30 Ağustos 2016 Salı

AVRUPA YAKASI, MINOA VS.

 
 
Efendim, gençliğimizde, yaklaşık bundan otuz sene evvelinden bahsediyorum, eğlenmek, öğrenmek için çaresiz "Avrupa Yakası" na geçerdik. Malumunuz konser salonları, tiyatrolar, sergiler, müzeler ve hatta meyhanelerin pek çoğu hep o taraftaydı. Gençlik işte, C.tesi dedin mi mutlaka suyun öte tarafına gidilmeli gibi gelirdi. Ve giderdik de!
 
Şimdilerde nedense Avrupa yakası bana sadece sağlık kontrollerimi anımsatır oldu. Zira belimdeki ağrı yüzünden ziyaret ettiğim  kayropraktik uzmanı  sevgili dostum Hakan Scheibe Etiler'de, memelerim için kısa film yapan teknik ekip ve filmi yorumlayıp, eleştiren jinekoloğum da Nişantaşı'nda. Açıkçası gidip bir fincan kahve içmediğim semtlerde senede bir defa bile olsa bu vesileyle cirit atmak farz oldu!
 
Gülüyorum vallahi, çünkü komik geliyor. Geçen yıllarda ilk kez bu turu attığımda ertesi gün ölecekmiş gibi gergin ve korku doluydum. ucunda malum hastalığın ihtimali olunca insan bedenine sığamaz oluyor... Sonra sonra sakinleştim. Hatta inanılmaz olarak bu sene zevk aldım!
 
Nasıl mı? Mesela mamografi çektirmeye giderken Teşvikiye Camii kıyısında Türk kahvesi keyfi yaptım. Sabah sabah önce kendimi yeni okuluma kaydettirdim, sonra bunu kahveyle kutladım. Camiinin pencerelerine baktım da, Osmanlı'nın son dönemi bile güzel yahu! Acaba bir de tarih mi okusam?
 
Neyse, memelerimle teknik sorunu çözdükten sonra Etiler'e gittim. Orada da belimin konrolünü oldum ve ardından Özgül'le kahve molamızı verdik, siyez buğdayımızı nasıl ve ne zaman ekeceğimizi de netleştirince bakın ne yaptım!
 
Hızımı alamayıp Eminönü'ne gittim:))
 
Orada Sarışın'la buluşup misler gibi şehrimin kalbinde turladım. Elbette renkli peçete de aldım, Nüans'a da gittik. Hatta tabii ki Bereket Döner'e de uğradık. Bunlar İstanbul'da olmanın muhteşem hediyeleri.. Kesinlikle kıymetini biliyorum ve minnettarım.
Geçerken Rüstem Paşa Camii'ne baktım da, Sinan'ım bu adama cidden gıcık oluyormuş! O ne kasvet!
 
Fakat Sarışın'ın neden bu kadar güzel giyindiğini sonra öğrendim. Biz buradan Akaretlere gidecekmişiz! Bir süre güneşle cebelleşerek taksi bekledikten sonra kucağımızda çikolatalarla ( sarışın pasta şefidir de:)) mecburen Nişantaşı dolmuşuna atladık.
 
Maçka Parkı'ndan aşağı inerken şöyle bir etrafa baktım, ne çok yavru kedi var.  Ve nasıl da güzeller. Sarışın ve ben sık sık durup  onları sevdik, mama verdik. Şükürler olsun ki gerçekten şanslı günümmüş; karşılaşmayı tercih etmediğim kimseyi görmeden neşe içinde ulaştık hedef mekana.
 
Burası bir kitap&cafe. Adını Girit uygarlığındaki bir dönemden alıyor. Üstelik son derece görkemli ve uygarlık tarihinde alfabesinden tutun da, freskolarına kadar arkeologları büyüleyen bir dönem. Ah ah Girit'i araba kullanmayı bilen biriyle gezmeliyim... Neyse konuyu dağıtmayalım.
 
Mekanın dekorasyonu fena sayılmaz. Garsonlar biraz mutsuzsa da olsa, kasadaki kız neşeli ve iletişime açıktı. Uzun etmeden özetlersek ben aradığım kitaplara kavuştum, üstelik çocuk kitapları bölümünü de beklentimin üzerinde başarılı buldum. Beslenme bölümüne gelirsek; limonlu haşhaşlı tatlısı fena olmamakla beraber, kahvesi ayrıcalıklı değildi.
Elbette etraf Nişantaşı ablaları ve abileriyle doluydu... Sonuçta bir lokal pub değil, basbayağı piyasa mekanı. Yine de iyi niyetli bir girişim olduğu fikrindeyim. O civara yolum düşse, yine gider bakarım, kahvemi içerim.  Hatta bu sefer ikinci el kitapları karıştırırım. Dün onlara dokunamadım, zira alerji hapım yanımda değildi....
 
