15 Ekim 2024 Salı

THE LETTERS*

 

Günaydın,

Her gece sözler veriyorum kendime ertesi sabah tutulmak üzere fakat hiçbirini tutmuyorum. Ne limonlu su içiyorum, ne sabah esnemelerine rağbet ettiğim var, ne de sonbaharda çıkılacak uzun sabah yürüyüşleri gündemimde. Kendime verdiğim sözleri bile tutmaz, tutamazken hayattan sadakat ve işbirliği bekliyorum. Ben bana inancımı dibine kadar yitirmiş ve tazeleyemezken, bir andan diğerine durdurulamayan çürüyüşümün gerçeğinde yaşam bana su versin, göklerden süzülüp omuzuma konan kuşun tılsımlı dokunuşu bana beni hatırlatsın, kalbimi çiçeklendirsin istiyorum. İstiyor muyum? İstemek için bile yorgunum. 

Her sabah canlılığa tutunmaya gayret edip, güne kalp çakram için meditasyon yapacağım diyerek başlayıp ilk hüzünlü karede yokuş aşağıya yuvarlanıyorum. 

Şu dertop olmuş yokuş aşağı yuvarlanan kirpi ben miyim yoksa? 

Geçmişe ve geleceğe gönderilen yüzlerce mektubun yerine ulaşıp ulaşmadığını bırakıp, şimdi tam şu an yeni bir tane kaleme alıyorum. Dans ediyor, resim yapıyor ve doğanın bize bahşettiği renklerin önünde eğiliyorum. Gün başladığı gibi devam etmek zorunda değil, yaşam inceldiği yerden kopmak zorunda değil. Gün yaşamaya değer kılınabileceği gibi, hayat tam o inceldiği yerden sımsıkı düğümlenip yenilenebilir.

Hadi benimle beraber bir mektup yaz şimdiki zamanda ve kendine.









*mektuplar

14 Ekim 2024 Pazartesi

SEMBOLLERİ OKUMAK

 

Tarihi hikayeler arasında en sevdiklerimden biri Hazreti Mevlana'nın elinden kaptığı kitabı suya fırlatan Şems kıssası olabilir. Zamanda yolculuk yapıp o ana gidebilseydim, Mevlana ne hissetti anlayabilmek, devamındaki günlerde neler yaşadılar gözlerimle görmek isterdim. 

Kitaplara olan sevgim malumunuz. Nedendir, niçindir orası önemli değil. Belki biraz yalnız hisseden bir çocuktum, belki sadece okudukça değerli hissediyordum. Gerçekten nasıl başladığımı hatırlamıyorum. Nankörlük edecek de değilim, tüm okuduklarımdan anladığım, damıttığım, gündelik hayatımı güzel kılan, işimde gücümde beni ayrıcalıklı yapan şeyler oldu muhakkak fakat eksikti. Tüm o okumalar, karşılaştırmalar, makaleden makaleye zincirleme kaza misali dalıp gitmeler güzel, anlamlı ancak yetersizdi.

Harflerin büyüsüne o kadar kapılmıştım ki, yaşamdaki gerçek okumanın ne olduğunu anlayamadım. İnsanın bedenini okuması, insanın bir diğer insanı, ağacı, kuşu okuması.... Ben bunları çok çok sonra idrak ettim, ettim de ne oldu? Eski döngümden çıkabildim mi? Hayır. 

İnsan hakikati özler ama aynı insan hakikatten korkar. İnsanı ele geçirmiş ve iplerini sımsıkı tutan kaygı ve korku ortalıkta dolandıkça hakikat sahneye çıkamayacaktır. Bu yüzden hemen hemen her inisiyasyon zorlayıcıdır. Fizikeni ruhen ve zihnen iptal tuşuna bastığınızda yaparsınız kendinizden beklediğiniz sıçramayı. Yoksa benim gibi yaşam boyu sır perdelerinin önünde mızıldanırsınız.

Benim babam halıcıydı. Üçüncü kuşaktan gülyağı ve halı ticareti yapan köy kökenli bir adam. Fakat meraklı, iyi eğitimli biriydi. Dünya'daki acıyı ve kederi çocuk yaşta idrak etmiş, bu farkındalık yüzünden hem acı çekmiş, hem de zenginleşmiş bir insandı. Kendini oyalama, iyi kılma terbiyesi yüksek, yaşadığı topraklara ilgisi fazla ve seyahat etmeyi de bir o kadar seven biri.

Bu yüzden bizzat çizdiği halı motifleri onun imzasıydı. Sevdiği kültürlerden derlediği dizeleri yepyeni şiirlere dönüştüren anonim şairler gibiydi. Gibiymiş. Ona soramadım tabii senin amacın nedir diye ama bıraktıklarının bendeki yansımaları bunlar. 

Merak ve merhamet  bana babamdan gelen güzel huylar. Fakat onun kadar çalışken değilim ve hayat amacımı da onun gibi çabucak bulamadım. Belki de onun kabullerine varamadım.

Arkeoloji okumak ve yoga çalışmaları kesinlikle bana benzersiz bir perspektif kazandırdı. Dünya Kültür Tarihi'ni içindeki objeler ve toplumsal hareketler, hatta inançlar üzerinden düşünmeyi, öğrenmeyi ve konuşmayı çok seviyorum. Benim sorunum bilgimi sistemli bir şekilde aktarmakta atıl kalıyor olmam. Fakat beni davet eden, ılık ılık çağıran bir sembol var.... Ben hep o sembolün Ay olduğunu zannederdim oysa benim çıkış noktam Güneş. 

