30 Haziran 2016 Perşembe

İSTANBUL KIRMIZISI





İstanbul Kırmızısı* aşk ve veda hakkında. Kitap, bu kente derin hisler besleyen bir kadının hoşça kal hediyesi bana... Yatağımın ucuna bırakmış. Ona mesaj yolladım, Roma'da bir akşam yemeğiyle teşekkür etmek istiyorum!
 
Yazara dönersek,  onun neredeyse tüm filmleri zamansız ayrılıklar, zorunlu vedalar ve aşkı anlatıyor. Şimdi görüyorum ki kitaplarında adlı adınca söyleyemediği şeyler için yazmış tüm satırları. Birinci tekil şahıs olarak çırılçıplak kalmak istemiş dünyanın önünde.
Ne denir ki? Bravo!
 
"Aşk. Ne öğrendim aşk hakkında? Aşk hakkında öğrendiğim aşkın var olduğudur. Ya da belki daha yalın anlatımla aşk hakkında öğrendiğim ve öğrenmeyi sürdürdüğüm, filmlerimde, bütün filmlerimde anlattığımdır. Yani sevdiğimiz insanları asla unutmadığımız, onların daima bizimle kaldıklarıdır, bizi onlara artık var olmasalar bile çözülmez biçimde bağlayan bir şeyler olduğudur."
 
 
 
Kitabın bir hikayesi var tabii. Ancak insanın içine işleyen daha hazin bir şey var ki, o da bir adamın kendi ülkesinden, görünürde özgür iradesiyle, "sürgün" olması. Aslında çok sevdiği onlarca insan varken, olası bir hayatı ardında bırakıp, gitmeyi seçmesi.
İstanbul Kırmızısı, ne kadarı kurgu ne kadarı otobiyografik acaba dedirten, insanı can evinden vuran bir okuma. Uğruna hayatımızı ortaya koyduğumuz ne var ne yok bir kez daha sorgulatan, yazar kendine sorular sorup, vazgeçtiği hayatta neleri ıskalamış olabileceğine dair eski mahallesinde turlar atarken, bizi de benzer sorulara boğan samimi bir iç dökümü.
Hayatın orta yerinde ip cambazlığı akıl ve kalp arasında!
 
 
 
"Öteki sandığımız gerçek, çoğu zaman olduğumuz yerdedir ve ancak yüzleşme gücüne sahipsek bulabiliriz onu. Olduğumuz yerde hareket ederek, gerçeği kabul ederek. Sadece böyle değiştirebiliriz. Olduğumuz yerde hareket ederek ya da dünyayı gezmek için bavul hazırlayarak. Tek tek adımlarla."
 
Onlarca ülke, yüzlerce insan ve birbirinden güzel filmlerden sonra gelinen yer neresi? Bizim mahalle! İlk yazlar, ilk dondurmalar, ilk aşklar, kavgalar, cezalar, rüyalar...
O halde başa dönelim, aşk nedir?
 
"Aşkın ana noktası bu: akşamları kapıda bekleyen birinin olması. Seni kucaklayan birinin. Ebediyen değil, tek bir gün için bile olsa, kolları arasında kendini yuvanda hissetmeni sağlayan birinin."
 
Gerçek aşk insanın yuvasıdır! O halde sebepsiz kederin ve bitmez mutsuzluğun nedeni derin bir aşktan mahrum hayatlarımızdır.
 
"... kışı andıran bir yürektense, yangın yeri yeğdir ..."
 
*Ferzan Özpetek

29 Haziran 2016 Çarşamba

BİR ZAMANLAR DERSAADET

 
 
Vapurdayız. Tophane civarında kıyıda bir haltlar çeviriyorlar. Tok bir ses var  makinalardan gelen. Denizi aşıp, kulağımı tırmalayan vuruşlar nabız gibi. Ölmekte olan, dev bir canlının kalp atışları sanki; yavaş, aralıklı, bıkkın..

Şehrin nabzı mı yoksa?
 
Yaralandı İstanbul!



Nicedir benim bakmalara doyamadığım kent değil. İçindeyken özlediğim, her seyredişimde vedalaştığım, istemeye istemeye kaçış planları yaptığım yuvam. Artık bizim değil. Benim değil.

Çok acı biriktirdim bu kentte. Birkaç hayatlık güzellik ve çirkinlik doldurabilirim sandıklara. Belki sırf bu yüzden artık dayanamıyorum. İçimdeki patlamalara, sokaktakilerin eklenmesi fazla geliyor. Duvarına, tavanına kan sıçramış mekanlarda irkilerek, sevdiklerimin güvenliğinden endişe ederek yaşamak istemiyorum.

Ruhunu şeytana satanların oldu İstanbul. Kurtarılmış dünyalarında kendilerinden gayrı hayatlara böcekler  alemiymişcesine bakanlar ve onları ağzının suyu aka aka izleyen aşağıdakiler, sürünenler..

Her şey ölümüne ortadayken kaç hayat daha harcayacak sistem merak içindeyim. Bu işin ucunun aramızdan birilerine dokunacağı kesin. Dün şans eseri kurtulan kuzenlerim, dostlarım acaba yarın bu kadar şanslı olabilecekler mi?

Estetik olarak an be an çöküşünü yıllardır elim kolum bağlı izlediğim güzeller güzeli Dersaadet' in şimdilerde tek kaybı bununla sınırlı değil. Edebini, görgüsünü, saygınlığını da yitirdi.

Birkaç gün önce Sapanca'da Mehmet ağabeyin kütüphanesinde eski İstanbul gelenekleri ve gündelik hayata dair kitaplara bakıyordum. Hatta ramazan bitmeden bir yazı yazayım istedim. Nasıl giyinilirdi, iftar sofraları nasıl hazırlanırdı, diş kirası, hamamlar, kahvehaneler... Bunlar hakkında ilgimi çeken cümleleri paylaşacaktım. Tulumbacılardan, mahyalardan, külhanbeylerden bahsedecektim. Oysa şimdi kan var ramazanda, cenazeler, yaşayıp yaşamayacağı belli olmayan yaralılar...