Minoa'dan çıktıktan sonra vapura yürürken o koca kalbi gördük. Paslanmış parçalardan oluşan bir sürü çark... Sarışın, "benim kalbim böle" dedi. Ben bir şey söylemedim ama kalbim hiç öle olmadı. Çünkü hayatımda hiç kimse yokken bile hep birini sevdim... Hep sevdim...  Bu yüzden hayatta kaldım. Belli ki  zehirim olan, aynı zamanda panzehirimdi!
 
 
Açıkçası yoğun, telaşsız ve sağlıklı bir Avrupa yakası turunu daha tamamlarken düşündüm, bu mevsimden başlayarak daha çok sergi gezmeli, daha fazla Avrupalı olmalıyım. Mesela Feriköy pazarıyla başlamak hiç fena olmaz.  Suyun öte yanını sağlık kontrolleriyle sınırlamak lazım.
 
Bir de şu fotoğrafa baktım da, bir ay yatmak beni şişko yapmış! An itibariyle yemiyorum:)))

28 Ağustos 2016 Pazar

GÜNAYDIN

 
 
Günaydın,
Bu günaydın özellikle, Pazar sabahında bile üşenmeyip, bu kadın ne yazmış diye bakan okuyucuya olursa diğerlerini gücendirmem inşallah:)
 
Bir zaman Konya'da yaşayan güzeller güzeli bir dost, ki kendisi blog yoluyla tanıştığım bir hazinedir, "sen yazmayınca sabah ekmeği gibi bi şi eksik oluyor" demişti. O zamanlar gençtim, röntgencilere kızıp "yazmıyorum işte!" demelerim vardı. Hatta bir keresinde yaklaşık bir yıl yazmamıştım...
 
Sonra sonra kendime yenilmelerim azaldıkça, bütün yaşadıklarımın, istisnasız bir şekilde, yazıyla ilgisi olduğunu daha iyi gördüm. Ve garip olan şuydu ki en güzel yazılarım öfkemden, canımın acısından, ihanetlerden ve çocuklara olan aşkımdan çıkıyordu. Daha doğrusu her şey yolundayken değil, duygular yükselip yolları su bastığında yazabiliyordum!
 
Kabul edelim, insanın kendini tanıması doğumdan ölüme bir macera!
 
Şimdilerde içimi yeni yuvamın ve gelecekteki yuvamın heyecanı sarmışken yazmadan durur muyum hiç? Elbette yazacağım. Gelecek hayallerimi, geçmişte kalan hayal kırıklıklarımı, çuvallamalarımı, başarılarımı, yoga maceramı, Çanakkale hayatımı ve Londra düşlerimi... Elimde kolumda ne varsa yazacağım.
 
Hadi dök bakalım eteğindeki taşları diyorlar ya bazen, dökeceğim. İyi ve kötü bütün sözler ve yorumlar bana aitmiş gibi görünecek. Bunca yıl olduğu gibi kah beğenecek, kah lanet okuyacaksınız. Ama unutmayın olur mu, ortak bir hafızamız var. O sımsıkı kucakladığın cümleler de bizim, diğerleri de...
 
Bak dur, korkma, önceleri ben de bu kelimelerin hepiciği şahsıma ait sanmıştım. İnan yeni yeni farkına varıyorum benim zannettiğim onlarca duygu, düşünce benim değil, bizimmiş! Ya anamın, ya babamın ya da komşu teyzenin...
 
Bana nasıl bakarsan bak, inan fi fi bu aralar. Sadece yazdıklarımda kendini bulmaya çalış lütfen. İnan zorlanmayacaksın. Hezeyanlarım düşündüğün kadar yalnız ve biricik değil. Öfkemdeki insancıllık senin en samimi kucaklaşmandaki şüphelerden daha az değil...
 
Velhasıl diyeceğim o ki, bugün Pazar ben biraz yazıp, biraz da yüzeceğim. Şimdi müsaadenle kahvaltıya misafirim var.
 
Kıymetlisin sevgili okuyucu, buraya kadar geliyorsun ya, kalbine sağlık:)
 
 
 
 
 
 
 

27 Ağustos 2016 Cumartesi

BOOK OF ROSES

 
 
 
 
 
Etiler'den yayaya düşman bir yokuş iner Bebek sahiline. Perşembe günü doktorumun tavsiyesini dinleyerek yürüyüş yapayım dedim ve öyle iyi oldu ki... Arabaların hoyratlığına hiç takılmadan yavaş yavaş yokuş aşağıya yuvarlanmaya başladım...
 