Mevsimin ışıkları yüzümü yalarken okumak için can attığım sembol güneş. Anlamak ve anlatmak istediğim, tarihte izini sürmek istediğim o. Benim en sevdiğim şey tarihin sayfaları arasında dolaşıp parçaları birleştirmek. Hazreti İdris'i değişik bir elbiseyle, bambaşka bir coğrafyada gördüğümde "hah işte buradasın!" diyebilmek.

Dilerim yaşam hem kendi sembollerimizi ve örüntülerimizi, hem de içinde misafir olduğumuz gezegenin sembollerini sezmemizi mümkün kılar. Çünkü herşey bir oyun ve oyuna katılmak için buradayız.


12 Ekim 2024 Cumartesi

UYANMAK DÜŞLERİ

 

O kadar sıtkım sıyrıldı ki İstanbul'dan o kadar olur. Kalabalık, gürültü ve kabalığın başkenti oldu kentlerin kraliçesi. Zaman zaman iyiye, güzele, sürmekte olan geleneklerine dikkatimi vermeyi başarsam da genel olarak gayet çaresiz ve yorulmuş hissediyorum. İşin aslı bu.


İstanbul'un göbeğinde kızartma kokusuyla yaşamaktan bezdim. Ve tek hayalim doğanın kokusuna uyandığım sabahlar. Denizin, otun, ağacın ve hatta tezeğin kokusuna. Verandaya veya bahçeme çıplak ayakla bastığım, kendimden önce etraftaki canları doyurduğum, güneşle uyandığım sabahlar çok yakın. Buna inanmak benim tek gerçeğim.

9 Ekim 2024 Çarşamba

TANESİ 16 TÜRK LİRASI OLAN MUTLULUK.

Son birkaç haftadır 2007 senesinden bu yana yazdığım yazılara bakmakla kalmıyor, taslak olarak bıraktığım, tam yazmışken yayınlamaktan vazgeçtiklerimi de kontrol ediyorum. Sayıları az değildi fakat hepsini temizlemeyi başardım. Ya yayınlanmalıydılar veya silinmeliydiler, bende öyle yaptım.

En çok dikkatimi çeken düştüğüm tekrarlar oldu. Tam uyanacakken uyuyakalmalar, tam yetişecekken gecikmeler, çok düşleyip eyleme geçiremeyişler... Hedefsizliğimi gördüm, amaçsızlığımı, gündelik olanın telaşını hakikatim sanıp zamanı yitirişimi açıkça anladım.  Derin bir arzum mu yoktu yoksa onu gerçekleştirecek inancım mı eksikti orasını bilemedim. Anlık saman alevi gibiydi sevinçlerim, öfkelerim. Hiçbirine, hiçkimseye sıkı sıkı tutunmamış ama zahmet edip bir adım da ileri gideyim dememiştim. Bir yanım yapış yapış geçmişti, öte yanım lastik gibi çekerek uzatılır sanarak ertelediğim geleceğim.

Okudum okudum, kimdim, neydim neden bu kadar çok yazmıştım hiç  anlam veremedim. Hep bi yorgun, hep haksızlığa uğramış ve pek bi naiftim. Aşırı sıkıldım kendimden. Kocam olsam boşardım, belki bu yüzden içimdeki kocamış kocayı ne yapsam onu da bilemedim. Geçmişi çuval çuval tepiştirip ne diye çöpe atamamıştım ki? 

Pazarda dolaşırken pazarı, acayip kaliteli çorapları uygun fiyata alınca birden bire kendimi gördüm. Etrafımdakiler için ucuza alınmış kaliteli çoraptım ben! Hoba!!  Beni on altı liraya almışlardı ve ederim bu sanmışlardı. Bende çıkıp yok yok aslına ipliğim şu, ederim bu dememiştim ne kendime, ne de onlara. Ara sıra bi bana yazık oldu hissi geliyordu ama dedim ya saman alevi gibiydi duygularım, bunu onlar da biliyordu. Ne öfkemden korktular ne de merhametime aynı merhametle cevap verdiler. 

Olsun. Ben biliyorum; bugün aldığım çorapların ederi on altı lira değil, benim ederim de bana biçtikleri fiyat değil. Anladım.

7 Ekim 2024 Pazartesi

TERK - İ DİYAR MANASTIRI

İstanbul'a indiğimden beri yersiz yurtsuz, evsiz barksız hayatıma devam ediyorum... Diş fırçam teyzemde, terliklerim köyde, eşyalarımın bir kısmı Külkedisi'nin malikanesinde... Kimbilir aklımın bende olmayan yarısı nerede? İçimde garip bir boşluk ve o boşluğa inat tanımsız bir enerjiyle sakin sakin nefes alıyorum. Kah meditasyon sınıfında tepinip yeni kestirdiğim saçlarımın tadını çıkartıyorum, kah değişen mevsimin ağır ağır içime işleyen hüznüne ayak diriyorum.