Sadece geleneğini göreneğini değil, içini, dışını, ruhunu, suretini yitiriyor şehir. Elimi kalbine koysam, buraya kadarmış üzülme desem nereyi seçerdim diye sordum kendime. Yedi tepesi gibi belki birden fazla yüreği var kentimin... Süleymaniye Camii, Valide Atik Külliyesi'ndeki çınarlar, Topkapı Sarayı, Ayvansaray, Beykoz...

Cahilin, arsızın, hırsızın hırsına kurban giden Konstantin'in kenti,  biliyorum ki ilk yağman değil bu ve son da olmayacak. Yine de gönül isterdi ki görmeyeyim; ben görmeyeyim gözyaşlarını, duymayayım yavaşlayan nabzını.. Keşke...




 

23 Haziran 2016 Perşembe

AFAKANLAR BASTI!

 
 
Gazete okumuyorum. Televizyon seyretmiyorum. Radyo dinlemiyorum. Zira bu ülkenin bakkalına, doktoruna, avukatına, gazetecisine, öğretmenine, kasabına açıkçası insanına zere kadar güvenmiyorum. Kendi güvenilirliğimi de sorgulanmaya açık bırakıyorum.
 
Olan biten hakkında bilgi sahibi olmak da istemiyorum. Atı alan Üsküdar'ı geçmiş; kapıda iç savaş, ekonomik kriz, en iyi ihtimalle yamalı demokrasi bekliyor. Hangisini içeri alacağı belli olmayan birbirinden sıtkı sıyrılmış bir halk da eşikte aval aval bakmakta! Hala birbirinin yatak hikayelerine, ibadet biçimine, kılına tüyüne müdahale etmeyi marifet sayan bir garip kafa.
 
Hakikaten bilmek, duymak istemiyorum.
 
Bizim derdimiz nedir anlamış değilim. Ne zaman evimden çıkıp sosyalleşsem sinirime dokunacak, keyfimi kaçıracak bir halt mutlaka oluyor. İtiş kakış, yolu kullanmayı bilmeyen insanlar, yere tükürenler, bankada işlem yaptıran insanın duyabileceği şekilde "amma uzun sürdü "diyerek sözlü tacizde bulunanlar, gözünü memene ya da popona dikerek salyalarını akıtanlar, sokakta çocuğunu azarlayanlar veya eşini tartaklayanlar... Hangisini yazayım, zaten ben ne görüyorsam siz de aynısını görüyorsunuz. Yoksa kör mü oldunuz? Bir tek bana mı batıyor bu elini kolunu, sözünü nereye koyacağını bilememe hali?
 
Üzülüyorum. Güle oynaya konsere gittiğimde daha mekanın tadına varamamışken, önümdeki sandalyede gerine gerine oturan ve leş gibi kokan adama, arkamdaki sırada torbasından çıkarttığı kuruyemişi gevelenemeye çalışan teyzeye, müzik dinlemeye değil avlanmaya gelmiş, bence çok geç kalmış sarışının sağa sola bakmak için durmadan kımıldanan haline, bir iki sıra arkada bıdır bıdır konuşarak bisin içine sıçan bilmiş kokoşa üzülüyorum. Sadece onlara değil, en çok bu uyuz topluluğun bir üyesi olan kendime de fena halde üzülüyorum.
 
Bok mu vardı da kaldım sıçtığımın ülkesinde? Onun bunun hayatına koşarken, aman etraf toparlansın da ben o vakit başlarım istediğim gibi yaşamaya diye avunurken ilk yarı geldi geçti.. Besbelli bu ülkede ikinci yarı daha da can sıkıcı olacak.
Sokaklarda gaz, silah, korku içinde yaşayan insanlar...

İsrail'in haline üzülürdük bir zamanlar, orada nasıl günlük hayatı sürdürebiliyorlar derdik, peki biz aynı kayıtsızlık içinde değil miyiz şimdi? Ben evimde oturmuş misler gibi kahvemi içerken ve yazımı yazarken kim bilir kim tutuklandı, nerede bomba ihbarı oldu? Ya da kim kimin için iğrenç bir laf etti?
 
Gerçek anlamda nefret edilesi bir ülke oldun Türkiye. İçindeki insanlarla o kadar çirkinsin ki, artık merhametsizliği, bencilliği zirveye taşıdığını düşünüyorum. Bana sorarsan, senin ne tuttuğun orucu kıymeti var, ne de diplomalarının ve entelektüel tavırlarının. Bir kere insanca yaşanacak bir toprak değilsin artık; ayarsızsın, değersizsin, arsızsın, şuursuzsun.

Kendimi kafese kapatılmış, en iyi halde sürgüne gönderilmiş gibi hissediyorum. Antidepresanla, alkol arasında seçim yapar yapmaz biraz sakinleşeceğim umudundayım. Kaldı ki başka önerisi olan varsa Allah için mübarek günlerde esirgemesin, söylesin!

Şunu da yazmak isterim ki bu ülkenin cahilinden, yobazından ne kadar rahatsız oluyorsam, parası ve eğitimiyle kendini insan sınıfına yerleştirip, burnu kaf dağında yaşayan sözde entelektüellerinden ve sosyetik takımından da aynı şiddetle nefret ediyorum. Çok konuşuyorsunuz. Sıkılıyorum.

Dur dur bir şey daha var aslında, en sevmediklerimden biri de anası babası sözde solcu olan ve etrafta gevşek gevşek, kıçında bezle dolaştığı dönemi bizzat yaşamış gibi anlatan gerzekler. Ki bu gerzekler aynı zamanda azınlık sempatizanı da olup, etraftaki ermeni ve yahudi memleketlilerimizin kıçını da yalarlar. Onlara karşı öyle mahçupturlardır ki, sanki kendileri tütsüledi ya da kesti insanlığın üçte ikisini!
Asla anlamadığım bir kafa! Manyaklaştık iyice.

Sonuç olarak sanat size hiç yakışmıyor sevgili ülkem, adeta alışmamış topraklarda ananas !

Mevlana diyor ya kim olursan ol gel. Ben ekliyorum: bana gelme ne olur, artık dayanamıyorum!


Son bir şey daha. Dün Fransız Sarayı'na müzik dinlemeye gittik. Size sarayın güzelliğini anlatamam. Ancak parasına kıyamayan vakıf üzerinde akrobasi yapılması gereken, oturunca lastik leğen gibi arkaya esneyen sandalyeleri seçerken seyircinin kıçı rahat etmesin de müzik burnundan gelsin diye mi düşündü acaba? Bu işlerle ilgilenen ekibe bir sonraki konser organizasyonlarında sandalye seçerken bir defa oturup denemelerini, sadece fiyat listesini dikkate alıp, en ucuzu seçmemelerini öneririm. Beş lira pahalı olanını seçseniz, bilete bindirseniz sevgili vakıf. Olmaz mı?
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

20 Haziran 2016 Pazartesi



 
 
 
 
The past is never dead,
it’s not even past
 
 
 
 
Dün  yoga yapmak üzere sahile doğru yürürken, etraftaki kalabalıktan çekineceğimi düşünüyordum. Ama öyle olmadı. Meğer ne kadar özlemişim yeşilliğin üzerine uzanmayı. Nefes al, nefes ver derken, rüzgarın saçlarımı gıdıklamasını. Sırt üstü yattığımda ağaçla gökyüzünün, o en sevdiğim iki rengin başımın üzerindeki ahengini..
 
Öğrencime de iyi geldiği muhakkak olan bu dersin, ki kendi öyle söyledi, bana ne kadar keyifli hissettirdiğini kelimelere dökmekte zorlanıyorum. Sahil evime iki adımken neyi bekliyordum acaba?
 
Roma'da ilk şehir turumuzu attıktan sonra annemin söylediği şey ilginçti. Kırk yıllık annem, sanat karşısında her şeyin gereksiz ayrıntı olduğunu itiraf etti! Durmadan geçmişi eşeleyen ve gelip gelmeyeceği belirsiz geleceğin endişeleriyle hem kendini, hem de etrafı bıktıran kadın, sanat karşısında mest oldu!
 
Diyeceğim odur ki, sanat ve sanatın en vazgeçilmez esin kaynağı olan doğa, hasta ruhlarımızın tek ilacı.
Bu sebeple olsa gerek İtalya seyahatinde geçmişe dair tek bir düşünceye takılıp kalmadım. Evet, keşke ve belkili bir iki cümle kurmuş olabilir zihnim, ama hepsi orada kaldı. Köprüler, heykeller, tablolar derken, insanın yaratım gücü karşısında mest olduk.
 
Bütün bunların üzerine yukarıdaki cümleyi görünce de her ayrıntı daha da anlam kazandı. Elbette Venedik'i sevmeye hazır gitmiştim. Geçmişte bu kenti bana sevdiren bir kitap okumuştum. Ama Venedik sevilesi güzellikte olmasaydı, benim hazır olmam neyi değiştirirdi ki? Şehrin sokaklarında dolaşırken, aklımdaki tek şey içinde olduğum an, aldığım nefesti. Venedik beni geçmişe teslim etmedi. Tıpkı Floransa ve Roma gibi. O vakit iyice anladım, yaşanmışı veya yaşanamadığı için eksik kalmışı, artık her ne ise ardımızda kalan iyi ve kötü, değiştirmek mümkün değil, kelimenin tam anlamıyla unutulmak da öyle.. Ancak, onu beslemek ve süslemek yerine, başka güzelliklere baktıkça etkisi azalabilir. Bu hep bildiğimiz şeyi, bir kez daha doğa ve sanatla bizzat yaşayarak deneyimlemek içimi ferahlattı.
 
Bu akşam kentimin en güzel noktalarından birinde müzik var!


19 Haziran 2016 Pazar

VENEDİK, 9 HAZİRAN 2016




Bu sabah San Marco Meydanı bizim ve bizim gibi yağmurdan korkmayanlarındı. Islandık mı? Evet, biraz. Olsun. Kötü hissetmedik. Meydana gelmeden önce otele yakın lokal bir kahvede berbat bir kuruvasan yedik. İyi tarafı, kuruvasan hakkında konuşurken uykumuz dağıldı!

 
 
Bazilikaya girebilmek için yağmur altında yarım saat kadar bekledik. Prusya Kralı üzerinde Venedik fotoğrafları olan şemsiyelerden aldı. Zaten onlarda gözüm kalmıştı. Ne yalan söyleyeyim, şemsiye ve eldivene ayrı bir zaafım var!

 
 
Bekleyişin sonunda içeri girince üçümüz de San Marco' da olmanın ne anlama geldiğini kavradık! Gerçekten özel bir bazilika. Dev sütunlar, mozaikler, freskolar ve tabii atlar....

 
 
Annem atlara bayıldı. Meydana bakan balkondan Venedik'i seyrederken "işte şimdi buraya kadar gelmemize değdi" dedi.

Kraliçe sonunda gülümsedi!

 
 
Balkondan meydana bakarken nasıl özel bir yerde olduğumu iliklerimde hissettim. Müzik, atlar, meydanın kocamanlığı... Solda kalan deniz... Saklanmaya değer anlar defterime koydum seni Venedik!

 
 
Bazilika ziyareti sonrasında Prusya Kralı'yla Çan Kulesi'ne tırmandık. Tırmandık derken yanlış anlaşılmasın, asansörle otuz saniyede çıkılabiliyor. Kuleden kente bakmak bence şart. Ancak o zaman insan nasıl da büyük bir şehirde olduğunu anlayabiliyor. Zira Venedik'in ilk görüntüsü birkaç küçük adacık. Oysa kuleden bakınca anlaşılıyor ki, vaziyet hiç öyle değil... Çatılar, kuleler ve neredeyse hiç bozulmamış bir doku.. Ortaçağ filmlerinden bir kent!
 
 
.............
 
 
 
Öğleden sonra Dükler Sarayı'nı gezmeye gittim. Ama önce saraydan otele dönüşümü anlatmalıyım. Venedik'e gelmiş her turist gibi yolumu kaybettim. Ne yaptıysam da otele gidiş için kerteriz noktası olarak seçtiğim tiyatroya ulaşamadım! Girdiğim tüm sokaklar beni kanalların kör noktasında bıraktı. Sonra aniden hiç beklenmedik bir anda, artık ayaklarım ağrımaya başlamış ve hafiften paniklemişken tüm insanlar puf diye yok oluverdi! Kanımın çekildiğini hissettim. Kanala düşen yağmur damlalarının belli belirsiz  mırıltısı dışında yalnız kalmıştım!



 
Yirmi metre ötede bir adam silueti tıpkı bir kedi gibi hızla köprüden geçip gitti. Durmadan yağan yağmur kanal kıyısındaki basamaklarda suyu yükselttikçe içimi tuhaf bir korku kaplama başladı.

 
 
Burada zamanı silen sular var. Mekanlardaki hayat da öyle yavaş ki, her şeye dokunmak ve her birinin gerçek olduğundan emin  olabilmek ihtiyacı duyuyor insan.
Aslında Venedik yoktu da ben bir dekora mı hapsedilmiştim? Yoksa J.W.  hikayeleri içime işlemişti de sonunda gerçeğe çok yakın bir rüya mı görüyordum?

 
 
Venedik. Maskesiz zamanlarda yüzünü şemsiyelere gizleyen kent!
 
Ayakkabılarımı çıkartıp, parmaklarımın arasına baksam? Acaba perdelenmiş midir? Eğer bu mümkün olsaydı kentin efsanesinde söylendiği gibi su üzerinde yürür ve oteli kolayca bulurdum!

 
 
Pervazdaki Pan, beni korkutuyor, korkuturken büyülüyorsun....
 
Aşk her zaman eşitler arasında mı olur? Yoksa her ayrıntının önüne geçen kocaman bir coşku olabilir mi,  okyanusa düşen su damlasının tarifsiz sevinci gibi?
Bir kadın tek bir gece de daha önce biz kez bile görmediği bir kente aşık olabilir mi?
Aşk, tam, bütün, tanıdık ve zaman zaman ürperten bir duygu mudur?
Kentler elimize tastamam uyan eldivenler gibi, kalbimizi sarıp sarmalayabilir mi?
İnsan hiçbir tanışıklığı olmayan bir kenti, kulenin tepesinden izlerken, kendini, yaşamadığı onlarca paralel hayattan en ama en sevdiğinin kıyısında hissedebilir mi?
Dokunduğumuz değil, dokunabilme ihtimalimiz midir bizi heyecanlandıran?
Eğer parmaklarımın arası, ayakkabıma sızan yağmur suyuyla perdelenseydi, acaba o vakit o en ama en çok özlediğim, özlerken neyi özlediğimi bilemediğim, paralel hayata yürüyebilir miydim?

Venedik....

 
 
Sarayın merdivenlerinden yukarı çıkarken, hızla aşağıya inen bir kadın gördüm. Görevliydi. Pantolon, ceket giymişti. Yaka kartı vardı. Saçları omuzlarına dökülüyordu. Dalgalı, kızıl saçlar!
Sadece bir iki saniye göz göze geldik. Onun Villanella olduğunu düşünmek istedim.
 
Bana hoş geldin demişti!
 
Hoş bulduk!

18 Haziran 2016 Cumartesi

CANIM...

 
 
 
 
Hepsini seviyorum! Bana sorarsanız bütün çocuklar güzeldir. Sarışın, esmer, kız, erkek... Zaten dürüst olmak gerekirse, benim insan sevgim sanırım on beş yaş ile sınırlı:) Zira bakıyorum da, kalpten kalbe iletişimi tam oralarda bir yerlerde kaybediyoruz.
 
Asıl eğitimim malum. Çocuklarla çalışmaya başlayalı ne kadar süre olduğu da ortada. Bu yüzden tüm gözlemlerim, sözlerim tamamen kişisel olup, eğitimci kimliğiyle alakalı değildir. Kaldı ki

 ne haddime öyle bir sıfat!
 
Ben kendimi daha çok çocuk seven, çocuk diline yakın kalmak isteyen bir yetişkin olarak tanımlıyorum.
 
 
 
 
Küçük Kara Balık...
Benim ilk kitabımdı. Uzun yıllar sonra beklenmedik bir şekilde kurtuluşum oldu. Her şey o gece başladı sanki..
Bir gece rüyamda ortasında iki sütun olan aydınlık bir mekan gördüm. Uyandığımda geri kalan tüm ayrıntılar uçup gitmiş, yerine sadece o iyi, ferah his kalmıştı. Aradan birkaç hafta ya da ay geçti, hatırlamıyorum. Çocuk yogası eğitimini tamamlamış, yavaş yavaş ders vermeye başlamıştım.
Bir akşam telefon çaldı, arayan Emel Çakıroğlu Wilbrandt! Kulaklarıma inanamadım. Gerçekten beni mi arıyordu!! Kendisiyle Küçük Kara Balık'ın kuruluş aşamasında, bir arkadaşımın evindeki toplantıda tanışmıştık. Ama aradan aylar geçmişti. Aslında o akşam ben kendisinin iletişim bilgilerini almıştım ama aramaya hiç cesaret edemedim.
Emel Hanım'ın telefonu beni çok sevindirdi. Görüşmeye davet ediyordu. Elbette uça uça gittim. Çok iyi hatırlıyorum elbette; okul Koşuyolu'ndaydı ve güneşli, parlak bir Eylül günüydü.
Güzel bir sohbet oldu. Bana montessori çalışmalarına paralel dersler yapıp yapamayacağımı sordu. Ve ekledi, benden önce beş yoga öğretmeniyle görüşmüştü! Bu beklenmedik talep karşısında önce bir düşündüm, sonra da "siz bana montessori ne demek anlatırsanız, elbette yaparım" dedim. O da önce genel bir bilgi verdi, arkasından da örnek dersler istedi.
Eve dönüp iki gün çalıştım. Örnek dersler hazırdı. Bir tanesi Japonya, diğeri denizde yaşayan hayvanlar hakkındaydı.
Sonuç olarak okula kabul edildim. O sene staj yılımdı. Para kazanmadım. Fakat ciddi deneyimler edindim. Öncelikle çocuklara yakın durmanın ne kadar incelikli bir iş olduğuna ayılmaya başladım.
Sonra sonra, ilerleyen yıllarda kadrolar değişti, çocuklar mezun oldu... Yeni öğretmenler, yeni arkadaşlar ve çocuklar geldi. Bunun bir döngü olduğunu da anladım.
 
 
 
Bu çocuklar bize emanetti. Üstelik hayatlarının en kritik döneminde... Yaptığımız her şey, her kelime onların geleceğinde etkili olacaktı...
 
Açıkçası onlara karşı ilgimi ve özenimi hiç kaybetmedim. Bir tek gün bile derse aklımda, kalbimde, cebimde bir fikir olmadan gitmemeye çok özen gösterdim.
 
Evet bu kış zorlandım... Geri dönüp baktığımda keşke öğretmen arkadaşlara içinde bulunduğum durumu anlatıp daha fazla yardım isteseymişim diyorum. Ya da adını buraya yazmayacağım okulun sözleşmesini ne pahasına olursa olsun iptal etseymişim.. İnsan bazen kendi sınırlarını gereksiz yere zorlayıp, hırpalanıyor. Üstelik nasıl beceriyoruz bilmem ama bunu kendimize bizzat biz yapıyoruz!
 
 
 
Küçük Kara Balık'a dönersek... Orada yaşadığım her dakikayı hayatımın en kıymetli anları defterine tereddütsüz eklerim. O çocukların boynuma dolanan kolları, hasta olup okula gidemediğimde beni merak etmeleri, ayrılırken gösterdikleri tepkiler.. Ayda, Aras, Alaz, Ali Bilge... Leyla, Azra... Her biri özel. Biricik..
 
Bu yıl için en büyük dileğim, onlarla birlikte ilkokula başlamak:) Nasıl mı? Bir kesinleşsin de onu da anlatırım elbet.
 
 
 
Bugün sadece şunu söyleyebilirim; pek çok yanlış seçim yapmış olabilirim. Hatta seçim yapamayıp, öylece baka kaldığım da olmuştur. Ama öğretmen olmayı deneyimlemek hayatta başıma gelen en güzel şeydi. Anne olamamış bir kadın için, biriktirdiklerini paylaşmanın en eşsiz yolunu buldum!
Bunu sağlayan herkese ve her duruma minnettarım...

17 Haziran 2016 Cuma

VENEDİK, 8 HAİRAN 2016





Hotel La Fenice...
Saat 18.12


Sabah uçaktan inip, bizi otele yakın bir iskeleye götürecek motora bindiğimde uzun uzun etrafı seyrettim. İlk bakışta çok ayrıcalıklı gelmedi.
Oysa şu an, otelin salonunda sevgili Pamuk Prenses' in bana yıllar önce verdiği, yazmaya kıyamadığım defterime ve tavandaki avizeye bakıyorum da, kulağımdaki piyano sesini de eklersek şahane hissediyorum!

 
 
Venedik.
Benim için Villanella' nın şehri; ayak parmaklarının arasında perdeler olan ve su üzerinde yürüyebilen gondolcuların kenti! Nihayet geldim.. Ve bunun için çok mutluyum.
Bu yıl aşk ve bebek konusunda şanssızlıklarla başlamış ve beni üzmüş olabilir. Ancak seyahat kadar yaralara iyi gelen başka ne var ki hayatta? Bu yılı, kuzey ışıklarını ve Venedik'i gördüğüm için her daim hatırlayacağım. Kaç insana kısmet olur gezegende en çok görmek istediği yerlerden iki tanesini birkaç ay arayla ziyaret edebilmek?

 
 
İstanbul ve Venedik arasındaki yakınlığı ilk bakışta görebilmek zor. Ancak kanalların arasında gezmeye başlayınca Galata'nın, Perşembe Pazarı'nın, Karaköy'den Tophane'ye süzülen yolun aynı kandan izler taşıdığını söyleyebiliriz.
Hatta evler arasına makara sistemiyle asılan çamaşırların beni Kumkapı' ya, teyzemi ziyarete gittiğimiz yıllara götürdüğünü söyleyebilirim. Tam tamına benzerlik değil aslında anlatmak istediğim, sadece bir duydu, küçücük bir renk veya genel bir siluet "ah işte nasıl da aynı!" dedirtiyor insana.


 
 
Siması hem bildik, hem yepyeni bu kentin.
 
Venedik ilk günden sevilesi bir şehir. Evet, kaybolmamak mümkün değil. Hatta ilk bir saat azıcık kasvetli de gelebilir. Ama yağmurlu birgün dahi insan otelde kalmak istemiyorsa, varın gerisini siz düşünün.
 
Oteli bulmak için adres sorduğum yerin şans oyunları satan bir dükkancık olduğunu, kasadaki yakışıklı adam bilgisayarında otelin yerini ararken fark ediyorum. Adama bakıyorum, dükkana bakıyorum. Sonra elimdeki bavula ve dışarıya. Şaka gibi. Ayak bastığım ilk dükkanda şans oyunları satılıyor! İçimden bir ses hadi oyna dese de, önce oteli bulalım diye bağıran diğerini duyunca sus pus oluyor.

 
 
Önemli not: Adam, inanılmaz yakışıklı!
 
Otelin kapısını sıradan bir evin kapısından ayırmak imkansız. Uzun süre ev olarak kullanıldığı belli olan küçük bir işletme burası. Güzel mobilyalarla döşenmiş ve romantik bir havası var. Bütün alanlarda Murano avizeler ve aplikler... Döşemeliklerde ağırlıklı olarak bordo tercih edilmiş. Bu da ortama biraz kasvet, romantizm ve görkem katıyor.
 
Yola çıkarken, İsveç' de başıma geleni yaşarım ve durup durup geri sararım zannediyordum. Oysa Venedik herkesi ve her şeyi geride bıraktıran tılsımlı bir atmosfere sahip. Kulağıma fısıldadığı şey
" güzel anlar dışında hiç bir yaşanmışlık bizimle devam etmemeli..."
Bu cümleyi hep hatırlamak isteyerek bakıyorum etrafıma. Kısacık ve hoyratça harcanmış bir hayatı kim ister? Her anın içinde uzun uzun kal ve sonra başka bir ana yürü diyor iç sesim. Keşke onu daha sık duyabilsem...



 
 
Her ayrıntısına yeterince bakamadığımı düşündüğüm Venedik... Çok güzelsin...
 
Uyumak istemiyorum.....

7 Haziran 2016 Salı

UZAKLAR










 
Hatırladığım en eski oyun uzaklara bakmak. İlk dürbünüm de bir kaleydoskop!
Onunla ne kadar uzağa bakabildiğimi ve orada neler gördüğümü tahmin bile edemezsiniz. İçimin uzakları, geçmiş hayatın tuzakları ve  gelip gelmeyeceği belirsiz geleceğimin henüz şekillenmemiş kıyıları...
 
Bizim oralarda yağmur günlerce sürerdi. Resim yapmak, kitap okumak veya ev içinde oynayabileceğimiz onlarca oyun tükendiğinde, geriye hayal kurmak kalırdı. Ekmek elden su gölden yaşadığımız için midir, yoksa ardı arkası kesilmeyen yağmurlardan mı bilinmez, belki de sırf o uzun çocukluk günleridir beni hayalci yapan. Çünkü kış geçip, yaz geldiğinde de başka bir döneme girilir ve bu defa öğle uykusuna yatılırdı. Açıkçası hayat ne getirdi ne götürürdü demeden, mevsimlerden kim gelip geçti bakmadan hayal kurmak, düşlere dalmak için adeta zaman yaratılırdı.
 
Sonra sonra tü kaka oldu bu teşvik edilen hal! Heyhat, geç kalınmıştı.
 
İki çiçek dürbünüm var şimdilerde, bir de teleskobum. İçime ve geleceğe bakabiliyorum. Bir de yıldızlara... Geçmişe? Bakmamaya çalışıyorum. İyi gelmiyor. Geri geri araba kullanmak gibi içimi bulandırıyor. Bu yüzden olsa gerek, dikiz aynası kullanıyorum.
 
Uzaklara dönersek, en sevdiğim şey şu uzaklar. En uzak yere gidebilirsem, kendime en yakın noktaya ulaşırım gibi geliyor. Dış seslerden, etrafımdaki gündelik akıştan ayrı düşersem içimin uzaklarına yaklaşabileceğimi hissediyorum. Bunu bana kimin söylediğini de hatırlayamıyorum. O hiç bitmeyecekmiş gibi yağan yağmurlarda veya çarşafa yapıştığım öğle uykularında uydurmuş da olabilirim..
 
Velhasıl, geldim kır küç yaşıma ve uzaklara gitmekten daha güzel bir şey bulamadım!



SAYFA 159, TEBRİZ'İN KIŞ GÜNEŞİ...

"Ne gördün?" diye sordu derviş.
Şemseddin düşündü "Gördüğümü anlatmam mı doğrudur yoksa göremediğimi mi?" Derviş yine sordu. "Ne gördün?"
"Her şeyin bir hayal olduğunu..."Derviş solgun hareli gözleriyle dik dik baktı ona.
"Aklınla cevap vermeyi bırak da söyle, ne gördün?"
Şemseddin durmadan ne gördüğünü düşünüyor ama gördüklerini sözlerle nasıl ifade edeceğini bilemiyordu.
"Hiç", dedi. "renksiz bir gül" dedi. "suretsiz bir renk" dedi, "zihnin gülü, zihnin rengi, zihnin sureti" dedi. Ne dediyse dervişi kandıramadı.
Her defasında "Akıl gözüyle bakmışsın" , diyerek yüzünü buruşturdu derviş.
Bir kuş yavrusunu karanlık bir kuyuya bile atsanız vakti gelince öter, çünkü o vaktini bilir."
Şemseddin bu sözü niye söylediğini bilemedi. Dilinin ucuna gelen bu sözler bir anda dudaklarından dökülüvermişti.
Dervişin bakışlarını görmemek için gözlerini kaçırdı. "Ne gördüğünü bilmiyorsun ama neden göremediğini anlamışsın" dedi derviş.
Bir süre hiç konuşmadan oturdular havuzun başında.
Şemseddin aklı karmakarışık, içi huzursuz, düşünüyor ancak düşünceler karasız kelebekler gibi kafasının içinde uçusup duruyordu.


6 Haziran 2016 Pazartesi

LEYLA DOKUZ!






Hayatımda iki defa sevinçten ağladım. Biri Leyla Nora'nın doğum haberini aldığım an idi. Agi, doğumdan yirmi otuz dakika sonra telefonla haber vermişti ve ağlamaktan konuşamamıştım. Bir ay sonra İstanbul'a döndüler ve bir gece o minicik bebekle beni baş başa bıraktılar. Nasıl yedireceğimi, ağlarsa ne yapmam gerektiğini teorik olarak anlamıştım ama nasıl da heyecanlıydım. Gözlerimi ondan ayıramıyordum. Kitap okuyamadım, televizyon seyredemedim. Öylece baktım, kaldım. Uzun yıllar baka kaldım ona. Öfkesi, inadı, dişleri, saçları... Pasta yiyişi, tülbentiyle uyuması, kolsuz bebeği, yaptığı resimler, seramikler... İlk sahneye çıkışı. Ana okul mezuniyeti. Bodrum tatillerimiz. Yelkenli maceralarımız.... Noellerimiz... Pikniklerimiz..
 
O küçük bebek bugün dokuz yaşını bitirdi. Ders çıkışı ona iyi geceler demeye gittim. Saçlarını sevdim, öpüp, kokladım. Sonra da sordum:
"Seni ne kadar çok sevdiğimi biliyor musun?"
"Evet"
"Nereden biliyorsun?"
"Sen söyledin"
 
Nasıl da basit ve temiz bir bilmek! Nasıl da özel bir şey bu küçük kızların büyümesini seyretmek...
 
Bu akşam kendimi şanslı hissederek uyuyacağım. Leyla Nora'nın doğumundan başlayarak, şu gezegendeki macerasının ilk dokuz yılını seyredebildiğim, zaman zaman anılarının bir parçası olabildiğim için... Binlerce kötü şey olurken, bu güzelliği yaşama şansını yakaladığım için.
 
İyi ki doğmuş güzel Leyla'm.

AYNANIN İÇİNDEN





Gerçek diye dayatılan onlarca saçmalığın toplamı hayatlarımızdan bir iki saat için kaçmanın  en güzel yolu sinema olsa gerek.
Tabii bu kaçış sevilen arkadaşlarla gerçekleştirilince çok daha eğlenceli olabiliyor.
Tim Burton filmlerini zaten sevdiğimden ve Alice'e bayıldığımdan, Aynanın İçinden beni zorlamadı. Gerçek bir klasik midir derseniz, bence değil. Hele filmin sonundaki şarkı! Beni delirtti diyebilirim. Amerikalıların nesi var acaba? İlla bir ucuzluk olması şart mıdır?
 
Filmin genel havası, zamanla ve sevgiyle ilgili mesajları güzeldi. Özellikle dostluk ve gerçek üzerine söylenen sözleri çok sevdim. Neyin gerçek olup olmadığı bizim durduğumuz yere göre o kadar değişir ki.. Dün tek gerçeğimiz olan, bu sabah bizim için hiç kimsedir...
 
Film baştan sona Alice Harikalar Diyarında karakterleriyle süslenmiş. Bu yüzden özellikle kediciğin, Zaman'ın omuzlarındaki şovuna çok güldüm. Tabii çay saatine bir dakika kala kilitlenmeleri de efsaneydi. Hani bazen "ah şu anın içinde sonsuza kadar kalsam!" deriz ya, işte onu dememek lazım mesajı:)
 
Hayallerinin, aslında tek gerçeği olan yaşama tutkusunun peşinde koşan insanların, bazen en yakınları tarafından bile anlaşılamadığı ve deli olarak damgalandığı meselesi de güzelce anlatılmış. Bu düğümün sadece ve sadece sevgi ve güvenle çözülebileceği mesajı tastamam verilmiş.
 
Alice 'in dünya güzeli olmayışı, şapkacı ile veda sahnesi, Zaman'ı anlayıp sakinleştiği an.. Ben beğendim. Üstelik ilk kez bir Tim Burton filminde Budist felsefe dikkatimi çekti. Filmin ana mesajlarından biri  sevdiklerimizi bırakmakla* ilgiliydi. Ölümle veya değişen koşullarla.

Güzel bir Pazar akşamıydı.
 
Prodüksiyona sevgiler...
 
 
* BIRAKMAYI ÖĞREN, MUTLULUĞUN ANAHTARI BUDUR. BUDDHA

3 Haziran 2016 Cuma











                                          taş olmaktansa....

GOKHAN KIRK OLMUŞ

 
 
 
 
İstanbul güzel bir şehirken, yani çok daha sakin ve yaşanabilir bir şehirken, Fenerbahçe, Kalamış ve Dalyan emekli ve orta halli insanların oturduğu az katlı apartmanlar ve eski Türk filmlerinden bildiğimiz köşklerle bezenmiş kendi halinde bir bölgeydi.
Fenerbahçe Parkı'nda değil tesis, su alacak büfe yoktu. İki dev oyun alanı ve bol ağaç dışında bir şey hatırlamıyorum. Deniz Feneri... O hep güzeldi ama bekçisini tanımadım. Bir fener olarak aktif olduğu yılları bilmiyorum. Hatırlayamıyorum.
Parka giden cadde üzerinde sağ kolda büyük bir botanik bahçesi vardı. Oraya bayılırdık. Ailece gittiğimizi ve saatlerce çiçeklere bakıp, alışveriş yaptığımızı hatırlıyorum. Küçük bir havuzu da vardı. Doğal bir gölet gibi, içinde japon balıklarının yüzdüğü bir havuz.
 
Dalyan tarafında Prusya Kralı'nın ortaokul arkadaşlarının üs olarak kullandıkları bir "bahçe" vardı. Eski bir apartman ve arka bahçesinde minnacık bir müştemilat. İlk gençliğimizin en keyifli yaz akşamlarını o bahçede ve Dalyan sahilinde geçirdik. Az para, bol mutluluk, dostluk, eğlence... Eksiksiz ve dayanışma içinde olunan yıllardı. Bahçede büyük küçük diye bir şey yoktu; herkes herkesin arkadaşı, sırdaşıydı. Aslında tek tek baktığımda o bahçenin çocukları için hayat hiç kolay değildi. İçinden geçilen yıllar her anlamda, her birimizi ayrı ayrı zorluyordu. Yine de beraberdik ve inadına keyifliydik. Galiba hayatı sonsuz zannediyorduk..
 
Başka ülkelere gidenler oldu. Hatta aramızdan ebediyen ayrılanlar. Ünlülerimiz oldu, melankoliklerimiz. Düğün dernek kurduk o bahçede, partiler yaptık. Dertleştik, okey oynadık. Rakılar içildi. Kediler beslendi.
 
Kimler geçmedi ki oradan... Baltalı İlahlar, müzisyenler, deliler, akıllılar...
 
Yıllar su gibi akıp giderken, tanıdığımda on bir yaşında mavi kafalı bir bücür olan Göker kardeş kırk olmuş! Vay arkadaş, bunu da gördük ya, yeni hedefimiz seksen kısmetse.
 
Elbette eskisi kadar sık görüşemiyoruz...  Artık bir bahçe yok. Fenerbahçe kentsel dönüşüm canavarının elinde! Ve her birimiz hayatın sonsuz olmadığını öğrenecek kadar büyüdük.
Yine de bahçeden hatıralarımız ve o hatıraları konuşabildiklerimiz yaşadıkça, öyle ya da böyle bir araya geldikçe, kim bana bahçenin gerçekten ama gerçekten artık olmadığını söyleyebilir?
 
Çipil kırk olmuş. İyi ki olmuş! İyi ki doğmuş!
 
 
 
 
 

2 Haziran 2016 Perşembe

DÖNECEK...

 
 
Franz Kafka rutin yürüyüşlerini yaptığı parkta küçük bir kıza rastlamış.
Kız ağlıyormuş. Oyuncak bebeğini kaybetmiş ve bu onu oldukça üzmüş.
Kafka bebeği onun y...erine aramayı önermiş , ertesi gün aynı noktada buluşmak üzere sözleşmişler...
Bebeği bulamaması üzerine Kafka küçük kıza bebeğin ağzından bir mektup yazmış, buluştuklarında kendisine okumuş :
“ Lütfen benim için kederlenme , dünyayı görmek için uzun bir yolculuğa çıktım. Sana başımdan geçenleri anlatacağım. ”
Bu bir çok mektubun ilkiymiş. Kafka küçük kızla her buluştuğunda sevgili oyuncak bebeğin hayali maceralarını özenle yazdığı mektuplardan ona okurmuş. Küçük kız da bu şekilde avunurmuş.
Derken , görüşmelerin artık sonu gelmiş. Kafka son görüşmede küçük kıza bir oyuncak bebek getirmiş. Küçük kız , aslından oldukça farklı olan oyuncak bebeğe şaşkınlıkla bakakalmış. Bebeğe iliştirilmiş bir not küçük kızın şaşkınlığını gidermiş :
“ Yolculuğum beni çok değiştirdi…”
Uzun yıllar sonra , artık bir yetişkin olmuş olan küçük kızımız , gözü gibi baktığı bebeğinin , gözünden kaçırdığı bir çatlağının içine sıkıştırılmış bir mektup bulur. Kısaca şöyle yazmaktadır :
“ Sevdiğin her şeyi er ya da geç kaybedeceksin , ama sonunda sevgi başka bir surette geri dönecek...”
 
 

1 Haziran 2016 Çarşamba

SEVMİYORUM BAZI ŞEYLERİ

 
 
Bildik insan hallerinden yola çıkıyoruz; öğrenilmiş, gözlemlenmiş ve depolanmış hatıralarımızdan. Sonra birbirimizi kafalarımızdaki uygun çekmecelere yerleştirip, etiketliyoruz. Rahat mıyız? Rahatız. Oh, artık o insan için ezberlenmiş kalıp cümlelerimiz var. Bütün etrafımızdakileri bu şekilde doğru çekmecelere koyarsak, kafamız ne güzel huzur buluyor değil mi? Yok, o zaman sürprizsiz hayatımız için ağlamayacağız. Hem etiketlemek, hem de sürpriz beklemek pek mümkün olmuyor...
 
Çok uzağa gitmeye gerek yok. Dört yıldır yetişkinlere yoga dersi veriyorum ve onların bakışlarında bende kusur arayan ışığı görünce gülesim geliyor. Dikkatle bakıyorlar; ne yiyorum, ne içiyorum, kim hakkında ne söylüyorum? Kıyafetim nasıl? Kozmetik kullanıyor muyum? Kısacası olmuş muyum, olamamış mıyım?
 
Gerçekten merak ediyorum. Beni bu gözle kafasındaki çekmeceye sokuşturmaya çalışanlar acaba hayatlarında kaç tane yoga öğretmeniyle tanışmışlar? Hangisinin evine girip çıkmışlar?
Nasıl olmalı ki yoga öğretmeni? Fıstık gibi? Yeşil çay içen? Hiç sinirlenmeyen? Her daim mutlu, kontrollü?
 
Aman yahu boşversenize, öncelikle ben yoga öğreten değil, birlikte yoga yapan insanım. Hani o guru denilen, nabzı dakikada üç kere atan ulu kişilerden biri değilim. Sonra, İstanbul'da yaşıyorum; öğrencilerim neye maruz kalıyorsa, ben de aynısıyla uğraşıyorum. Ne yediğime gelirsek, kebapçılarda sabahlıyor değilim ama Köfteci Şükrü'yü seviyorum.
 
Kah mutluyum, kah mutsuzum. Bazen hayata sıkı sıkı sarılıp, kelebekler gibi hafif hissediyorum. Kimi zaman da üstüme filler oturuyor, bitse de gitsek diyorum.
 
Yoga öğretmeyi sevmiyorum mesela. Ama birileriyle beraber yoga yapmayı ve onlara kendi yolculuğumdan örnekler vererek beni hayatta tutan  duygumu anlatmayı seviyorum. Kendi hocamın sık sık tekrarladığı cümleleri aktarmayı da seviyorum. Ama asıl tercihim birlikte sessizce yoga yapmak. Kim ne alacaksa bizzat kendi deneyiminden alsın.
 
Arkeoloji konuşmayı da sevmiyorum. Onun yerine güzel bir kazıda sabah yedi akşam yedi nefes almaksızın çalışmayı ve akşam yorgunluktan bitmiş olarak uyumayı tercih ediyorum. Anlatırken, hele ki meslekten olmayan birine, gerçekten sıkıntı basıyor. Çünkü ne kadar anlatırsam anlatayım, asla nemli toprağın kokusunu, sabah serininde titreyerek araziye çıkmanın hazzını, bilmediğin coğrafyalarda, hiç tanımadığın insanlarla kader birliği yapılan saatleri yaşatamam... Sümbül Dağı'na bakıp ağıt yakan dedeyi gösteremem, Yılmaz Abinin menemenini tattıramam... Bu yüzden konuşmak manasız..
 
Edebiyat konuşmaya da uyuz oluyorum. Basbayağı sevmiyorum. Çünkü bana kendimi hayatta bir baltaya sap olamamış, sadece konuşan ama iş üretmeye gelince yer cücesine dönen sözde entelektüeller gibi hissettiriyor. Ödüm patlıyor o ukala dümbeleği tiplere benzeyeceğim diye.
 
En sevmediğim şeylerden biri de Mevlevilik hakkında sohbete zorlanmak. Ya da Konya'ya gittim dediğimde insanların zevzek zevzek sorular sorarak bu sadece ve sadece kalple anlaşılabilecek güzellik hakkında futbol konuşur gibi sohbet etmeye kalkışmaları. Oysa Konya öyle mi? Oradaki dostlarım gündelik şeylerden bahseden, yüzü, kalbi, hali tavrı güzel insanlar. Olmak gibi bir dertleri de yok. Hırsları da yok. Zaten ortada konuşulacak bir şey de yok ki!
 
Daha bir sürü sevmediğim şey var:
hayal kırıklığına uğramayı,
olduğundan farklı görünmeye çalışan insanları
olur olmaz yerde para konuşanları
aklını güzelliğiyle, dış görünüşüyle bozmuş tipleri
küçük şeylerle mutlu olduğumda takdir edip, küçük şeylere üzüldüğümde acımasızca eleştirenleri
hayvan sevdiğimi öğrenir öğrenmez bana kedi verilmeye çalışılmasını
ve daha pek çok şeyi sevmiyorum.
 
Velhasıl bazı şeyleri sevip, bazılarını SEV Mİ YO RUM. Neden mi? İnsanım ben muhtemelen!