 
 
Böylece ne zamandır unuttuğum  bir şeyi yaptım; şehrin en güzel yürüyüş yolundaydım! Bebek'den başladım, Ortaköy'e kadar yürüdüm. Ayakkabılarım azizlik etmeyeydi, biraz mola verip kumpir yiyecektim. Kısmet değilmiş. Tüh, Beşiktaş'a da bi şey kalmamıştı.
 
Gökyüzünün renkleri çok güzeldi. Yağmur bir yağdı, bir durdu. Islandım ama güneş hemen kuruttu. Denizi, evleri, boğazda yüzen çocukları seyrettim. Nasıl cesurlar!
Hatta aşıkları ve belli ki bu kıyıyı yıllarca adımlamış eski zaman kadınlarını gördüm. Takılar, ayakkabılar, şemsiye...
 
 
 
Bazen ayrıntılara gülümsedim. Bunu buraya yapan işçinin ellerini, emeğini düşündüm. Acaba yemek arasında boğazı seyrediyor muydu? Bu asla içinde oturup bir kahve içemeyeceği bina için çalışırken, bir an olsun suya bakmanın hazzına ermiş miydi? Yoksa iş sadece ekmek parasında mıydı?
 
 
 
Müzik yoktu yanımda, sadece sokağın sesini dinledim. Azıcık da rüzgar. Balıkçıların oltalarından kaçtığım anlar oldu. Annemin hayatıma kattığı şahane fobilerimden; oltanın yüzüme gözüme takılması ihtimali!!
Hiç durmadım. Oturmak istemedim. Yemek molası vermiş kuşları gördüm. Vay be dedim, boğazda yemek yiyorlar, hem de bedava! Orhan Veli bunu görmeliydi... Peynir ekmek değil ama kırıntı bedava!
 
 
 
Akıntının suyun yüzeyinde yaptığı oyunları seyrettim. Bazen durup daireler çiziyor sonra o dairesel hareketlerle hızlanıp, uzaklaşıyordu. Uzaklaşıyor muydu??
 
Suyla aksam gitsem oyunu oynadım.
 
 
 
Bir zamanlar beni çok heyecanlandıran güzel şehrime baktım da şükürler olsun dedim, aşk yavaşlıyor... ve belki de böylesi çok daha iyi; zira damarlar boyunca hiç molasız yol alan kan, hep aynı hızla aksaydı, hiç kimse bu tazyikli akışa dayanamazdı...
 
 

25 Ağustos 2016 Perşembe

İMBAT DEDİ


KİMSENİN SORU İŞARETLERİYLE UĞRAŞMA.
ONARMAYA ÇALIŞMA.
KİMSİN Kİ SEN?
BIRAK İSTEDİĞİ GİBİ ALGILASIN, İSTEDİĞİ GİBİ YORUMLASIN.
O SENİ EĞRİ BÜĞRÜ GÖRÜYOR DİYE, EĞRİLECEK DEĞİLSİN.
GİDİYOR MU?
GİTSİN.
İLK GİDEN DEĞİL, SON DA OLMAYACAK.
VARLIĞI NE KATMIŞTI Kİ  BU KADAR YAYGARA YAPTIN?

ŞU HAYATTA EN GÜZEL ŞEY AKILLI BİR İNSANLA  AMA
HALA KALBİNİ DUYABİLEN AKILLI BİR İNSANLA, SOHBET EDEBİLMEK.
KONUŞMANIN İÇİNDE KENDİNİ EBELEMEK

HAYAT ELİ KOLU DOLU SANA DOĞRU KOŞARKEN
SAKIN OLA GERİ DURANLARA ZAMAN HARCAMA

BIRAK KALELER YIKILSIN, KÖPRÜLER ÇÖKSÜN
İHTİYACIN OLAN HER ŞEY ZATEN SENDE

Bİ DE KORMA. İMBAT DEDİ Kİ;
DUYGUNUN İÇİNDE YETERİNCE KALIRSAN
ÖNCE YÜKSELİR, YÜKSELİR...
SONRA YAVAŞ YAVAŞ ALÇALMAYA BAŞLAR VE SONUNDA BİTER.