Üç gündür "geldim" diye bağırıyor Sonbahar! C.tesi gecesi A.Er'in güzel kaktüslerini seyrederken yüzümü yalayıp geçtiğinde görmezden geldim ama dün akşam Muse için hazırladığım iftar sofrasında hırka giymek zorunda kalınca teslim oldum mevsime. Ve bugün P.Özer'le Heybeliada'yı tavaf ederken iyice kabullendim; Sonbahar geldi! Yaz bitti. Yarın bir Eylül... Düşünmeden giriyorum mevsime. Annemin aldığı yeşil kazağım dışında hiç bir hazırlığım yok. Babamın en sevdiği renk olduğunu söyledi. Koyu zümrüt yeşili...

Külkedisi "sana bir haller oldu" diyor. Olmuştur inşallah. Zuhal albüm yapmış ya Zuhal'in Halleri diye, ben de yapacağım bir öykü kitabı Elvan'ın Halleri diye. Satar mı bilmem, aslında umurumda mı? Değil.

P. Özer bugün adayı tavaf ederken hayatındaki bir kadının, kocasını boşadıktan sonra inanılmaz bir yaratıcı enerjiyle deliler gibi ürettiğini anlattı. Hatta o kadınla bu yönlerinin benzeştiğini söyledi. İster istemez düşündüm, ben boşandığımda ne olmuştu? Hiç! Ertesi gün yine güneş doğdu. Sonra gece oldu. Kilo almadım, kilo vermedim. Ağlamadım, gülmedim. Boşanmak canıma okumadı benim. Bana dünyaları bağışlamamıştı ki kocam. Ya da aşkımdan ölüp bittiğini de söylememişti. Gelmişti ve gitmişti. Kendimi ne terk etmiş, ne de terk edilmiş hissetmedim. Çünkü aslında evlenmiş bile hissetmemiştim. Sanki her şey kostümlü provaydı! Sertap'ın yıllar önce bir şarkısında dediği gibi "... çünkü ortalama bir aşktık, .... şiddeti vasatın altında, zora gelince kaçtık...."

Bugün, adanın arkasındaki Terk-i Diyar okunu takip ederek ulaştığımız minicik ahşap manastırda terasa dizilmiş kadife koltuklara bakarken - gerçekten göze garip geliyordu 1980'li yıllardan kalma kadife koltukları açık havada görmek - ve içeri girip mum yaktığımda ilk kez hiç kıvırmadan, açıkca, ismiyle dileğimi diledim! Terk - i Diyar Manastırı'nda kaypaklığımı, kendime söylediğim yalanları ve daha pek çok olumsuz özelliğimi sembolik olarak terk ettim; kimbilir kaçıncı kez! Sanki P. Özer, beni sırf bunun için götürdü adaya. Sanki Dubai Prensi sırf bu yüzden adı Heart olan bir parfüm getirdi bana... Ve sanki sırf bu yüzden hiç tanımadığım bir adam kalp çakramı açtı.

Mehmetus, söylesene Marduk ne zaman gelecek? O gelince ne olacak? Sirius'da yaşayanlar çilli mi? Tanrıların Arabaları'nı okumuş muydun sen?

31.08.2009

OUT OF ORDER

Yandaki fotoğrafta görülen biricik, eşsiz ve de benzersiz Semra Ablamız geçtiğimiz iki aydır hizmet dışı! Bizi yıllardır pişirdiği muhteşem keklerle besleyen, her yeni yılda ve doğumgünlerimizde akıl almaz zarif hediyeleriyle şımartan bu olağanüstü insan son zamanlarda sevimsiz bir hastalıkla selamlaştı. Bunu neden mi yazıyorum, çünkü herkes ders alsın istiyorum! Herkesi hayata bağlanma hırsı sarsın, herkes dakika dakika aldığı her nefesin farkına varsın istiyorum!








6 Ekim 2024 Pazar

MORE THAN WORDS...

Prusya Kralı ve Çakal Carlos, Kalamış koyunda aşk tazelediler! Fotoğrafın şahane olmadığının farkındayım ama o an gerçekten çok özeldi. Hastalıktan halsiz düşmüş Leyla'yı memnun etmek için koskoca adamın ne hallere girdiğini görmeliydiniz. Her defasında artık çok geç diyerek çoluk çocuk mevzusundan vazgeçen ben bile acaba dedim.

Bebekli ve masallı yazılara hazır olun. Bugün Mici'yi korkutmamak için fotoğraflarını çekmedim ama yakında dayanamayıp çekerim gibi geliyor. Çünkü Mici'de de epeyce numara var:)) Sadece şu kadarını bilin şimdilik; henüz iki yaşında bile olmayan Mici, muhteşem kitap okuyor, rakamları tanıyor, şarkı söylüyor ve düz duvara tırmanıyor. Kim bana onu merak etmediğini söyleyebilir?

08.06.2009

BURHAN'LA YOGA

Burhan, yogaya başladı. Artık ilişkimizde yeni bir paylaşım daha var. Üniversite hayatımdan bana kalan en kıymetli dostum Burhan Bey'cim, artık yoga sınıfında da benimle!

