8 Aralık 2007 Cumartesi

Meltemler Estiren Prenses.


Kimsesizlik ve ihanet çoğu zaman durumdan ziyade bir histir diye düşünürüm. İşin gerçeği kimsesiz değilizdir ve hatta ihanet semtimize dahi uğramamıştır ama öyle derin bir alınganlık denizinde boğuluruz ki, hakikat ve hayaller türlü ışık oyunuyla algılarımızı alt üst eder.. 

Yalanın en büyüğü ve en kanırtıcısı budur zaten; kendine yalan! Diyorum ben...
Ne zaman?
21. yüzyıla sürgün iken.
Nerede?
Kalamış'daki evimin salonunda.
Kimim ben?
Rapunzel.

Çok prenses gördüm ben; önce annemin yüzünde, ardından kendi bakışlarımda, sonra masallarımda ve bir zaman sonra diğerlerinin masallarında.. Hepsi, hepimiz mağrurduk ve mağdurduk! Ortak olan tek özelliğimiz buydu, bir de saçlarımız... Kısa saçlı olmaz prensesler. Yani en azından benim tanıdıklarım uzun saçlıydı, biri hariç; Külkedisi.

Annem gördüğüm ilk prensesti. Ailemizin kraliçesiydi. Bunu hiç farketmedi çünkü kaybolmuştu annem. Upuzun pırıl pırıl saçları ve sonsuz gözyaşı ırmakları vardı. Geçen yıllar boyunca saçları zaman zaman kısaldı
ysa da ağlaması hiç durmadı. Hatta öyle derin göller oluşturdu ki bitmeyen gözyaşları, sonunda benim en büyük korkum boğulmak oldu.  Başkasının kederinde boğularak ölmek  ya da daha kötüsü çırpınarak yaşamak. 

En eski korkularım annemden yadigardır, ilk prensesimden...


Yıllar sonra aynaya baktığımda kendi kaybolmuşluğumla tanıştım. Soru dolu gözlerle bana bakan bir prenses! Daha neşeli, kıpkızıl saçlı, hayat dolu biri. Ama O da kayıptı. Bu kez onun peşine düştüm. Ona yardım etmeye çalıştım. Aradım baktım evi yurdu neresi diye. Bazen başardım, bazen başaramadım yüzünü güldürmeyi. İpinden kurtulmuş uçurtma gibiydi, yıllarca savrulduk rüzgarda. 

Akdeniz sularında seyirler yaptık; gün oldu kale burçlarında dinlendik,  buz gibi kış günlerinde nergis tarlarında sevinçten delirdik. Her taşı kaldırdım, her kurbağayı öptüm. Hatta prens olduğundan şüphelendiğim pek çok kediyi, köpeği, balığı ve çiçeği de öptüm. Masalın dediği herşeyi yaptım ikimiz için ama olmadı. 
Daimi bir gülücük hediye edemedim aynadaki kaybolmuş prensese!

Ben Rapunzel diyorum ki size hala kayıbım. Bana verilen bedenin içinde hem  hapis ve  hem kayıp.

Çok prens öldürdüm mü hatırlamıyorum. Ne kendini yunus zanneden prense, ne okyanusun öte tarafına uğurladığıma karşı mahçubum. Ama bir tanesi hala derin üzüntüdür benim için. Onu sevemedim ama sevmek istedim. Bunun için üzgünüm... Hakkında son hatırladığım burçlardan yuvarlanan bedeni. Umarım yarası ağır değildir ve kurtulmuştur. Bunu gönülden dilerim. Çok hassas biriydi, soğuk kış akşamlarında sadece ellerim değil kalbim de üşüdüğünde hala onun şiirleriyle ısınırım. Fakat öfkesi daima aşkından daha yakıcı olduğu için onu ittiğime pişman değilim!

Bütün katiller kadar masumum..

Masalına girdiğim ilk prensesi bugün anlatmayacağım. Asıl anlatmak istediğim ikincisi; Meltemler Estiren Prenses. Onunla çok güzel bir Akdeniz akşamında bütün periler ve cinler uykudayken tanıştık. Upuzun dalgalı saçları vardı. Bembeyaz teni ve küçücük elleri. O gece ilerleyen saatlerde gölgeler azaldığında prensese doğru yaklaşan birini gördüm. Bir prens miydi bilmiyorum.. Ama ışık o kadar azdı ki, bunu anlayamamam çok normaldi. Kaplumbağa sırtına benzeyen geniş ve yeşil bir sırtı vardı gizemli misafirin. Orta boyluydu ve muhtemelen ilk kez bir prensese bu kadar yaklaşmıştı. Korkusunu hissettim, ürperdim! 