BUGÜN BU KADAR:)


24 Ağustos 2016 Çarşamba

KALBİNDEN SOR

 

Kulaç atmaz o, hatta dikkatli bakmazsan duruyor gibi görürsün. Sanki kımıldamıyordur, yani o kadar yavaş yüzüyor. Fakat inanır mısın, yol alıyor. Elbet bir motor yat değil, ama yine de gidiyor işte. Su yoluna baksan, dümen tutmayı yeni öğrenmiş, acemi dersin. İnan değil, sadece telaşlı, kafası dağınık.
Gece seyrinde görsen, gözün kapalı atlarsın havuzluğuna. Hele bir fırtına çıksın, o yanındaysa şarkı söyle. Bırak essin esebildiğince.
Yine de  hep bir şüphe var içinde; elma kurdu gibi di mi?
Keşke seni yemese, keşke beni yemese..
Doğru soruları sor lütfen, eğer sen gerçekten ama gerçekten o soruyu sorarsan, ben de sana o cevabını söylerim.
 
Kalbinden sorar mısın lütfen, bu denize başka giriş yok.

23 Ağustos 2016 Salı

YAS YENİDEN...






Bazı insanlar yas tutarlar. Sanmayın çok üzülürler. Birileri onlara yas tutmayı öğütlemiştir. Kendilerini korumayı bilirler. Tıpkı ağır kaldırırken dizlerini kırarak eğilenler gibi, ruhsal bir yükü boşaltırken boyun büker, içer, önlerine gelene ah vah ederler.
 
Bazı insanlar yas tutamazlar. Sanmayın üzülmezler. Kimse onlara yas tutmayı öğretmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler.  Tıpkı açık havaya çıkmak için çırpınırken kendini camdan cama çarpan kuşlar gibi yaralanırlar, acının katlanılmazlığıyla hırçınlaşır, içlerine kapanırlar.
 
Yas tutabilenler ve tutamayanlar keşke hiç karşılaşmasalar şu hayatta.

22 Ağustos 2016 Pazartesi

MASAL MASAL MATİTAS GERÇEKLERİN G.. TAS!




Benim çocukluğumda gerçekleri kucağında sallayan, hayatın akışını kolaylaştıran, iyileştirici masallar vardı. Öyle kitapçı vitrinlerinde satılan kitaplardan bahsetmiyorum, akşam misafirliklerinde anlatılanlar vardı. Büyükler bir araya gelince televizyona veya cep telefonlarına gömülmezlerdi. Çocuklar oyalanması gereken baş belaları değildi o yıllarda..
Hatırladığım bir kaç masal var ki, içimi sakinleştiriyor. Mesela yağmurlu gecelerde gök gürültüsünden zıpladığımızda anlatılan Göktepe'deki dedenin masalı, kardeşimle anlaşamadığımızda Yusufçuk kuşunun gözyaşları içinde kardeşini aradığı masal...
 
Ben uçsuz bucaksız bir mandalina bahçesinde yaşarken, hayatın devamlılığını sağlamak adına bir iksir, içinden çıkılamayan olayların anahtarıydı masallar. Gökten elmalar bu yüzden düşerdi. Çocuk, büyük herkes yesin, yesin de içi serinlesin diye.
 
Şimdi beni bir korku aldı; bu sonbaharda okullar açıldığında, içinden geçmekte olduğumuz endişe ve belirsizlik dolu günlerin bulutlarını dağıtmak için nasıl masallar anlatmalıyım?
Nasıl oyunlar bulmalıyım? Belki de bol bol sevgi yogası yapmalıyız. Çocukları hiç öpmediğimiz kadar öpmeli, kucaklamalı ve inançlı kalmalıyız..
 
Şimdilerde, en çok umut veren masallar hangileriyse onları okuyorum. Aklıma hep Küçük Prenses geliyor. Mutlu Prens'i ise sık sık zihnimden kovalıyorum...
Daha neler neler..
 
Yeni masallar yazmalıyız. Hep birlikte, çocuklar için, kendi içimizdeki çocukları sakinleştirmek, inancı ve umudu sağlam tutmak için..
 
 
Bugünün tavsiyesi kitaplar:
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

20 Ağustos 2016 Cumartesi

İÇİMİN SESİ BÖYLE BUGÜN...



Konuşkan
Çalışkan
Üretken
Kırgın
Telaşlı
Hatırlayan
Güçlü
İnançlı

 
 

 
 
 
 
 
 
 
 
YAZDIM YAZDIM SİLDİM AMA UYUYAMADIM;
SİZ BURALARDA KADININ ...LISINI SEVMEDİĞİNİZ GİBİ HER ...Sİ OLANI DA ERKEK ZANNEDİYORSUNUZ!
 
I IH O İŞ ÖYLE DİİL, KARDEŞİMİN TEMİZ ÇAMAŞIR TAŞIMAYACAĞINI BİLSEM SABAHA KADAR BAS BAS BAĞIRIP, KLAVYEYİ DÖVE DÖVE YAZASIM VAR!
 