Onaltı yıl önce arazide İlk Tunç Çağı kazarken başlayan arkadaşlığımız, içimizdeki kazılarla devam ediyor. Yoganın iyileştirici gücünü etrafımdaki insanlara anlata anlata bitiremedim mi yoksa yeterince anlatamadım mı veya bana bakıp "bunda bi değişiklik yok " diyerek mi ikna olmadılar belli değil. Sahi nasıl bir değişiklikti beklenen o da belirsiz.

02.07.2010

5 Ekim 2024 Cumartesi

YEDİ DENİZİN DİBİNİ ARAYAN KIZ











Bir varmış, bir yokmuş, uzak ülkenin birinde mutluluğun yedi denizin dibinde saklı olduğunu anlatan masallarla büyütülmüş, en sevdiği meyva mandalina olan Elis yaşarmış.
 
Bu küçük kız, gündüz vakti bütün diğer çocuklar gibi okula gider, kalan zamanında  da bahçede oynar, resim çizer, kimi zaman hikayeler okuyarak hayaller kurarmış. Ama ne zaman akşam olup hava kararsa aklına hep yedi denizin dibindeki mutluluk gelirmiş.
 
Neredeymiş bu yedi deniz? Acaba mutluluk çok mu derindeymiş? Bazen uzun uzun nefesini tutar, yedi denize gittiğinde nasıl dalıp, mutluluğu çıkartacağına dair hayali dalışlar yaparmış.
 
Bazı geceler bu sorular uykusunu kaçırır, hatta rüyalarına girer, uzaklardan gelen deniz kokusu odasını doldurmuş. Böyle gecelerde Elis, dudaklarında tuzlu bir tat hissederek uyanırmış. Tekrar uykuya dalmakta zorlandığından, limandaki süngercinin ona hediye ettiği tritonu kulağına dayayıp, denizin şarkısını dinleyerek uykuya dönermiş.
 
Çok arkadaşı varmış. Ve bir erkek kardeşi. Bazen onlara sorarmış acaba yedi denizin nerede olduğunu duymuşlar mı diye ama ne yazık ki hiç kimse nerede olduğunu bilmiyormuş...
Annesinin yedi deniz masallarını erkek kardeşine anlatmamış olması çok  ilginçmiş...
 
Yaz gelip okullar tatil olunca ailece güzel bir sahil kasabasına gitmeye karar vermişler.  Gittikleri yer evlerinden epeyce uzakmış. Kaldıkları otelin önünde ucu bucağı kestirilemeyen masmavi bir deniz uzanıyormuş.
 
Elis, acaba yedi deniz burası olabilir mi diye düşünmüş..
 
O ilk gece herkes yatağına çekildiğinde, odayı tıpkı rüyalarındaki gibi deniz kokusu doldurmuş. Üstelik dudaklarında da gerçek tuz tadı varmış!
Elis, yedi denize çok yaklaştığını hissederek mutlu, huzurlu bir uykuya dalmış. Rüyası çok ilginçmiş; denizin dibine rahatlıkla dalabildiğini, balıklarla konuşabildiğini ve hatta yengeçlerin sırtında oturup gezintiye çıktığını görmüş!

Tatil çok eğlenceliymiş. Ve eğlence her sabah kardeşiyle birlikte tavukların yumurtlamasını bekleyip, yumurtaları mutfağa götürerek başlıyormuş. Sonra fırından henüz çıkmış ekmekleri bezlere sararak masaya taşıyor ve anne ve babalarının uyanmasını bekliyorlarmış.

Gün boyu kumdan kaleler yapıp, balık tutuyor ve bol bol yüzüyorlarmış.

En sevdikleri şey ise gün batımını izlerken anne ve babalarının birlikte anlattıkları masallarmış... fakat bir şey Elis'in dikkatini çekmiş, annesi hiç yedi denizin dibindeki mutluluktan bahsetmiyormuş. Oysa Elis'in en sevdiği kahramanlar bu masalda saklanıyormuş.....

27.08.2016... YARIM KALAN



 









YOGA HUZUR VAADİYLE GELMEZ HAYATINA

 
 
 
İnsanlar dış görünüşleriyle o kadar meşguller ki, mutsuzluğun asıl sebebinin görünmez yerlerinde olduğunu sezemiyorlar. Sezemiyoruz... Daha parlak ve gür saçlar, daha ince bir bel veya karın kasları mutluluk getiriyor olsaydı ve ikinci yanılgı olarak mutluluk kalıcı ve elde tutulup lazım oldukça tüketilebilen bir şey olabilseydi, zaten şu an başka bir konuda yazıyor olurdum!
 
Madde dünyası gerekliliktir, eksikliği ve fazlalığı sıkıntıya sokar. Ancak eksik ve fazla da baktığınız yere göre değişkendir. Bir insan maddenin kaygısına düşmüş ise asıl sorun içerideki eksikliktir. Hangi temel ihtiyacı karşılanmıyordur ki, bunun maddi bir destekle giderilebileceği yanılgısına düşmüştür?
 
Doğru sorular sorulmadığı sürece samimi cevap gelmeyecektir.
 
İnsanlık madde ve mana dünyası olarak önce ikiye ve sonra binlerce parçaya bölünürken, tam şu anda bir ve bütün olmak belki de çağlar boyunca olmadığı kadar önem kazandı. ve belki de hiç olmadığı kadar zor... Çünkü dışarıdaki gürültü iç sesimizi duymayı engelliyor...
 