Prenses ondan korkmadı, kaçmadı. Yavaşça elini uzattı ve yürümeye başladılar. Ay ışığında dans ettiler, sahilde, sokaklarda, caddelerde  gün ışıyana kadar yürüdüler... Sanki sözcüklere ihtiyaçları yoktu ve sonsuza kadar yürüyebileceklerdi. Onları seyrederken kendimi çok mutlu hissettim.  Gün aydınlandığında seçebildim prensin yüzünü; Prusya Kralı'ydı!

Masalımız bir süre paralel devam etti. Prenses ve Prusya Kralı derin bir sevgi yaşarken, ben de boş durmamış ve bir deneme daha yaparak son dalışta tanıştığım Orfoz Prensi yanımda getirmiştim. Korkuyordum, onu öpersem prens olmadığını anlamaktan, yine yanılmış olmaktan
korkuyordum. Neyse bu başka bir konu; benim ve Orfoz Prens'in masalını sonra anlatacağım.

Bu bölüm Meltemler Estiren Prenses'in.

Onlar çoook mutluydular. Gözlerinde sevgi, ellerinde kalpleri mevsimin tadını çıkartıyorlardı. Bakışlarında derin bir güzellik oluşmuştu. Prensesin aşkını korkusuzca yaşaması beni büyülemişti. Ondan yayılan enerji sanki tüm Akdeniz'de tatlı bir meltem estirmek için yetiyordu.
Kış geldi... Anlayamadığım bir girdap oldu denizde. Ardından anaforlara kapılan kralı gördüm denizin ortasında. Ve prensesin kumsala vurmuş bedenini! Oysa fırtına takvimine göre çok zamansızdı yaşananlar.

Öldü zannettim prensesi, öyle cansız öyle hafif kalmıştı ki kollarımda ağlamaya başladım. Elbiselerimiz ıslanmıştı. Onun narin bedenini Orfoz Prens ile birlikte kayalıklara taşıdık. Deniz yıldızlarından, mercanlardan ve sedeflerden güzel bir lahit yaptık ona. Kaleyi rahatça görebileceği yere taşıdık. Gömemedik çünkü yanakları hala pespembeydi. Umutsuzca yaşıyor olmasını diledim. Seviyordum onu, tıpkı Prusya Kralını sevdiğim gibi.

Neden sonra Prusya Kralının peşine düştüm. Fırtına onu nereye savurmuştu? Yoksa anaforda
 boğulmuş muydu? Defalarca dalıp çıktım denize onu bulabilmek için. Orfoz Prens ve ben sonunda onu bulduk. Çok su yutmuştu ama hayattaydı. Toparlanınca gitti, neresi ağrıyordu anlayamadım ama içinde bir yara açılmış olmalıydı ve ben bu yaraya bakamazdım.

Akdeniz kıyısındaki hayatımıza devam ettik. Bir ara ben de başka denizlere yelken açtım. Yolum Londra’ya kadar uzandı. Orada, Baltık Denizi kıyısındaki kocaman ormanlardan gelen Leh bir avcıya kaptırdım gönlümü. Fakat aklım henüz öpmediğim Orfoz Prens’te kalmıştı. Thames kenarındaki acıklı vedalaşmadan sonra avcıyı gözyaşları içinde terk ederek döndüm kendi kıyılarıma. Ve asla öğrenemedim aradığım prensin o avcı olup olmadığını, çünkü onu da öpmemiştim. 

Ben uzaklardayken Prusya Kralı, başka bir prensese vurulmuştu. Gariptir ama hayatlarımız oradan oraya yuvarlanırken kayalıklarda uyumaya devam eden prensesi ziyaret etmekten ve sevmekten hiç vazgeçmedik. O benim için kıymetliydi. Aslında nasıl bir sevgiyle tam olarak bilemiyorum ama o hepimiz için kıymetliydi. Hatta Orfoz Prens bile onu severdi kendince.

Aradan uzun yıllar geçti, lahidi yerleştirdiğimiz kayalık iki bar arasında sıkışıp kaldı. Prenses bütün gürültüye rağmen derin derin uyuyordu. Asla değişmemişti yüzünün güzelliği. Şüphesiz derin bir uykuydu bu; aşk acısına katlanamayanların uykusuydu.
 