 
 
 

19 Ağustos 2016 Cuma

İSTANBUL

 
 
 
 
Sevmelere doyamadığım şehir... Gidip gidip döndüğüm... Her baktığımda büyülendiğim, bazı semtlerini koynuma sokmak istediğim İstanbul! Mücevherim, sevgilim İstanbul.
 
En sevdiğim mevsim eşikte; sonbahara gün sayıyorum! Üşümenin, güneşlenmenin, gezmenin, keşfetmenin zamanı.. Kahvenin, şarabın tadına tad katılan günler geliyor...
Şiir yazabilen yazsın, fotoğraf çekebilen çeksin... Her dakikası belgelenmeli bu güzelliğin.
 
Bağdat Caddesi'ndeki kahvelerde oturan insanları gördükçe gerçekten üzülüyorum. Boğazda olmanın, İstanbul'un kokusunu içine çekmenin anlamını bilemeden yitiyor ömürleri. Ara sokaklardaki kiliseleri görmeden, bir sadekar elinden çıkmışçasına incelikli çeşmelerin hikayelerini dinleyemeden çul ve çaputla geçiyor saatleri..
 
Oysa kahvehaneleri, kuş evleri, hamamları, mescitleri,  tekkeleri, dergahlarıyla nasıl da güzeldir şehrim...
 
Nasıl karıncalanıyor ayaklarım! Bu sabah İstanbul'u severek uyandım! Aklımda ilginç geziler, az anlatılmış hikayeler var....

18 Ağustos 2016 Perşembe



Dolabımı temizlerken aklıma geldi;
bu yıl sana bir doğum günü hediyesi vermeyi atlamışım...
Affedersin  kedicik,
hasta ruhlarımız besinsiz kaldı..

Ama mümkün değil mi? Nasıl olsa telafi edilebilir...
Her şeyin ve herkesin bir fiyatı vardır...

Silikonlu dudaklarımla seni öpemem..
Durmadan değiştirdiğim saç rengimle dikkatini çekmeyi başaramam...
Altına ve pırlantaya da boğamam ...
Gerçi bunu kendin hallediyorsun

Mutlu yıllar

e.

 

BENİM İÇİN ESKİMİYOR:)




 

AKİTLER





Bayağı iyi gidiyor aslında; eşiksiz kapılar açılıyor içeride ve dışarıda. Sonunda kapıların açılabileceğine değil, olmadıklarına ayıyor gözlerim...
Başka ama bambaşka bir dönem başlıyor. Kokusu evimi dolduruyor. Neşesi yavaş yavaş geliyor. Kayıpları.. Yoo kayıp yok, benden vazgeçen ve benim vazgeçtiklerim var. Öğrendiğimiz basamağı altta bırakmak ve bir üst derse geçmek gibi..
 
Verilen hayatı sadece ve sadece kendim için yaşama cesareti canlandığı için, bir bebeğe can vermek hayalini daha gerçekçi, benim doğama daha uygun bir rüyaya yer açmak üzere geride bırakmaya cüret edebildiğim için çok mutluyum.
Ağlamıyor muyum? Elbette ağlıyorum. Ama çok iyi biliyorum, asıl doğurmam gereken benim, kendim! Bu yüzden gözyaşlarımı silmiyorum, bakalım nereye gidiyorlar....
 
Çocuksuz ve kocasız bir kadın olarak bu coğrafyada, üstelik tam şu anda varlık göstermekten mutluluk duyuyorum. Sonunda içimdeki neşenin dışarıda olup bitenden bağımsız tınısını işitebiliyorum. Olmasam bile olmak yolunda iki ileri bir geri derken, yol alıyorum...
 
Akitler bozuyor, akitler yapıyorum. İçimdeki büyücüye izin veriyorum.
 
Bir sevinçliyim, bir endişeli.
 
Şükürler olsun ki gerçeğim!
 
Gitmeden evvel anlatacaklarım var..

17 Ağustos 2016 Çarşamba

GEÇMİŞİN BUGÜNE HEDİYESİ:)






 

İÇİMİZDEKİ KAPILARI AÇMAK*




Sayfa 17
"Çok esnek olmayı ve kolaylıkla uyum sağlamayı öğren....."

Kitap bugün bunu buyurmuş.
Üstüne telefonumun arkasına Eda ve Leyla'nın yapıştırdıkları şemsiyenin sapı kopmuş! Yani şimdi onu sapsız mı sevmeliyim?
 