Bedenin dengesi sağlandığında, bunun iç huzura yardımcı olacağını inkar ediyor değilim, söylemeye çalıştığım tüm beklentiyi kabuğa yönelterek varılacak bir sahil olmadığıdır.
 
 
 
Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz pozu gerçekleştirdiğinizde daha mutlu olmayacaksınız. Sadece bunu yapabilmiş olmak, iç aleminizde de bazı adımları atabilmeniz için sizi cesaretlendirecek. Tabii ego ile dengeli bir anlaşmaya varabilirseniz...
 
Yoganın her derde deva bir iksir gibi pazarlanmasından ve özellikle güzellikle ilgili bir akit gibi pompalamasından sıkıldım. Düzenli asana uygulamalarının bedeni dinçleştirdiği, beden saatini yavaşlattığı ve cilde, saçlara parlaklık kazandırdığı doğrudur. Ancak bütün umutları buna bağlamak alfabeyi öğrenirken şiir yazma hayaline kapılmaya benzer.
 
Emek harcamaktan kaçmamak, eğilmekten korkmamak ve olanı olduğu gibi kabul etmek zor... Zaten yoganın huzurlu bir yolculuk olduğunu kim söyledi ki?
 
 
 
 
 

KALP MASALLARI

 
 
 
 
 
 
Pek çok yazar var sevdiceğim. Fakat bugün bir arkadaşımın bloğunda Murathan Mungan cümleleri görünce, içimden "açık ara, fazlasıyla favorim olanlar var yahu" dedim.
Sabahattin Ali, Murathan Mungan, Jeanette Winterson! Bu insanlar doğruca kalbi hedefleyerek, kalpten kalbe kelimeleri sıralayabilen yazanlar. Ve tabii son dakika keşfim Birhan Keskin... Oku oku, sonra okur yazar olduğuna lanet et!
 
Bence, okuru zerre kadar sallamayan- belki de sadece ona anlatan, ah keşke duysa diyen-, kaç satar endişesiyle sıkıştıran editöre aldırmayan, gönlünce, yüreğini ortaya koyarak yazanlar zamansız, cinsiyetsiz, korkusuz ve tutkulular. İmrendirici. Hem de çok.
 
Ölmeden evvel bir tane de ben yazabilsem keşke... Saklamadan, saklanmadan, lafı dolandırmadan, cesurca..
 
Tam şuramdan...

ÖLÜM, TERK EDİLMEK & KUYULAR

 
Herkesin kendince kocaman kocaman yükleri var; bırakabildiği, bırakamadığı, farkına varmadan beslediği, beslendiği, unuttum sandığı.. Benim de var. Her ayrılıkla, her cenazeyle tetiklenen derin bir terkedilme korkum var. Zamansız gidenlere karşı dinmeyen bir serzenişim var; gitmelerini için için istemiş, hatta dilemiş olsam bile...
 
Farkındalığım her daim işe yaramıyor. Gafil avlandığım, kendimi kuyunun başında değil de, çoğu kez dibinde bulduğum öyle fazla an var ki..
 
Beni hayatta tutan, o en dipte tek başıma otururken güçlü kılan şey ay ışığı ve ejderham. Eğer o ikisi olmasaydı, bütün bunların etimi kavurduğu anlarda her şeyin bir yanılsama olduğuna dair ayamazdım, içim serinlemeseydi yaşayamazdım. Birgün, tıpkı masallardan fırlamış bir ejderha gibi, kendi hikayemde sakince süzülebileceğime inanmasaydım devam edemezdim..
 
Benim mucizem "aramak" oldu; içimde kendimi, dışarıda seni aramak.
 
Bir yılın daha sonuna geldiğimde kuyulara düşmeyeceğimi söyleyemem. Büyüdüm diyemem. Elbette düşebilirim, insanım. Ama ay ışığı benimle olacak, ejderhalara inanmaya devam edecek ve nasıl olsa çıkacağımı bilmenin sükunetiyle içinden geçtiğim, içimden geçen zamanın boynuna dolayacağım kollarımı.
 
Kitaplar okuyacağım dipte, müzik dileyecek, uzun sahil yürüyüşleri yapacağım. Korku geldiğinde derin derin nefes alıp, tıpkı öğrencilerime yaptırdığım gibi kollarımı iki yana açıp, kendimi kucaklayacağım. "Aferim kızıma, bak nasıl da... " diyeceğim.
 
Öleceğim, terk edileceğim, tekrar öleceğim ve tekrar tekrar dirileceğim. Ölümün de doğum kadar yalan olduğunu, her kahkahanın içinde, o anı özleyeceğim ve belki de ardından gözyaşı dökeceğim saniyelerin gizlendiğini bileceğim. Bu da benim döngüm belki?

dil

 

Senin bilmediğin bir dilde konuştuğumu, hatta o dilde duyabildiğimi, yazabildiğimi söyleseydim. İç sesimle, sabahtan akşama kadar o senin bilmediğin dilde şarkılar söylediğimi anlatsaydım, acaba ne hissederdin?
Biz farklıyız. İçinde güvende hissettiğimiz evler, yanında maskelerimizi çıkarttığımız insanlar ve en önemlisi gelecekten beklentilerimiz çok farklı. Mesela benim bir beklentim yok. Gelip gelmeyeceğini bilmediğim geleceği kendi haline bıraktığımdan beri an daha da anlamlandı. Geçmiş dersen, benim ondan kaçışım yok. Her ziyaretinde bir fincan kahve ikram ediyorum, fakat artık yatıya kalmasına izin vermiyorum.
Senin bilmediğin, öğrenmek için zaman ayırmayacağım bir dilde yaşıyorum. Aynı kitapları okuduğumuz doğrudur. Aynı duyguları paylaştığımız ise külliyen yanılgı.

İNSAN ÇEKİNGEN, İNSAN KIRILGAN..

 
 
İstanbul'da şehrin orta yerinde huzur evleri, çocuk bakım evleri var biliyor musunuz? Tüm ihtiyaç sahiplerini Ankara'nın doğusuna yığmamışlar... Hiç ummadığınız bir sokakta pat diye karşınıza çıkan huzur evi olmadı mı hiç? Gerçi bizim yaşlı bakım evlerimiz tecrit noktaları gibi... Görememiş olmak da normal... Küçücük bir tabela dışında aslında yok gibiler... Bahçe yok, sokaktan geçip gitmekte olanı bir göz teması süresince görme şansı yok... Ölmeden gömüyoruz yaşlanmış insanları... Yaşatmadan öldürdüğümüz çocuklar gibi...
 
Kimse kendini ayırmasın bence, bunlar toplumun ortak ayıpları. Birlikte yarattığımız görmezden gelmeler..
 
A

NEDEN?


 
Bahar insanın ritmini bozuyor. Kararlarını, içinde akıp gitmekte olduğu rutini sorgulatıyor. İyi ki de öyle, yoksa ne anlamı olurdu aldığımız nefesin? Attığımız adımların?
 
Az evvel eski erkek arkadaşlarımdan birini gördüm. Sahilde yürüyordu. Baktım. Baktım. Bir şey ifade etmedi. Kaldı ki kısa süren ilişkimiz boyunca da bana pek birşey ifade etmemişti! Bunu öfkeyle değil, kırgınlıkla hiç değil, içtenlikle, samimiyetle söylüyorum. Bir tek insan dışında hiçbirinin anlamı yoktu aslında. Hayatın farklı dönemlerinde bu adamlarla birlikteyken, ilişki anlamlı olsun diye çok çırpındım. İçimde ve dışarıda o kadar çaba sarf ettim ki, çoğu zaman  yorgunluktan tükenip dengemi kaybettim!
 
Şimdi şimdi menopozuma yaklaşırken bunu neden yaptığımı çok daha iyi anlıyorum. Aslında bir ilişki istememişim! Ne garip değil mi? E be kadın istediğin bu değilse neden kendine ve o insanlara dar ettin dünyayı? Neden evlenecek kadar ileri gittin derler adama di mi?
 
Cevap basit. Hatta rüyalarda gizli. Daha yeni yeni anlamını  okuyabildiğim iki rüyam var ki, bana hayat kitabının en kıymetli bilgisini gizlice vermişler aslında. Zira orası saf ve müdahalesiz bilinçaltı...
 
Eş istemedim. Hiçbir zaman bir eş hayal etmedim. Çünkü asla ölümsüz aşka inanmadım. Varsa bile öyle bir duygunun bana uygun olmadığını düşündüm. Herkes terk ederdi sonunda; ya beni, ya kendini... Pek çok hikayede de biri çok sevmiş diğeri de onun kendine olan aşkını sevmişti en fazla! Ya da şirket ortaklığı gibi yaşıyorlardı; iş hormonlarla başlıyor, akit yapılıyor, iki de çocuk ve hayat bu diyerek düşe kalka gidiliyordu...
 
Ben hayalimdeki yol arkadaşımı karşı cinste bulacağıma hiç inanmadım. İnançsızlığım ve karşıma çıkan adamların bunu perçinleyen halleri hep daha da hırçınlaşmama neden oldu. Ben deniyordum ama olmuyordu işte! Masumdum. Ben zaten hep masumdum!
 
Asla bir adamla el ele dünyayı gezdiğimi düşlemedim. Kendimi gelinlikle veya romantik atmosferlerde de hayal etmedim.
Evet bir adam vardı, ama bu birlikte yazıp çizdiğim, okuduğum, sohbet ettiğim biriydi ve zaman zaman yüzü değişti... Kah babama benzedi, kah dostum Burhan'a. Bazen Victor oldu, bazen Selim Hoca... Aslında ailemdi bu adam, eşim değil...
Benim asıl istediğim, yani dünyayı birlikte keşfetmek istediğim kişi küçük bir kız çocuğuydu. Hayatımın büyük bir kısmını o yüzünü, saçını, kokusunu bilmediğim kız çocuğunu özleyerek geçirdim.
 
Birlikte bavul hazırlayacaktık. Ben onun gözleriyle bir kez daha hayretle ve heyecanla bakacaktım dünyaya. Yeni diller öğrenecek, birbirimizin macerasında soluklanacaktık. Onun kokusu dünyanın en eşsiz kokusu olacaktı... Neyse.
 
