prenses'in Çizmeleri" masalında olduğu gibi garip bir ruh durumu, hatta ona eşlik eden veya onun bizzat yarattığı o tarifsiz tükenme duygusu, beni çok zorladı. Ancak ve ancak hastaneye kadar gidebildim... Kontroller, ilgisiz doktorlar vs değil de, hastane çıkışı kafamın içinde konuşmak yerine olanı biteni anlatmak için hocama ulaşmak isteyip, onu bulamamak son darbe oldu. Eve zor ulaştım. Ceset pozisyonunda uzandım yatağa. Her ne geliyorsa buyursun gelsin dedim içimden... Kısmette böye gitmek varsa, eyvallah..
Ölüyorum ben. Bildiğin basbayağı ölüyorum. Bedenim hiç bu kadar ağır, hiç bu kadar yük olmamıştı ruhuma. Ondan ve tüm arızalarından, onu iyileştirmek zorunda kalmaktan dolayı çok bitkin hissediyorum. Sonra, amacımı yeni yeni keşfetmeye başladığımı ve asıl şimdi yaşamam gerektiğini hatırlayıp, ruhuma beş numara büyük gelen bu bedeni, karnı doymuş bir sokak köpeğinin kokmuş bir et parçasını bıkkınca sürüklediği gibi sürüklüyorum! Ha gayret!
En çok bozulduğum bu güçsüzlüğüm. Bir yaşlı var sanki üzerime abanmış. Ya da daha çok yeni bir kabuk bulamadığı için kendine epeyce büyük bir kabuğun içine saklanmış kafadan bacaklının durumundayım; uygun kabuk piyasada yok. Ama bu kabuğu atarsam kimbilir kime yem olacağım derdi büyük... ve fakat atmazsam artık taşıyamayacağım gerçeği ondan da büyük ... Gel de çık işin içinden...
Böyle mi ölüme teslim oluyor insan? Kabuk ağırlaşınca... Beden ruha abanınca... Güç bitip, hafifleme isteği herşeyin önüne geçince... Hiç ölmedim ki! Ölüm bizim mahallede hiç bu kadar ard arda volta atmadı ki...
Bildiğim tek şey kesinlikle ölüyorum. Bunu hissediyorum. İçimde, dışımda birşeylerin yeri değişiyor. Bedenimin gücü azalırken, ruhum tam tersine güçleniyor. Artık bana sonsuza dek kapalı olduğunu sandığım kapılar, asla gerçekleşmeyeceğini düşündüğüm mucizeler hiç olmadıkları kadar yakın... Sadece bu olan bitenle nasıl başa çıkacağımı ve bütün bu hikaye sürerken gündelik hayatımı nasıl sürdüreceğimi kestiremiyorum. Akışı bu defa bozmak, kaçırmak istemiyorum...
Çalışmayı kabul ettiğim yaz okullarına "üzgünüm" desem ve bir tekkeye kapansam... veya kimsenin olmadığı basit, sessiz herhangi bir yere... Orada öylece dursam. İçimdeki çalkantının, bu gafil avlandığım ölüm halinin tam karşısında öylece dursam... Alacaksa alsın bedenimi, almayacaksa da sıyrılıp gitsin yanımdan...
Bu, yazla gelen ölümü nasıl karşılamam gerektiğini hocama sormam lazım... Beni sadece o kurtarabilir... Bu bitkinliği, içimdeki ibrenin sıfıra yakın yaşam enerjisini işaret ederek yanıp sönüşünü ancak o görebilir...
İştahım hiç yok. Uykumun adı nicedir baygınlık... Bütün bu fiziksel sıkıntılara inat ruhum bir kelebek gibi; aşka, çocuklara, başka hayatlara, yeniliğe hiç olmadığı kadar açık. Bu ne? Bu nasıl bir ölmek?
Bu kadar derin acıyı ve umudu aynı kapta nasıl taşır insan? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey ölüyorum. Ve bu ölümün anlamını seziyorum....
4 yorum:
ölmeden doğulmuyor tekrar sanki... Korkma... tüm dirençlerimizdir bizi ağırlaştırıp baygın düşüren... Oysa sadece değişiyoruz..
Yaşıyorum de lütfen...
:) Çok yaşa, çok yaşayalım Brajeshwari!
he he ne güzel yalnız değilmişim kusura bakma ama sevindim benim ibre 1-1.5 ay önce sıfırın altına indi...sirenler çaldı.....ve dıtttttt durdu.......
ne mi yaptım?
o halde bile yaşamak istiyordum, bitmişti evet ayağa kalkamıyordum, en son banyoda fiziksel olarak yığıldım kaldım....
hiç istemediğim şeyi yaptım ilaç almaya başladım. ilacı yavaş yavaş azaltmaya başladım ve bu süreçte düşündüm, kendimle konuştum, kendimi kabul ettim, dış destek ihtiyacımı gözlemledim, dış onay ihtiyacımı ve buna gülümsedim.
buralar güzel, korkma, beklerim, beraber dipte çay içmek harika olur
ÇAY MI? OLUR:))
Yorum Gönder