Bilemiyorum. Bazen mesajları okuyamayacak kadar dağınık oluyor zihnim. Algı kapılarım kapanıyor sanki. Özellikle geceleri, uyuduğum odaya sığamıyorum son zamanlarda. İçimde fena halde açık havada uyuma isteği var. Yıldızların altında, deniz sesi dinleyerek uyusam acaba nasıl gelir? Aslında bu tam aradığım şey...
 
İki gündür sonbahar kokusu gelmeye başladı. Dedemin dediği gibi "Ağustos'un yarısı yaz, yarısı kış"
En sevdiğim şeylerden biri bu galiba; mevsim dönümleri. Özellikle kıştan ilkbahara, yazdan sonbahara geçişler...
Peki hayatımın geçiş dönemlerinde neden bu kadar uyumsuzum... Kolayca akmak istiyorum.. Esnek olmak istiyorum..
 
Ayvansaray tarafına mı gitsem? Ya da Eminönü? Bana kesin iyi gelir:)



*Eileen Caddy

16 Ağustos 2016 Salı

BAK BANA






Kendi küçücük dünyamızdan bakınca uğradığımız haksızlıklar nasıl da büyüyor gözümüzde. Kimse bizi duymuyor, görmüyor.. Şansa yaşadığımız fani dünyada sadece bir kaç saniye için ,bizi anladığını ifade eden bakışlarla karşılaşmak istiyoruz. Anlaşılmak arzusu öyle yakıcı, öylesine durdurulamaz ki..
 
Oysa, bizi anlamasını istediğimiz insanların kapısında günlerimizi harcarken, zamanında fazlasıyla anlaşılmış olduğumuz o çok kıymetli dakikaları unutuyoruz...
 
Zarife anneannem, gözleri bana Cezayir menekşesini hatırlatan, mum çiçekleri gibi kokan anneannem. O anlardı; dokunuşu, öpüşü, bakışıyla " seni doğduğun günden beri tanıyorum, biliyorum, anlıyorum" derdi. Şefkati sonsuz, merhameti tüm kasabaya yetecek kadar boldu..
Ben onu sevdim. Ama anladığımda ölüm döşeğindeydi.. Ona hiç onun bana baktığı gibi, anlayarak, bedenin ötesinde, bakamadım...
 
Hepimiz anlaşılmak istiyoruz. Birileri tarafından ve diğerlerini görmezden gelerek. Olmadık insanlara odaklanarak...
Kör ruhlarla arıyoruz, bulduğumuzda tanıyamayacağımız kişiyi... Yazık.

YA ZAMAN DA BİZE BIRAKIYORSA?





O zaman hızlanmalı. Nadasa bırakılan işler sıraya sokulmalı. "Zamana karşı yarışmak", "zamana bırakmak" gibi cümleler silinip, zamanla birlikte akmalı...
 
Artık karar vermeli...

12 Ağustos 2016 Cuma

AÇ KOLLARINI ÖLÜM

 
 
Patanjali'nin sutralarını okuyorum. Bir tür yaz ödevi diyelim. Yoga sutralarını okudukça, hayatın akışına dair söylenmiş ve belki de söylenebilecek en iyi, en eski tavsiyeler olduklarını düşünüyorum.
Milyonlarca insanın gezegendeki yolculuğuna rehberlik etmiş cümlelerden oluşan sutralar, insanı hakikate ve saadete götüren yolun işaretleri gibi! Sutralar derin düşüncelere dalmak ve hayatı ezel ve evvel kavramlarıyla beraber değerlendirmek adına altın fırsat sanki. Elimdeki metin ilerledikçe sorularım azalıyor, bildiklerim konusunda kuşkularım artıyor... Mesela etrafımdakilerin ve utanarak söylüyorum zaman zaman da kendimin "ben bilirim" havasını anlayamıyorum... Öyle ya da böyle gideceğimiz yer bir avuç toprak!
 
Bugün bir cenaze var. Cenazeler ölümü seyretmek, kalan ömrün anlamını tekrar gözden geçirmek adına düzenlenen törenler... Neredeyse her inançta mevcut. Bana kalırsa sadece ölümü değil, İçimizdeki ölmüş parçaları da yolcu etmek için bir fırsat...
 
Kendimi bildim bileli tanıdıklarımın cenazelerinde bulunmaya özen gösteririm. Bir bebeğin doğumunu kutlamak kadar anlamlı gelir bana cenazeler. Çünkü yolculuğa çıkan kişi tıpkı bir bebek gibi yıkanmış, tertemiz bir bezle kundaklanmıştır. O da tıpkı bir bebek gibi nereye gideceğinden habersizdir. Bu kez ona kucak açan ana, Toprak Ana'dır... Sonunda, yaşamı boyunca bilerek veya bilmeyerek, çoğu zaman umutsuzca aradığı bir ve bütün hissetme haline nihayet hazırdır insan... Hiç olmazsa beden, tam da olması gerektiği gibi çözülecek, toprakla birleşecektir.
 
Ya ruh?
 
Ben her cenazede içimdeki kırık dökük anılardan bazılarını gömerken, hiç farkına varmadan, en kadim kaybımın da üzerini eşelerim..  Hala orada mı diye bakmak isterim... Neden hala eksik hissettiğimi düşünürüm... Aynı zamanda da hayata tutunmak için gayrete gelirim. 
 
İnsanın ait olma arzusu ne kadar yakıcı, nasıl da hazin... Musalla taşına bakarken, tek başına olmanın barışılması zor sınavları gelir aklıma bir bir.. Giden için sevinirim; en kadim korkusuyla barışmıştır artık!
 
Gerçek sükunet!
 
Cenazeler bana er ya da geç çıkılacak son yolculukta yalnızlığın kaçınılmazlığını anlatır. Kalan ömrümün kıymetini fısıldar. Hala gökyüzünü seyredebiliyorken bunu daha sık yapmam gerektiğini anımsatır. En kısa tanımıyla faniliğimi yüzüme vurur.
 
Bir süre için beni edebe davet eder....
 

10 Ağustos 2016 Çarşamba

ÇOK MU SIKILDIM?






Sıkılmak ne ki?
Daraldım:))
İstanbul'dayım. Hava leş gibi sıcak.
Aylardan Ağustos ve benim tatil planım yok!
Olsun.
Kahvem var, sodam var.
Evimin iki adım ötesinde yüzebileceğim bir havuz var.
Mis gibi sahil yürüyüşlerim var.
Dört mevsim Londra havası estiren, güneşsiz bir evim var.
Az mı geldi?
Önümde yığınla yazılıp çizilecek iş var:)
 
Mutluyum vesselam, senden korkan senin gibi olsun Ağustos!

8 Ağustos 2016 Pazartesi


 





 
"Gülümser, bunun ilk kez başına geldiğini, sizinle karşılaşmadan önce ölümün yaşanabileceğini bilmediğini söyler.
 
                                                 Ölüm Hastalığı, Marguerite DURAS
 
 
 
Bağışıklık sistemi her birimizde  farklı performans gösteriyor. Diğer bütün sistemler gibi zaman zaman güçlenip, bazen de zayıflıyor. Üstelik bütüncül sağlık açısından bakarsak, bu sistemin çöküşü besbelli zihinde başlıyor... Ruhun neresi yaralı, zihnin hangi noktası rutubetli ve çözüm arayamayacak kadar havasızsa işte nasıl oluyorsa oluyor ve o anda bedende bazı aksaklıklar başlıyor.
 
Önceleri beni çok güldürürdü böyle şeyler.. Bilim ne diyordu bu konuda? Yapılan araştırmalar? Yazılan makaleler? Mantıklı olmalıydı, makul olmalıydı, etik miydi?
 
Geçen yıllar gösterdi ki asıl ben bilimsel bir bakış açısına sahip değilmişim! Asıl dogmatik benmişim! Gözlerim, kulaklarım açıkmış da, kalbimi bilginin bütüncül resmine aralayamamışım!
 
İnsan, zihinde ve ruhta düşer önce, ilk kaleler orada kaybedilir. Hiç farkına varmadan yenilmeler, durup durup kendine toslamalar, gözle görülemez, elle tutulamaz...
 
Doğarken getirdiğimiz, kimilerine göre başka hayatlardan taşıdığımız izler de mevcuttur ya, bana sorarsanız biz ve şimdiki zaman fazla fazla yeteriz kendimizi mahvetmeye... Yardımsız, yavaş yavaş.... Bilmezden, görmezden gelerek, bir bir yıkarız içimizdeki kuleleri.
 
Her gereksiz mücadele bir başka yenilgiye sebep olduğundan, gün gelir sistem iyice zayıflar, sonunda o kendi halinde işinde gücünde çalışmaya devam eden organ, kas veya kemikler mızıl mızıl dile gelir.

İfade edilmeyen, edilemeyen duygu ve düşünceler, boğaza takılan lokmalarla, kendi tükürüğünde boğulma tehlikesiyle bize göz kırpar. Anlamazdan geldikçe de ses kısılması, franjit derken, tiroidler ve guatr sorunları kapıda sırasını bekler..

Atılamayan adımlara bacaklar tepki gösterirken, taşınamayan yükler için bel ve sırt isyan eder... Problemlere farklı bir açıdan bakmayı veya geçmişi anlayıp ardımızda bırakmayı reddettiğimizde boyun bu işe ne der sizce?

Dökülen saçlar acaba hangi karşılanmamış ihtiyacımıza dikkat çekmeye çalışır? Ya git gide bozulan gözlerimiz? Aslında görmek istemedikleri, ancak büyük ihtimal neredeyse her gün maruz kaldıkları ve muhtemelen de kendilerine dayatılan gerçek nedir?

Bu liste benim listem değil, uzun yıllar boyunca zihin ve beden arasındaki alış verişi incelemiş ve etkileşimi farklı örneklerde izlemiş insanların listesi. Ben bu listeden nasibini almış ve durmadan tehlike çanlarına maruz kalanlardan sadece biriyim...

Bazen halime çok gülüyorum. Elin bana yaptığı ne ki benim şu kendime ettiğimin yanında diyorum. Tek sorun, başkalarını değiştirmek ve düzeltmek için harcanan enerji ve istek, söz konusu kendimiz olduğunda nasıl da atıl... nasıl da azıcık!

Neyse, yazı bile yazamayacak kadar dağınık zihnim... Sadece kendimizi hasta etmeyelim, sık sık sobeleyelim ve kalan ömrümüzü olabildiğinde huzurlu, sağlıklı yaşayalım demek istemiştim...

Ölümü yaşamayı seçmişlerle dolu bir kentte ölüm korkusu bana öyle saçma geliyor ki.. Hey ahali, zaten ölüsünüz, şu yüzünüzün, yüzümün haline bakın diye avaz avaz bağırmak istiyorum!

Yaşayanların dünyasına kabulümü arz ederim...

Sevgilerimle..

 
 
 
 
 

4 Ağustos 2016 Perşembe

HİÇ ÖLMEYECEKMİŞ GİBİ



Hiç ölmeyecekmiş gibi kitap oku
Hiç ölmeyecekmiş gibi eşini dostunu ara, sor
Hiç ölmeyecekmiş gibi hayaller kur
Hiç ölmeyecekmiş gibi planlar yap
Hiç ölmeyecekmiş gibi....

Anladım...

Yarın ölecekmişim gibi ne yapayım?

2 Ağustos 2016 Salı

ESKİDENDİ, ÇOK ESKİDEN...

 


 
Yıllar önceydi. Saçlarım uzun, hayallerim sonsuz ve rüyalarım arkası yarın gibi heyecanlıydı. Aşka inanmış, kazığı yemiş, huzurlu bir sevginin kollarında, geleceğimi ve akademik kariyerimi planlıyordum. O zamanlar kütüphaneler kadar sevdiğim tek yer açık denizlerdi. Huzur bulduğum adamla evlenecek ve hem açık denizlere, hem de o deliler gibi istediğim kütüphane çalışmasına kavuşacaktım! Gelsin kadırgalar, amphoralar!
Olmadı,  canımın içi  üniversitemden okkalı bir kazık yedim. Ve tabii her korkak, her cahil  gibi çözümü kaçmakta buldum.
 
Okyanusun öte tarafına gidecektim fakat hayat beni sadece uzak bir adaya kadar fırlatabildi. Neyse ki o benden daha iyisini biliyordu; isabetli atış!
 
Yola çıkmadan az evvel belim tutulmuştu. Ömrümde ilk kez. Ve acı içinde fizik tedaviye giderken yolda Gülcan'la karşılaştım. Bana bir olumlama cümlesi yazdırdı. Olumlama cümlesi mi, o da ne?
 
Acıyla çıktım yola. Ardımda gözü yaşlı insanlar, bir jeolojik, bir ekonomik ve bir de ruhsal deprem bırakarak oturdum koltuğuma.
 
İlk körili tavuğumu uçakta yedim. İğrençti.
 
Birkaç hafta koltuklar sallandı, huzursuz bacak sendromun devam etti ve belim deli gibi ağrıdı. Sonra hepsini unuttum... Geçti. Geçmiş, benim olduğunu sandığım hayat, kilometrelerce uzağımdaydı. Canımı derinden yakan bir özlem, içimi kasıp kavuran ev kokusu dışında epeyce mutluydum. Aslında ömrümde ilk kez gerçekten mutluydum.
 
Kilo vermeye başladım. Eğlenmeye ve deli gibi çalışmaya. En sevdiğim yazarla aynı gökyüzünün altındaydım. Sanattan başım dönmüş, huzur dolmuştum...
 
Bunları neden anlattım bilmem... Belki de sadece belim ağrıdığı içindir. Belki de belim mutlu olmaktan çok korkuyordur?