27.04.2017
Bir sevgili, bir tek eski sevgili nasıl düşündürür sabah sabah insanı....

HAMAM




Eski ama sen kadar eski bir yaranın dağlanması misali yanmışsa kalp, kavrulmuşsa acıdan, uzan şu ortadaki taşa yüzü koyun. Bırak  derinlerinden gelen ateş içini soğutsun.
Bütün dünya acını bilsin, bilsin ama yarana değmesin istiyorsan, üstelik bunu söylediğinde anlaşılacağına dair inancın kalmamışsa,  bırak gözyaşların sıcak sulara karışsın. Uluorta ağlamanın, içine içine haykırmanın tam yeridir burası.
 
Bırak.
 
Derini, derinin altına sakladığın tüm anılarını alsın şu tanımadığın eller.  Bir çocuk kadar utanmasız sere serpe, bir ölü kadar hissizsin bu parmakların altında.
 
Bırak.
 
Sırtüstü yat. Bak, şu kubbedeki delikler gibi için; delik deşik. Işık huzmelerine aldanıp dalma oraya, hayatı temize çeken bir kalıp sabuna teslim ol. Hayat köpük köpük... İzin ver aksın.
 
Hala hayattayken ağlaya ağlaya yıkan erken ölümüne.

06.04.2017
 
 

BAŞLANGIÇTA SÖZ VARDI...*

 
Annem söyler, dokuz aylıkken konuşmaya başlamışım. Hani konuşmak dediysem simültane tercüme yapacak akıcılıkta değil tabii ama konuşmuşum işte. Fazla sakin, yiyip içip uyuyan bir bebekmişim. Öyle gürültü patırtı yapan cinsten değil de daha ziyade karnı doyup uyku saati gelince başına bırakılan radyo ile uyuyan, oyuncakları önüne konunca "a neden kimse yok" demeden oyalanan bir çocuk. Çok konuşkan mıymışım? Pek sayılmaz. Resim yapmayı sevdiğimi hatırlıyorum. Durmadan herkese ve her konuda resimler yapıp hediye ettiğimi... Okumaya merak sarınca da resim meselesinin yavaş yavaş ilgi alanımdan çıkışını...
 
Okuma yazma işleri gündeme yerleşince kısa zamanda sözcüklerim kelimelere dönüştü. Yıllardır ister yazılı, isterse sözlü olsun her birinin hele ki bazılarının önünü, ardını, kökünü, ekini didik didik etmişliğim vardır. Ne geçti elime? Hiç bilemedim... Bilemediğim gibi önünü de alamadım..
 
Eşelenmek bir yaradılış meselesi, ben kendimi bildim bileli eşelerim; kelimeleri, davranışları, toprağı, tarihi, kitapları, gelmişi, geçmişi... Bir tür iç huzursuzluk belki. Doktora sormak lazım!
 
Tılsımlı hikayeleri, sembollerin dilini çok beğenmem yengeçliğimden midir acaba? Hani şu burç tanımlarında hedefe yan yan giden hayvancık! Kim bilir... Bir hedefim var mı ondan bile emin değilim. Yani mutlaka vardır, her birimizin şu alemdeki rolü bellidir de, ben henüz bana biçilen elbiseyi giymiş değilim. Hala ayaklarımı kime ait olduğu belirsiz bir cam pabuca sokuşturmaya çalışıyorum. Zaten tüm bu mızıldanmalar, bulup bulup yitirdim sanıp, feryat etmeler hep bundan değil mi? Hep yolda olmanın acısı... Hep eve dönmek istemek, fakat yolu uzatmak... Rehberi dışarıda aramakla geçen hayat!
 
*Yuhanna 1:1


09.03.2018
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

RAHAT OL TATLIM:))

 
 
Theodora çamaşır sepetinde uyuyor. Kenarları sivri, hasır bir Sepet. derin. İçine girip çıkarken karnı yaralanabilir diye öyle korkuyorum... O da benim tüm endişelerime inat melek gibi uyuyor...
Kimin nerede rahat edeceği nasıl bir muamma... benim içim pır pır iken onun mışıl mışıl uyuması ne garip bir hal?
Hayat!
 
Ben nefes almayı unuturken gelen mesajlar, Prusya Kralı'nın bir okyanusun kıyısında içini genişlettiğini bilmek, bunu ummak ve onunla sevinmek.
 
Ne çok endişem ve mutluluğum var, ne çok duygu yansıması, ne çok his kırılması... Beş hayatlık duygulanmak.

07.06.2018

ÇOCUK YOGASI


Biliyorum ilk serzenişim değil, ama yine gün içindeki alçalıp yükselmelerin ruh halim üzerinde yarattığı ritim bozukluğuyla başım dertte... Ne zaman endişe atakları ve kaygı krizleri artsa, ardından aşırı hassaslaşma ve korkuya kapılma halleri geliyor...
Bugün de harika bir ders, keyifli bir kahve, eğlenceli bir alışveriş ve ardından yine sokakta yürümesini bilmeyen insanlar arasında dengemi korumakta zorlandım...
 
Oysa neden her şey bu kadar derinde olmalı gerçekten anlamıyorum. Koy ver gitsin di mi? Dün gece ne güzel söylemiştim: "arada bir koy vermezsen, zihnin derinliklerinde boy verirsin*" diye!
 
Biraz dersi anlatmak istiyorum.
Uzun zamandır "hiç" hakkında düşünmemiştim. Başucu kitabımı da yatağa almaz olmuştum. Bu şekilde maneviyatımı yaban ellere bırakınca, olanlar oldu... Yoruldum. Sonra o önünde volta attığım kapıya geldim yine. Yeniden ve ilk kez yaşıyormuş gibi mızıldanarak "bir ve bütün", aynı zamanda "hiç" olma hallerini düşündüm... Kocaman evrende ben ne kadar yer kaplıyordum? Ne kadar bir süreyle burada olacaktım? Zamanı gelip gittiğimde nereye gidecektim? Benden ne kalacaktı? Kalmasa ne olurdu? Kim s. deliyi bir pazarında!
 
Anlayamadığım, durup durup tosladığım duvardan geçmenin bir tek yolu kalmıştı: çocuklara anlatmak!
Bende öyle yaptım; bu kapı sonsuza kadar açılmayabilirdi ama ben duvardan geçebilirdim!
 
Dersin konusu mikroplardı. Mikroplar sadece bakteri ve virüsler değil, zaman zaman moralimizi bozan kelimeler, küçük kavgalar ve canımızı sıkan olaylar da olabilirdi. Buraya kadar anlaştık. Hiç birimiz sümük, karın ağrısı, kusma ve moral bozukluğu sevmiyorduk.
Peki ilaç içecek kadar hastalanmamak için acaba yoga oyunlarının bu konuda bir önerisi var mıydı?
Elbette vardı!
Hatta birden fazla tavsiye sabırsızca sırasını bekliyordu.
 
Öncelikle bedenimizin radyosundan ( timüs radyosu: kendisi köprücük kemiklerinin birleştiği noktanın bir zıplama kadar altındadır ) düzenli yayın yaparak bize doğru yaklaşmakta olan mikropları geri püskürtebilirdik!
Sonrasında da "Bedeni Canlandır Dansı" ve "Mikrop Kovalama Koşusu" yapılabilirdi!
 
Hepsini yaptık. En küçük öğrencimden, en olgununa kadar her biri oyuna neşeyle katıldılar. Çok da zevk aldık. Açıkçası onlara anlattığım her şey bütün kalbimle inandıklarımdı. Birlikte tekrar etmek, hatırlamak bana o kadar iyi geldi ki...
 
Sonuçta bütün olası olumsuzlukları ardımızda bırakabildiysek, biraz da bütün hakkında düşünebilirdik. Denge, dikkat ve uyum konuşacaksak da  uzaydaki dengelerden, uyumdan bahsedebilirdik.
 
Dünya güneşin etrafında dönüyordu. Ve tabii kendi etrafında. Ay da aynı şekilde hem  kendi çevresinde , hem de güneşin çevresinde dönmekteydi. Bu dönmeler tıpkı bir dans gibiydi. Yıldızlar da gezegenlerin etrafında harika bir ışık şöleni yaratıyorlardı.
Peki her çocuğa bir yıldız istesek acaba yeterli miktarda var mıydı?
 
Peki eğer varsa o zaman karanlıktan korkmaya gerek kalır mıydı?
 
Elbette hayır!
 
O halde dinlenmede yıldızlardan yapılmış bir salıncakta olduğumuzu hayal edelim. Kocaman uzay milyarlarca yıldızla aydınlatılıyo  ve her gezegenin dönerKen çıkarttığı ilginç sesleri dinliyoruz.
 
 

GÜNDÖNÜMÜ FIRTINASI







Benim kişisel döngüm, fırtına takviminin gündönümüyle canlanan, hayaletlerin hortladığı, mevsimini şaşıran yağmurların sel olduğu zamanları çok sever. Yirmi yılda bir çatımı uçuran aşıklar, senede bir kez ayağımın altındaki toprağı çeken dostlar ve yaz sıcağında omuzlarıma kalın şallar örten sevenlerim hep bu mevsimde gelirler.
Neden?

Bilmiyorum.

Kimi çok acıkmıştır, bazısı aşırı yorgundur. Öylece girerler evime; ayakkabılarını çıkartmadan ve daha hoşgeldiniz bile diyemeden buldukları battaniyenin altına sokulup, uzun uzun uyurlar. Kalın bir pamuklu örtü gibidir Kızıl Erik Fırtınası. Tatlı, uzun öğleden sonra uykuları üfler insanların göz kapaklarına. Tam bu zamanda yaprakları sararır, kızıldan tatlı bir kahverengine döner manolya ağaçlarının. Bir yandan dokunmaya kıyamadığım çiçeklere, öte yandan o güzelim çiçekle aynı dalda bir tek gün bile kalamadan ağacı bırakan kalın, kızıl yapraklara bakarım...

Bütün bu cümbüşün ortasında, Bevahir Rüzgarı biterken gelir benim doğum günüm. İnsan bir çocuğu neden rüzgarların sonunda doğurur? Belki de bu yüzden yaz kış üşürüm. En ufak bir esintisi hastalanmama neden olur. Kim demiş yaz çocukları sıcak sever diye? Hiç sevmem.

Yine de elimden gelse tüm doğumgünlerimi denizde kutlardım... Geriye dönüp baktığımda en sevdiklerim onlar... Fotoğraf Yunanistan'da geçen en şahane kutlamadan.... 42 Yaş. Sevdiklerim yanımda, denizin ortasında, işsiz güçsüz ve hafif hissediyorum.