Birgün olan oldu. Koskocaman bir anafor oluştu Marmara Denizi kıyılarında ve tüm Ege Denizi’ni boydan boya geçerek prensesin önüne kadar geldi. Biz daha bu da nedir demeye kalmadan dalgalar lahidi yerinden kaldırdı. Tam o sırada inanılmaz birşey oldu ve kıyıdaki kalabalığın arasında kralı gördüm, ağlıyordu. Çaresizce ağlıyordu. Varlığının yarattığı anaforun prensese zarar vereceğini anlamıştı, artık çok geçti. Lahit kırıldı, denize atlayan Prusya Kralı dalgalarla mücadele ederek prensesi kumsala taşıdı. 

Hepimiz ağlıyorduk. Orfoz Prens de belki - geçen süre zarfında onun prens olmadığı kesinleşmişti, çünkü öpmüştüm!- olanları görseydi ağlardı diye düşünmeden edemedim. Prusya Kralı, prensesi hayata döndürmek için dudaklarını dudaklarına değdirdiğinde prenses öksürmeye başladı! Delirmiştim sevinçten! Küçücük bir sedef parçası takılmış  boğazına! Hepsi bu. Yaşıyordu!

Güle oynaya kaleye gittik. Yeniden bir masala dahil olmak delice heyecanlandırmıştı beni. Tanrım, sonunda mutluluk yeniden meltemler estirecekti Akdeniz'de.
Ama yanılmıştım. Çabuk sevindiğimi anlamam fazla sürmedi. Bunu için gecenin gelmesi yeterli oldu...

Tıpkı onları ilk gördüğüm gece gibiydi. Ama ay yoktu. Biraz daha dikkatli bakınca ürpererek gördüm ki aşk da yoktu. Her ikisinin de gözlerinde ışıltılar vardı ama bunlar aşkı hatırlamakla ilgiliydi, aşkın kendisi değildi. Yeniden kalbini ellerine alacak kadar cesur davranabilirdi prenses, eğer uzaklardan bir Deniz Kızı’nın hayaleti görünüvermeseydi. İşte o dakika Prusya Kralının gözlerindeki ışıltı - onun bir soylu olduğuna inanmak istiyorum ama gerçekten tarafsız kalamayacağım için susuyorum, o benim kardeşim!- hayaletin olduğu yerde suya yansıdı. Bakışlarını aynı noktaya çeviren prensesin gözlerinden yaşlar süzüldü. Işıksız bir geceydi, ama ılık ılık süzülen gözyaşlarını gördüm.

Çok üzüldüm, ama ağlayan bir prensese dokunamazsınız.

Deniz Kızı derin sularda kayboldu. Gördüğü sahne onu da yıkmış olmalıydı - tabii hayalet değilse -. Prenses o gece aşksız kalmıştı ama hiç olmazsa hayattaydı ve kalbi ellerinin arasındaydı. Ve bu az şey değildi. Yavaşça ayağa kalktı, saçlarını topladı. Pencereye yaklaşıp son bir defa denize baktı. Elindeki sedef parçasını boynundaki zincire geçirdi.
Aşk hatırlanması gereken bir hediyeydi, gülümsedi.

Ona kalenin çıkışına kadar eşlik ettim. Meltemler estiren bu genç kadın benim kulemin en kıymetli konuğuydu. Binlerce sözcük vardı aramızda söylenmemiş. Sımsıkı sarıldık birbirimize, sonra elini alıp göğsüme götürdüm. Ürpererek çekti elini. Korkutmak istemezdim onu, kalbi göğsünde olduğu için sevinmeliydi.

Onu uğurlayamayacak kadar üzmüştü beni masalın sonu. Prensese, Deniz Kızın’a ve kardeşime üzüldüm. Başka masallara müdahale edemeyeceğim gerçeğine üzüldüm...

Upuzun koridorlardan hızlıca geçerek kuleme döndüm. Ağlamaya başladım ama çok dikkat ettim; çünkü Keder Denizi’nde boğulma korkum var benim.


Önemli Not: Yeri gelmişken; balıklar da ağlayabilirler, sadece biz farketmeyiz çünkü gözyaşları hemen suya karışır. Deniz suyunun tuzlu olmasının nedeni bu duygulu balıklardır.


10 Nisan 2007

Hiç yorum yok: