Bu defa köydekilerle konuşup karar vererek çıktım yola, sadece ormanın kıyısındaki sessizliğin tadını çıkartmayacak, aşağı köyde de kalıp Senem ve Mehmet Usta'yla zeytin hasatına gidecektim. Çünkü ağaçlarımın ilk zeytinlerini toplamaya yetişememiştim ve eksikleniyordum. Oysa ağaçları dikeli henüz iki yıl bile olmadı, zaten beklediğimiz birşey bile değildi meyve vermeleri ama insanım nihayetinde, zaman zaman kapılıyorum böyle "eyvah kaçırdım" hissine.
Köye uzun bir yolculukla vardık. yolda işler vardı halledilecek, yolcular vardı uçağa yetiştirilecek, uçaktan alınacak. Eve ulaştığımızda akşam olmuştu. Biraz sohbet ve şömineleri yakma faslı sonrası odalarımıza dağıldık. Ateşi dinleyerek uyuyakalmışım.
Ertesi gün sakin geçti. Nasıl geçti, ne ettik bilmiyorum. Bir ara arazide dolanıp ağaçlarımı sevmeye gittiğimi biliyorum o kadar. Saate bakmayı gerektirmeyen günlerde insan afallıyor, sanki büyük bir baskı kalkıyor omuzlardan ve içerisiyle dışarısı arasında yeniden bağ kuruluyor. İçimdeki hayvanın sesini, ihtiyaçlarını daha iyi duyuyorum kırsalda. Açsa besliyorum, kokuyorsa yıkıyorum, uykusu gelirse de yatırıyorum.
Kendini duymanın vahşiliği eşsiz.
Oralardayken belki daha vahşiyim ama akışta hissediyorum. Kırılganlıklarım, şehrin konforuna dair rutinlerim anlamını yitiriyor. Hiç beceremediğim kadar eyvallah kafası geliyor.
Pazar akşamı Mehmet Usta ve Senem yemekten sonra beni aşağı köye, evlerine götürdüler. En son ne zaman köy evine misafir olmuştum hatırlamıyorum.
Bana oturma odasına yatak açıldı. İki çekyat, bir masa ve sobadan ibaret odam. Çarşafımı yaydık, yorganımın altına saklandım ve sabahı sabah ettim! Her zaman yadırgarım yerimi, ilk gece hep zorlanırım uyumakta. Fakat o gece endişe de ettim çünkü sabaha hasat vardı ve zaten rutinimin dışında efor sarfedecektim, buna uykusuzluk eklenirse ne olurdu halim?
Birşey olmadı. Kalkıp üzerimi giyindim, yatağımı topladım ve evin sabah işlerini seyrederek sobanın kenarına iliştim. Mehmet Usta çoktan kalkmış, girişteki sobayı yakmış ve kedilerin yemeğini vermişti bile. Burada yirmiden fazla irili ufaklı kedi var ve evinde kaldığım çift onlara bakmaktan hiç gocunmuyorlar. Az ilerideki ağılda besledikleri keçi ve koyunlar kadar kıymetli bu hanede kedi nüfusu. Senem'in tavana astığı kavunlar ve çiçek saksılarının altında öyle fantastik bir manzara ki bu hayvanların kahvaltı seansı, görmeliydiniz.
Biz Senem'le sofra kurarken, Mehmet Usta ağıla gitti. O gelene kadar herşey tamamdı ve en son Senem'in tavsiyeleriyle üstüme başıma bir kat esvabımı daha giyince hazırdık yola çıkmaya.
Kolay değildi arazi için giyinmek. Bir defa çift çorap şart. Sabah ayazına değmemek için hırka, zeytin dallarına takılmamak için de eşarp şart. Çok şükür hepsi verildi.
Arabayı zeytine geldiğimiz köyde dar bir sokağa bırakıp, oradan traktörü aldık. Söylemeyi unuttum, Mehmet Ustanın seksen yaşındaki anası da bizimle geliyordu. O hemen traktörün kasasına yerleşti. Bir an rüya görüyorum sandım çünkü genç bir kadın kadar çevik atlamıştı kasaya. Ben mi? Ben Senem'i bekledim. Önce O, traktörün tekerinin üzerine zıpladı sonra aynı onun bastığı yerlere basarak ben öteki tekerin üzerine çıktım.
Tanrım çok yüksekti! Tutunacak yer yok gibiydi ve bir şekilde düşmeden zeytinliğe varmalıydım. Vardık. Vardık ama ilk kez traktöre bindiğimden çok kasılmış, tedirgin olmuştum. Buna rağmen hoşuma gitmişti traktör tepesinde gezmek.
Ve işte zeytinlerin arasına geldik. Bir aile daha var bizimle hasatta çalışacak. Uzaktan gülümsüyorlar. Yanlarına gidiyoruz. Küçük tuhaf bir soba tütüyor yanlarında. Benden haberdarlar, beklenmedik biri değilim. Hemen ikisi bir arada kahvemi tutuşturuyorlar elime. Fazla soru sormadan adım ve işimle yetinip, çabucak alıyorlar aralarına.
"Sen yaygıcısın" diyorlar kahvemi içerken, "olur" diyorum neye evet dediğimden habersiz.
Artık ben yaygıcıyım önümüzdeki iki gün. Bakalım nasıl birşey bu yaygıcılık?